Pages

31 Aralık 2019 Salı

Kitap Yorumu: The Red Scrolls of Magic - Cassandra Clare

Aman efendim, 2019'un son yorumuna hoş geldiniz.

Öncelikle 2020'de blog'uma daha çok özen göstereceğime şimdiden söz veriyorum. Aslında Goodreads'te 2019'da okuduklarıma şöyle bir baktım da baya tarzım dışı şeyler okumuşum. O yüzden blog'a yazmaya üşenmişim sanırım. Başka açıklaması olamaz! Blog hayatında 10.yılı devirdim artık, yazmaya üşenmek değil de yazasım gelmemiş.
Kendime söz; daha çok genç yetişkin okuyacağım, daha fazla İngilizce kitaplar edineceğim ve yarım kalan serilerime devam edeceğim. Mis gibi serilere yıllardır el sürmemişim. 2020'de bomba gibi geliyorum. Açılın, genç yetişkin avcısı Jane geliyor! (Bir zamanlar ayaklı gazete lakabına sahiptim.)

Efenim, beni bilenler bilir Cassandra Clare bok yazsa onu bile okurum. Kadın ne yazsa okuyorum. Sanırım benim tek yazarım o. Hayır, Shadowhunter dünyasından gram bıkmadım! Hayal dünyasını ve yarattığı karakterleri çok seviyorum. Para ve reklam bile işin içinde olsa (ki buna ihtiyacı yok bence) yazdığı her kitabı zevkle okuyorum. Eskiden elimi çeneme yaslayıp, Artemis'in keyfini beklerdim ama yemezler artık. Mis gibi İngiliççem var. <3 Ya PDF'ini buluyorum ya da paraya kıyıp basılı kopyasını alarak okuyorum. (Son iki kitaptır böyle yapıyorum he, havalarıma bak.) 
Karanlık Sanatlar serisinin son kitabı Hava ve Karanlık Kraliçesi kitabını (ki 800 küsur sayfa) İngilizce okuyup, anlayıp, sindirince daha da gaza geldim ve bundan sonra bildiğim yazarları ana dillerinden okuyacağım dedim.
Paris'teyken (büyümüş de şehir şehir geziyormuş dediğinizi duyuyorum) kitapçı gezdim deli gibi ve Red Scrolls of Magic'i görmezlikten gelemedim. Aldım. Şimdi size bu seriden bahsedeyim.
Bir üçleme olacak. 
İkinci kitap "The Lost Book of the White" 2020'de, üçüncü kitap "The Black Volcume of the Dead" ise 2021'de yayımlanacak. Yine odak karakterimiz Magnus Bane olacak. Bane Günlükleri'nden bir tık daha farklı. Bane Günlükleri'nde, Magnus'ın baya gelmiş geçmiş birçok anısını okumuştuk. The Eldest Curses serisinde ise Magnus odaklı tüm Shadowhunter dünyasını okuyoruz.

İlk kitapta, Alec'le ilk kez tatile gidişlerini okuyoruz. Yani planları öyleydi... Kitabı Paris'ten almam ve ilk olayın Paris'te geçmesine ne diyorsunuz? Tanrı benim Cassie'ye daha çok tapmamı istiyor bence. (Töğbest) Konuya döneyim. Evet, Magnus ve Alec'in ilk zamanlardaki hallerine şahit oluyoruz. Bu aslında kurgu içinde kurgu yazılmış bir kitap. Yaşlandıkça bazı şeyleri unuttuğum için hangi kitaptaydı hatırlamıyorum ama sanırım Düşmüş Melekler Şehri'nde, bir ara bu ikili kayboluyordu. İşte tatile gittiği ve olayların farklı bir boyut aldığı zamanı anlatıyor bu kitap. Çünkü Helen ve Aline ilk kez bu kitapta tanışıyorlar ama bu olmamış gibi davranıp, Ölümcül Oyuncaklar'da farklı bir sahnede tekrar yeniden tanışıyorlarmış gibi davranıyorlar. Amaaan, süper beynimi yaktı Cassandra. :( Bir de İngilizce okuyunca what the fuck diyor insan. 
-Sakin ol.- 
Heh buldum! Throwbackler yapmış bol bol. O yüzden bazen okurken "yav biz bunu biliyoruz sanki... aha çaktım köfteyi. Bu tabii ki yaşandı, Cassie geçmişe dönüp bir de buradan anlatıyor olayları." dedim. 

Magnus ve Alec -Malec- rüyalar gibi bir tatil yapacaklarını sandıkları an karşılarına felaket tellalı Tessa çıkıyor. (Canım Tessa :) Her yerde dolanan bir dedikodu var ve herkes buna gözü kapalı inanmakta: Founder of the cult deniyor kitapta yani tarikatın kurucusu. Bu tarikatın detaylarıyla ilgili çok bilgi veremeyeceğim spoiler içerecek ama baya kötücül bir şey ve bunun başında Magnus'un olduğu iddia ediliyor. Magnus ise bunun bir şakadan ibaret olduğunu söylüyor ama o geceki detayları hatırlamaya çalışırken aslında o geceyle ilgili hiçbir şey anımsamadığını fark ettiği an şüpheye düşüyor: Benim miyim o? 
Tatil bir anda cehenneme dönüyor ve Magnus'u avlayanlar ortaya çıkıyor. Bu sırada Magnus da bu tarikatın başındaki elemanı aramak için kolları sıvıyor. 

Ve ta daa, tanıdık yüzler çıksın ortaya. Suratsız vampirlerimiz Raphael ve Lily, coolluktan ölen Catarina, sürpriz isim Johnny Rook (Karanlıklar Sanatı serisinde başrol karakterlerdendi)  Helen Blackthorn ve Aline, telefondan da olsa seslerini duyduğumuz Izzy ve Jace. 
Olaylar Paris, Venedik, Roma ve New York'ta geçiyor. Yeni bir karakter daha geliyor; Shinyun.
Bol romantiklik ve kahkaha içeriyor. Büyülerle ve ilginç bilgilerle dolu bir kitaptı. Sonunda yazar yine küçük bir bomba bırakmış ki nasıl sonuçlanacağını az çok tahmin ediyorum tüm kitaplarını okuduğum için. Yine de heyecanla okudum. Okudum okumasına ama bu kitabın enerjisi bana bir tık düşük geldi sanki... İlk kez bir an önce kitabı bitirmek istedim. Tabii bitince o dünyadan dışarı fırlatılmış gibi hissettim ama hep Malec okumak biraz sıktı beni. İkisiyle de hiç sorunum yok ama Will'i ya da Jace'i okumayı tercih ederim. :)

Kitabın Türkçesi yakında çıkacakmış. Şöyle cila niyetine hızlıca oradan da göz atarım ama genel olarak böyleydi. Ara ve tadımlık bir kitap olmuş diyebilirim. Altını çizdiğim yerler de oldu. Bir alıntıyı özellikle yazıyorum.

"Aşk seni değiştirir. Dünyayı değiştirir. Ne kadar yaşadığın önemli değil, aşkı kaybedemezsin. Aşka güven. Ona güven." -Tessa ve Magnus, bir gölge avcısına aşık olmakla ilgili konuşurken Magnus endişelerinden bahsediyor ve Tessa da hemen damardan giriyor bu alıntısıyla.

Evet geldik sona. 2019 size neler getirdi, neler kattı bilmiyorum ama ben bu yıla söylenerek girdim güle oynaya çıkıyorum. Sıfır beklentilerle yaşadım ve hep olmasa da mutlu sona ulaştım. Canım acıdığında oturup kendime acımak yerine daha da üstüne gidip ders çıkarttım. Daha mutlu oldum. Şöyle dönüp bakınca sırıtıyorum, ilk kez hayatı bu kadar canlı yaşadığımı hissettim. Belki de hayatı ilk kez hayatı bu kadar dibine kadar yaşadığım için okuduğum kitaplardan pek keyif alamadım. 2020'de kendi tarzımdaki kitapları okuyacağım. Yine hayatımı yaşayacağım, her fırsatı değerlendireceğim ve bir kitap karakteri olmayan birine aşık olacağım. İnanıyorum, bu kez başaracağım! Şu ana kadar "Heh senmişsin ruh öküzüm," dediğim adamlar ya evlendi, ya evlenmek üzere ya da kısmetleri başkalarında çıktı. :) Hadi bakalım, 2020'de size enişte getireceğim.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

24 Kasım 2019 Pazar

Ben aslında bir İngilizim: Londra hayalimi gerçekleştirdim!


Merhabaaaa

Geçen hazirandan beri adeta sessizliğe gömüldüm. Aslında içimde ne fırtınalar kopuyordu da yazamadım. Şaka şaka. Bir süre blog'a yazamadım çünkü hayatın koşuşturmasına daldım. Bir süre de insanlardan uzak durmak, iç sesimi dinlemek istedim demek isterdim... Son altı aydır hiç olmadığım kadar sosyalim, flörtleşiyorum ve sürekli yeni insan tanıyorum.
Şöööyle bir özet geçersem: Haziran ayında sıcaklıktan bayılıyordum. Temmuzda yıllık iznimde mis gibi tatil yaptım. Ağustosta hayatıma birinin girmesiyle yine dengem şaştı ama çabuk toparladım. Eylül ayında işle ilgili karışık şeyler yaşadım. Ekimi anlatsam roman olur; gezmediğim yer, yemediğim (bok) yemek, tanımadığım insan, katılmadığım etkinlik kalmamıştır. Kasımda ise ahhh. Kasımda aşk başka diyorlar. Yemişim aşkı! Londra'ya gittim ahey ahey Londra'ya. 

Dönüşümüm muhteşem olsun dedim ve Londra'yla yeni sezon açılışı yapıyorum.
Şimdi bir çoğunuz bilmez, yıl 2009, ilk blog yazdığım zamanlar. O dönemde Twilight'ın Türkiye merkeziydim. Ekip nerede, ne yiyor ne içiyor, kimlerle geziyor, şu gün hangi setteler, şu ay hangi gala olacak hepsini biliyordum. Okul çıkışı hobi olarak adeta kendime iş edinmiştim. Takip ettiğim on-on beş yabancı siteden tüm bilgileri toplayıp, özetleyip, kendi sitemde yayınlıyordum. Öf, ne günlerdi be! Gecenin 4'ünde ödül törenlerini izliyordum. Ah ah ne emekler vermişim. 
Gel zaman git zaman, İngilizcemi böyle geliştirdim. Google translate özel hocamdı. :) Tureng sonradan sağ kolum oldu. Şimdi bu blog sayesinde hem mis gibi bir mesleğim var hem de Londra hayalimi gerçekleştirdim.
En dev galalar ya Los Angeles'ta ya Londra'da yapılırdı. İşte bu ikisi en dev hayalim o yüzden. Londra'ya gitmem ise biraz doğaçlama oldu çünkü masraflarını düşündükçe inme iniyordu. Sonra dedim ki nereye kadar erteleyeceksin? Haziran ayında şansıma uygun bir bilet buldum. Daha ortada vize yok... Yaz tatilimde vize çıkar mı çıkmaz mı diye tüm tırnaklarımı yiyerek boşuna dertlendim. Vize için gerekli belgeleri adamakıllı hazırlayınca bir haftada vizem çıktı. O an şöyleydim: Ohaaa, cidden gidiyooooorum! 
Londra benim için Robert Pattinson memleketi. Yani bu cümleye kıçıyla gülenlerle olacak, kusura bakmayın canısı. Biz kültür patlaması yaşamıyoruz, fangirllük yapıyoruz. 2009'dan beri Robert'ın memleketi diye diye Londra hayalleri kurdum. 

 Her fırsatta "Ben Londra'ya gidiyorum," diye heyecanımı insanlarla paylaşmaktan sanırım sıfır heyecanla gittim. Tabii içim kıpır kıpırdı. Bir yandan da süper rahattım; herkes İngilizce biliyor. Her şey İngilizce. Her şey İngiliz! Bu ana kadar hep bir Avrupa ülkesi gezdiğim için (ki gurur duyuyorum çok farklı kültürleri tanıdığım için) bazen bazı şeyler çok yabancı geliyordu. Ama Londra'da sanki her şeye hakimdim. Gitmeden deli gibi gezilecekler listesi yaptım ama o olmasa bile sanki her şeyi görebilirmişim bir his vardı içimde.

Pasaport kontrolünde kalp krizi geçirmeden (bu kontroller bende panik atak yaratıyor) geçince Gatwick Express'le Londra'nın göbeğine, Victoria istasyonuna gittik. Her şey pıt pıt gerçekleşti. Sıfır sorun. (Maşallah ya cidden gram sorun yaşamadım.) Kredi kartınız varsa Oyster Card da almanıza gerek yokmuş, bilginiz olsun. (Oyster Card, bizim otobüslerde kullandığımız kartgillerden.)


Kısaca nereleri gezdiğimden bahsedip, iç dünyama ışınlanmak istiyorum.
İlk gün otelin etrafındaki yakın yerleri gezdik: Trafalgar Meydanı (bildiğiniz Taksim meydanı gibi), St. Martin's in the fields (cadde üzerinde bir anıt), National Gallery (giriş ücretsiz, içerisi sanat kokuyor adeta), M&M World (çikolata dünyası, giren çıkamıyor...) Five Guys (hamburger sevenlerin mekanıymış, ben yerken işkence çektim ama patatesleri efsane, Ed Sheeran da tapanlardan) ve kapanış Waterstone's Book: Bunu biraz anlatmak istiyorum. Avrupa'nın en dev kitabevlerinden biri! Londra'da adım attığım şubelerinden ilki en büyüğüydü. Kaç kat vardı sayamadım ama ilk iki katı bana yetti. Yetişkin kurgu, gençlik kitapları ve çocuk kısmıydı gezdiğim yerleri. Böyle her yere aval aval bakmaktan gözlerim şaşı olacaktı. Okuduğum, takip ettiğim her bir kitabı orada görmek bir yandan gözlerimi doldurdu. Düşünsenize, her şeyi online takip ediyorsunuz ya da size sunulanla (çeviri kitaplardan bahsediyorum) idare ediyorsunuz ve bir gün onlara canlı canlı dokunabiliyorsunuz! Valla yaş 24 ama hala böyle minnacık şeylere gözlerim dolabiliyor. Çok farklı bir his ve deneyimdi benim için. Young Adult kısmında kendimden geçtim. Aman yarabbi! Okumadığımız, keşfetmediğimiz daha milyon kitap var! Size söz, elimden geldiğince aktif bir şekilde young adult kitaplarını sunacağım. E-booklar da dahil! Waterstones'ta kendimden geçtim kendimden! Beni salsalar tüm ömrüm orada geçerdi. Orada mı çalışsam...
Öhöm neyse, kendimi tutamadım ve Cassandra Clare kitapları aldım. N'apıyım, tabiatım böyle. <3 


İkinci gün, en uzak yerden başladım: Notting Hill. Evet canlar, bir film sever olarak elbette film sahnelerini ziyaret edecektim. İzlemediyseniz n'ooolur izleyin. Eski ama unutulmaz filmlerden biridir benim için. Hatta Londra'ya gitmeye teşvik eden sebeplerimden de biri. Her yer fotoğraflık. Notting Hill Bookshop'un önünde fotoğrafım olmasaydı ağlardım. :) Sonraki duraklarımız: Portobella Road, Kensignton Parkı, Hyde Park (işte duygulandığım bir mekan daha! Will Herondale'ın ördekleri kovaladığı park! Böyle her an karşıma Will çıkacakmış gibi etrafa bakındım ama cıkss. Hyde Park'ı bir de yazın görmeliyim.), Sherlock Holmes Müzesi (içeri gezmedik ama dışı bile yeter. 221b <3), Daunt Books (ennn eski kitabevlerinden biri daha.), Oxford Caddesi (adeta Nişantaşı), Regent Caddesi (insan kaynıyor), Soho (barlar sokağı misali...), Foyles (güzel bir kitabevi daha), Neal's Yard ve Monmouth Caddesi.


Üçüncü gün, gözüme kestirdiğim tek bir yer vardı: King's Cross Underground Station! Ne yapın ve edin bu istasyona gidin. (Londra'da metro kullanımı acayip kolay zaten.) Çünkü Platform 9¾ ile karşılaşacaksınız! Hiiç şaka yapmıyorum. Ücretsiz bir sıraya giriyorsunuz, orada bir atkı ve asa seçiyorsunuz (tabii ki Gryffindor'ı seçtim) ve çat çat fotoğraflarınız çekiliyor. İster tek başınıza ister yanınızdaki kişiyle poz verip, güzel bir anı yaratıyorsunuz. Pazar günü gittiğimiz için uzun bir sıra vardı ama hızlı işliyor. Mutlaka böyle bir anınız olsun. <3 Diğer duraklarımız: Skoop Books (mis gibi bir sahaf), Charles Dickens Müzesi (müze gezmeyi sevmediğim için sadece hediyelik kısmında takıldım), Persephone Books (cennetlik, ufak bir kitabevi), London Review Books (gözümü döndüren bir kitabevi daha), Liverpool Street (Karaköy tarzında), Shareditch, Brick Lane, Dennis Severs' House (kapısını çalmadığınız sürece girişin neresi olduğunu çözemeyeceğiniz bir yer, içeri giremedim o yüzden :/) ve son olarak akşam İngiliz bir arkadaşımla Lamb & Flag'da yemek yiyip, sohbet ettik. Efsaneye göre Muggle'ların takıldığı bir mekanmış. :) Gerçek ise Charles Dickens'ın sürekli uğradığı bir Gürcü barıymış. 


Dördüncü gün daha çok İngiliz tarihine odaklanalım istedim, hayal kırıklığı oldu. Sabah Buckingham Sarayı'nda asker görev değişimine denk geldik. Tüylerim diken diken olmadı diyemem, Kraliçe'm içerideyken hele... Polislerden ve şeritlerden geçip St. James' Parkı'na gittik. Sanırım park ve kitabevi hastasıyım. Londra'nın da parklarına aşık oldum. <3 Ağaçların, yaprakların güzelliği... Big Ben tadilatta olduğu için etrafını dolaşıp geçtik. London Eye, hayal ettiğimden daha az gösterişliydi. Thames nehrinin diğer tarafını da görmek istedim. Southbank Centre Book (açık hava sahaf diyebiliriz), Bernie Spain Garden, Tate Modern, Shakespeare Globe, Londra Köprüsü, Londra Kalesi derken çok şükür nehrin diğer tarafına geçtik. Çünkü London Eye kısmı baya hayal kırıklığıydı. Her yer inşaat, ölü sokaklar, soğuk hava dalgası... Yani o tarafı sevemedim ama iyi ki gördüm dedim. Bir daha adım atmam. :)

Buraya kadar sıkılmadan okuduysanız tebrikler, ülkeme sapasağlam döndüm. Ruhumu orada bırakarak... :) Ben baya İngilizmişim ya. Sütlü çayımı da içtim. İnsanlarla rahat rahat konuştum. Bir sonraki gidişimde barlarını gezmek istiyorum. Adamların çok değişik bir kafası var. Gündüz adeta modern, işkolik İngilizler. Akşam barın önünde, buz gibi havada ellerinde bira, sakin sakin sohbet ediyorlar. Londra'da yaşamak istiyorummm! Beni hiç hayal kırıklığına uğratmadın Londra! (Nehrin diğer tarafından bahsetmiyorum, Covent Garden bölgesi candır.) Her şey hayalimdeki gibiydi. Bir sonraki Londra maceramı dört gözle -cidden- bekliyorum.

Son olarak; şansıma tükürsem yeridir. Gittiğim gün Tom Odell Londra'dan ayrılıp, İsviçre'ye gitti. Döndüğüm gün ise Londra'ya ayak basıp, bir kitap lansmanına katıldı. :))) Hayattaki şansımı görebiliyor musunuz? Sonra Jane neden bekar demeyin. İşte böyle hayatımın aşkını kaçırıyorum. Dakikaları, saatleri, günleri kovalamam gerek. Meh. Hiç kıçımı kaldıramam onun için. Daha gezecek çoook ülkem, şehrim, kasabam var.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

P.s. Londra'ya doymadım elbette, gezilecek daha çok yeri var! Londra'ya gitmek isteyenlere ve gideceklere seve seve yardımcı olurum. Gezi planımı detaylarıyla verebilirim. 
-Ve tüm hayaller gerçekleşiyormuş, inancınız yok olmasın. :) Zaman alıyor (on yıl gibi...) ama önünde sonunda gerçekleşiyor.

16 Haziran 2019 Pazar

Tom Odell Kitap Kulübü

Merhabalaaar

Karşınıza yeni bir etkinlikle çıkmak istedim. Ta daaa: Tom Odell Kitap Kulübü
Beni Instagram'dan takip edenler bu duruma şaşırmayıp, kahkaha bile atabilirler. Evet, bu çılgınlığı yapıyorum gençler. 
Beni Instagram'da tanımayanlar için gelin size platonik aşkımdan bahsedeyim.

2014'ten beri Another Love şarkısıyla tanıdığım İngiliz şarkıcı Tom Odell'in üçüncü kez İstanbul'a konser için geldiğini duyunca jet hızıyla bilet aldım. Sonra oturdum tüm müziklerini dinleyip, canlı performanslarını izledim. Ekşisözlük'te hakkında şöyle bir yorum okuyunca "biri zamanında çok fena üzmüş çocuğu, başka bir açıklaması olamaz", hayatını daha detaylı araştırıp, dinlediğim şarkılarının sözlerine baktım. Konserini izledikten sonra beni tutabilene aşk olsun. Instagram'ını kaç kere stalkladım bilmiyorum. Kliplerini milyon kez izleyip, anlamlar çıkarmalar... Canlı performanslarını üst üste izleyip mimiklerini ezberlemeler... Röportaj videolarıyla aşk yaşayıp, aksanına tapmak... Ah aslında benim ruh öküzüm Tom Odell'miş de haberim yokmuş. Niye mi? 

Bir kere müzik kariyerinde ünlü olmak için kendini şekilden şekile sokmuyor. On yılı aşkın süredir Hollywood dünyasını bilirim (sanki menajerim he) ve orada neler döndüğünü az biraz bilirim. Tom, tamamen kendi halinde müzikler yapıyor. Şarkı sözlerinin hepsi anlamlı, top list'lere girsin diye kendini kasmıyor. Çağrılan her mekana gitme gibi bir huyu da varmış. "Kulisimde bunlar olmazsa adım atmam!" diyen egoistlerden değil yani. Hatta şu ana kadar takip ettiğim en egoistsiz şarkıcı diyebilirim. Tipik bir İngiliz. Biraz asosyal, alkolik, utangaç, duygusal ve çok zevkli! 

Instagram'ında bol bol müzik ve kitap önerisi yapıyor. Aslında eskiden her ay bir liste yayınlıyordu şimdilerde kafasına estikçe paylaşıyor bu önerilerini. Kitap önerilerini bir sayfada toplayan Instagram hesabı da var. Geçenlerde bu sayfayı keşfetmemle ben neden bunun Türkçe versiyonunu yapmayayım dedim. Hem de önerdiği kitaplar o kadar kaliteli kiiiğ. Kitapların her birini araştırırken adama daha da tutulur oldum. Kalbim bir İngiliz'e ait artık. 💚
Öhöm, konudan sapmadan size ilk listeyi sunuyorum. 39 kitaptan oluşan bu listeye birkaç tane eklemediklerim de var. Çok eski ve orijinal baskısı bile nadir bulunan kitaplar olduğu için onları hiç yazmadım. Aşağıdaki listede bazı kitapları Türkçe bazıları İngilizce olarak yazdım. Türkçe olanlar tahmin edeceğiniz gibi bizde yayımlananlar. İngilizce olanlarsa ya yayımlanmamış ya da benim Türkçe versiyonlarını bulamadığım kitaplar.



  1. Ağaçkakan - Tom Robbinson / Ayrıntı Yayınları
  2. Silahlara Veda - Ernest Hemingway / Bilgi Yayınevi
  3. Maggie Cassidy - Jack Kerouac
  4. Sahild Kafka - Haruki Murakami / Doğan Kitap
  5. In the Cafe of Lost Youth - Patrick Modiano
  6. Kovan - Laline Paull / Martı Yayınları
  7. The Guest Cat - Takashi Hiraide 
  8. Toza Sor - John Fante / Parantez Yayınları
  9. Gömülü Dev - Kazuo Ishiguro / YKY
  10. Yalnız Bir Avcıdır Yürek - Carson McCullers / İş Kültür
  11. Küçük Şeylerin Tanrısı - Arundhati Roy / Can Yayınları
  12. Tavşan Dibe Vurdu - John Updike / Alef Yayınevi
  13. Ses ve Öfke - William Faulkner / YKY
  14. Franny ve Zooey - J.D. Salinger / YKY
  15. Herkes Tek Başına Ölür (Alone in Berlin) - Hans Fallada / Everest 
  16. Tüylü Bir Şeydir Şu Yas - Max Porter / Monokl
  17. Her şeyimle Ben - Anna Funder / YKY
  18. A Moveable Feast - Ernest Hemingway
  19. Beni Aslı Bırakma - Kazuo Ishiguro / YKY
  20. Uzak Tepeler - Kazuo Ishiguro / YKY
  21. Günden Kalanlar - Kazuo Ishiguro / YKY
  22. Travels with Charley - John Steinbeck 
  23. Ölüme Çağrı - John le Carre / Kırmız Kedi
  24. Alıklar Birliği - John Kennedy Toole / Kırmızı Kedi
  25. Bir Son Duygusu / Julian Barnes / Ayrıntı
  26. It Can't Happen Here - Sinclair Lewis
  27. The Only Story - Julian Barnes
  28. İnci - John Steinbeck / Sel
  29. Gölün Evi - Marilynne Robinson / Kyrhos Yayınları
  30. Bayan Jean Brodie'nin Baharı - Muriel Spark / Siren
  31. Geceyarısı Çocukları - Salman Rushi / Can Yayınları
  32. Hayvanlardan Tanrılara Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi - Yuval Noah Harari / Kolektif
  33. Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez / Can 
  34. Brooklyn'e Son Çıkış - Hubert Selby Jr. /Ayrıntı
  35. Bülbül'ü Öldürmek - Harper Lee / Sel
  36. Stoner - John Williams / Koton Kitap
  37. Güneş de Doğar - Ernest Hemingway / Bilgi
  38. Muhteşem Gatsby - F. Scott Fitzgerald
  39. Yaşlı Adam ve Deniz - Ernest Hemingway / Bilgi

Bu listenin hepsini okuyacak mıyım? Yes baby. Sevdiğim insanların kitap önerilerini daha da dikkate alırım. O yüzden yavaş yavaş bu listeyi tamamlayacağım. Belki iki yıl belki beş yıl belki de on yılı bulur, bilemem. Ama hepsini tek tek inceledim ve okumanın zevkli olacağını düşündüğüm kitaplar bunlar. 
Hatta okuduklarımı "Tom Odell Kitap Kulübü" başlığı altında paylaşmaya devam edeceğim. 👀 Bir süredir kitap almama diyetinde olduğum için listeye hemen başlamayacağım ama benim sağım solum belli olmaz, bir bakmışsınız bu listeden birkaç kitabı almışım bile. Böyle bir şey olursa Instagram hesabımda görebilirsiniz.

İster bana çılgın deyin ister zırdeli deyin. Ne derseniz deyin hayatıma böyle renkler katmayı seviyorum. N'apayım, tabiatım böyle. Aşağıya bir Tom Odell bırakıp, kaçıyorum.



Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not 1: Tom Odell enişteniz, ona göre. 👀 
Not 2: Tom'cuğum bir yay burcu olsa da çok seviyorum be! (Evet, erkek yaylara uyuzum.)
Not 3: Gittiğim editörlük atölyesinde Ernest Hemingway'den bahsetmemiz ve Tom'un da bol bol Hemingway okudunu keşfetmem... Kader bizi birleştirmek istiyorum bebeğim. *-*




12 Haziran 2019 Çarşamba

Kitap Yorumu: Titan 1 - Geri Dönüş / Jennifer L. Armentrout


Merhabaaa

Yıllar sonra Jennifer L. Armentrout okumanın mutluluğu var üzerimde. Bir de yaşlandığımı fark ettim. :( Eskiden eleştirmeden, aptal aptal sırıtarak okurdum kitaplarını şimdi cikcikleyerek okudum. Bir yerlere not aldım, bunu blog'da yaz, eleştir!

Gel gelelim bu dünyayı özlemiş miyim? EVEEET! Seth'i hala seviyor muyum? LANET OLSUN EVET! Ee o zaman yorumlayalım bakalım neler oluyormuş bu yeni seride. 😍

Melez Sözleşmeleri'ni en son 2014'te okumuşum. Üşenmedim, blog'taki yazılarımı okudum. Sırıttım. Vay be dedim, zaman ne kadar hızlı geçiyor. Daha sanki dün okuyordum bu seriyi. Sonra öfkelendim. Yazarın Seth'i nasıl çiğ çiğ yediğini hatırladım. Sövdüm. Meh, biz Seth severleri avutmak için Titan serisini yazıyor ama yemezler. Aiden'la Alex sonsuza kadar mutlu olsun diye Seth'i kurban seçmişti. Çocuğum Apollyon olmamalıymış, asıl Apollyon Alex'miş. Tanrı Katili'ni durdurmak için Ares'e yem ettiler kuzumu. Sonra da vay efendim o artık düşmanımız, dediler! Hadi bir şans vermek için şimdi de Apollo'nun yemi olsun, ölünce de ruhu Hades'e ait olsun dediler. Dediler de dediler. Enerjimi emmişti Melez Sözleşmeleri'nin son kitabı... Gel zaman git zaman, yıllar sonra Seth'e kavuştum.

Bu kitabı okumamak için baya direndim. Eh, biraz geciktim. Yaş 24 oldu, olacak (öhhöm 14 Temmuz) ben daha yeni okuyorum. 19 yaşındaki Jane'le 24 yaşındaki Jane aynı olur mu? Olmaz. O yüzden kemerlerinizi bağlayın, eleştirilerime hazır olun. Ama önce şunu söyleyeyim: Seth canımdır. *-*

Kitap, Avcı'dan (MS - 5. ve final kitabı) hemen sonrasını anlatıyor. Tanrılar ne diyorsa onu yapan Seth, bir gün Apollo'dan farklı bir görev alır. Hiç tanımadığı bir kızı koruması ve Güney Dakota'daki Akit'e götürmesi gerekiyordur.
Josie Bethel. Yeni kız karakterimiz. Seth'in yeni kurbanı. Ve, eee, şey, umarım bu spoiler olmaz, Apollo'nun kızı. 😈 Bunu söylemem lazımdı çünkü olaylar bundan sonra şekilleniyor. Apollo'nun nasıl bir kızı olabilir derseniz mesele çok karışık. Okurken biraz esnemiş olabilirim. O yüzden detayları kitaptan alırsınız ama şunu söyleyeyim Josie bir yarı tanrı. Güçleri henüz gün yüzüne çıkmasa da ortalığı mahvedecek bir potansiyele sahip.

Tahmin edeceğiniz gibi Seth ve Josie arasında bir şeyler olacak... *Göz deviriyorum.*

Kitapta sevdiğim şeyler:

  • Seth'i çok özlemişim! Ukalalığını, komikliğini, çapkınlığını, özgüvenini, egosunu... Böyle ilk diyaloğundan son diyaloğuna kadar sırıttım. 
  • Seth ve Apollo sohbetlerine bayıldım! Kahkaha atmaktan durup, tavanı izledim. 
  • Aiden'ın kardeşi Deacon'ı görünce kalkıp oynadım. Mini Ivashkov olduğundan bahsetmiştim daha önce. Bu lafım hala geçerli. <3 
  • Yunan mitolojisinden minik bilgiler okumayı özlemişim. Jennifer bu konuda çok becerikli. İnsanı boğmadan ince ince işliyor konuyu. 
  • Kısacası, bu dünyayı ve karakterleri çoook özlemişim. *-*



Kitapta sevmediğim şeyler:

  • Josie'yi sevdim, şapşal biri. Beceriksiz ama deniyor, çabalıyor. Sadece sıradan hayatına aniden bu kadar değişiklik gelince hemen ayak uydurması gözüme battı. Hemen savaş moduna girdi. Hemen eğit beni Seth havalarına soktu kendini. Bebeğim, sen hayırdır? 
  • Seth'in, Josie'den hemen ama hemen etkilenmesi... Daha iki gün önce Alex diye bir yerlerini yırtıyordu. Şimdi kalkmış diyor ki Alex'e karşı hislerim gerçek değilmiş aslında. BOK! Alex'i sevmem ama onun için yaptıklarından sonra bu söylediklerin yavan geldi kuzum.
  • Josie'nin vücudundan çok etkilenmesi deli etti beni. Bir kalça, iki meme görünce kendinden geçti Seth. Burada feminist duygularım devreye girdi. Her şey kalça ve meme mi? Ya da dudak ısırma? Ruha da aşık olan yok mu yav?
  • Klişeler yok muydu, vardı. Artık onları görmezlikten geliyorum yoksa kitap çöp olur benim için.

Şaşırdığım tek şey, Alex ve Aiden'ı görmememiş olmam. Henüz. Elbet gelecekler ama aniden köşeden fırlayacaklarmış gibime geldi.

Neyse. Valla güzel okudum kitabı. Devamını da alacağım. Son kitap henüz bizde yayımlanmadı ama olsun. O çıkana kadar anca okurum seriyi. Seth ya, sövsem de çok seviyorum bu karakteri. <3

"Tanrı savar diye bir şeyin olup olmadığını ve onu nerede bulabileceğimi merak ettim." Zırt pırt ortaya çıkan Apollo için söylüyor Seth. :D

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

P.s. Bu blog yazısını 10 yıllık yoldaşım Harika'ma ithaf ediyorum. <3 Hem kitabı okumam hem de yorumunu hemen yapmam için başımın etini yedi. Canı sağ olsun. :D

6 Haziran 2019 Perşembe

Kitap Yorumu: Normal People - Sally Rooney

Merhabalaar

Benden henüz bıkmadığınız değil miii? Yemedim, içmedim tatilde taslak blog yazıları hazırladım. Haziran ayı dopdolu olsun istedim. Hazır yazma modundaydım, kim tutar beni??? 

Bu kitabı öyle ya da böyle gördüğünüzü varsayıyorum? D&R'daki indirimlerde bile görmüş olabilirsiniz. 2018 Man Booker Ödüllü Sally Rooney'in ikinci kitabı olan Normal People'ı ilk kez Frankfurt Kitap Fuarı'nda görmüştüm. Başta kurgu dışı bir kitap sanmıştım. O yüzden hiç okumak aklımda yoktu. Sonra yazarın ilk kitabı "Arkadaşlarla Sohbetler" Monokl Yayınları'ndan çıkınca bir araştırma yapayım dedim.
Normal People'ın arka kapak yazısını okuyunca bu hem benim olmalı hem de hemen okumalıyım diyerek tuzlu bir fiyata kitabı aldım. Henüz Türkçede yayımlanmadığı için İngilizceden okudum. Dili ağır değildi. Bazı betimlemeler gözlerimi yordu ama sağ salim bir şekilde kitabı bitirdim.

Kitabı blog'a yazmak istedim çünkü içimi dökmem lazımdı. -.- Kitabın yarısına kadar "Ah, çok güzel. Evet, işte bu. Bu kız bana benziyor. Aaa bu ben," derken sonra baktım hep aynı döngü içerisindeyiz, "Neler oluyor yahu, bi kendinize gelin," demeye başladım. Kitabın sonunda zaten kitabı fırlatmak istedim. Fırlatmadım tabii; hem pahalı hem de kapağı çok güzel be!
Bir de kitabı okurken aklıma hep Bir Gün (David Nicholls / Pegasus Yayınları) geldi. Birebir aynı olmasa da yaşanılan bu döngü bana oradaki kurguyu anımsattı.
Normal People'da durumu çok iyi ama asosyal olan Marianne ile çok zeki olan ama maddi sıkıntılar yaşan Connell'in hikayesini okuyoruz. Ortaokuldan beri birbirlerini tanıyan bu ikili, değişik bir ilişki yaşamaya başlıyor. Connell'in annesi Marianne'nin evine temizliğe gittiği sırada Marianne de Connell'in evine geliyor ve beraber oluyorlar. Bu beraberliklerini herkesten gizli tutuyorlar çünkü Connell okulda ne kadar popüler biriyse Marianne o kadar asosyal ve sevilmeyen biridir. 
Gel zaman git zaman, hayatlarının belirli dönemlerinde hep bir araya geliyor. Kitabın geçişleri şu şekilde oluyor: 3 ay sonra... 5 hafta sonra... 8 ay sonra... 
Bu geçişler biraz kafa karıştırıcı gelebiliyor çünkü bir yandan günümüzdeki olayları anlatırken aniden geçmişe gidip, o geçiş süresinde yaşanılan bir olayı anlatıyor yazar. Ve anlatıcı bazen Marianne bazen de Connell oluyor. Diyaloglar için tırnak işareti de kullanmayan yazarı alkışlıyorum. Kitabı okurken baya meydan okudum kendime. :) Türkçe olsa hadi neyse derdim ama İngilizce okurken kurguyu karıştırmamak için çok dikkatli okudum. (Okumak iki haftamı aldı bu arada.)

Neyse. Konuya döneyim. Hayatlarına sürekli birileri girip çıksa da hep kendilerini birbirlerinde bulan Connell ve Marianne bir süre sonra göz devirmeme sebep oldu. Nasıl bitecek sorusuyla kitabı okumaya devam ettim ve kitabın sonundaki cümleyle kalakaldım: What the fuck??? Durup, yazarı sorguladım. Bu kitabı yazma amacı neydi? Peki ya çok dev bir ödül olan Man Booker'ı alma sebebi neydi? Sorun bende miydi? Kafamda deli sorular...

Aslında biraz durup düşününce farklı anlamlar da çıkarmaya başladım. Marianne, sorunlu bir aileye sahip. Babası ölmüş ama neden öldüğü bilinmiyor. Annesi, çok kendi halinde biri. Abisi denen ahmak kızın üstüne yürümek dışında yaptığı bir şey yok. Yani tamamen sevgisiz olan Marienne'nin kendini sürekli Connell'de bulması beni şaşırtmadı. Onun sevgisi dışında hiçbirinin sevgisi umrunda değil. Ama Connell bunun farkında olmadığı için sürekli ya yanlış bir şey söyleyerek kalbini kırıyor ya da farklı seçimler yaparak yollarını ayırıyor. Şimdi böyle yazınca daha mantıklı gelmeye başladı kitap. Hatta bir bölümde Marianne şöyle diyor: Sorun bende mi? Kimse niye beni sevmiyor?
Connell sürekli dolaylı yollarla sevdiğini belirtiyor ama Marianne'nin istediği bu değil.

Yine de daha başka bir son beklerdim. Açıkta kalmış. Son cümleyle beraber yazar, kurguyu bize bırakmış aslında. "Alın, bundan sonrasını siz hayal edin," demiş de olabilir "Bundan sonrası yine aynı döngü içerisinde olacak, yazmama gerek yok," da demiş olabilir. 

Bakalım, Türkçesi çıksın da gelen tepkileri merakla bekleyeceğim. Bu arada yazarın diğer kitabını da okuyacağım. Anladım ki normal bir yazar değil kendisi. En sevdiğim insan tipi. *-*

Ay, minik bir romantik alıntı bırakayım da öyle gideyim. İçimde kalır... 

Marianne, he said, I'm not a religious person but I do sometimes think God made you for me. (Marianne, inançlı bir insan değilim ama bazen Tanrı'nın seni benim için yarattığını düşünüyorum.)

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

5 Haziran 2019 Çarşamba

Kitap Önerisi: Sabit Hat - Rainbow Rowell

Merhabalaaar

Rainbow Rowell'ı çoook sevdiğimi söylemiş miydim? *-* Sarılmak istediğim yazarlardan biri kendisi. Geçen hafta New York Kitap Fuarı'na katıldığını duyunca ağlayasım geldi. O fuarda olabilirdim ben de ama ekonomik durumlar sağ olsun bu sene her şey yalan oldu. -.-
Neyse, sinirlenmeyeceğim sinirlenmeyeceğim. Güzel günler bizi bekler. La la laa laaaaaağ...

Gelelim Sabit Hat'a... Ya ben basit konulu kitapları ayrı seviyorum sanırım. Klişe olmadığı sürece. :) Böyle saf, sade, kendi halinde olan karakterleri ve akışkan kurgusu olan kitapları herkese önermeden duramıyorum. Hatta kitap şu an bir arkadaşımda, tatilde okuyor. *-*

Sabit Hat da sırıtarak ve "yiaa" diyerek okuduğum bir kitaptı. Kitabın arka kapak yazısındaki şu cümle direkt beni kendine çekmişti zaten: Aşkta ikinci şansı yakalasaydınız, aynı kararları mı verirdiniz? Yani böyle bir şey yaşamadım özel hayatımda ama kurgu olarak nasıl işlenmiş çok merak ettim.

Evli ve iki çocuklu Georgie, çok önemli bir dizinin senaryosu için Noel'de çalışması gerekir ve bu da ailesiyle olan planını iptal etmesi anlamına gelmektedir. Bu duruma çok bozulan eşi Neal, kızları alıp annesine gider. Georgie bir yandan senaryo üzerinde çalışırken diğer yandan her gün eşine telefonla ulaşmaya çalışır. Ama ya çocuklar ya da kayın validesi telefona çıkar. Morali bozulduğu ve yalnız kalmak istemediği için annesinin ve kız kardeşinin yanına gider. Ergenliğinde kaldığı odasına gidip, oradaki sabit telefondan tekrar eşine ulaşmaya çalışır. Ve bam! Neal'le telefonda konuşmaya başlarlar. Fakat telefondaki Neal, 17 yaşındadır.

Ahhhh, şimdi yazarken bile içim kıpır kıpır oldu. Çok eğlenceli diyaloglara şahit olacaksınız. Georgie'nin baştaki şaşkınlığı, sonra olayları toparlayışı, kız kardeşinin her şeyi yanlış anlaması... Hem komik hem dram hem de fantastik bir hikaye! Rainbow ne yazsa gözüm kapalı alırım artık.

Okumadığım son bir kitabı (İlişkiler) kaldı, onu da alıp okuyacağım en kısa zamanda.

Ne olur okuyun bu kitabı. <3 Duygusuz gibi duran ama aşka aşık olan bir yengeç öneriyor bu kitabı size. 💚

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane 

4 Haziran 2019 Salı

Dizi Önerisi: Chernobyl


Bayramın ilk gününden herkese merhaba!

Jane ortalarda yok dediler, nerede bu blog yazıları dediler. Sahalara geri döndüm. Bir ara yazmayı bıraktım çünkü ne zamanım ne de sabrım vardı. Günlük bile yazmaz oldum. :( Yetişkin mi oluyorum ne?!
Konuyu saptırmayacağım. Hayatımda artık tatil günleri altın değerinde. Çünkü hobilerime vakit ayırmak için bu zaman dilimlerini kovalıyorum. Bu tatilde HBO'nun yeni mini dizisi Chernoybl'i izledim. 
Lisedeki tarih derslerimde genellikle uyuklarken bazen ilginç konular konuşulduğunda kulak kesilirdim. Bunlardan biri de Çernobil olayıydı. Kimyasal, patlama, insanlık tarihi, radyasyon... Çernobil'i bu kelimelerle hatırlıyordum ama tam olarak ne olduğunu bilmiyordum açıkçası.
Sonra mini dizisi yapıldığını duyunca açtım, okudum tüm haberleri. Dehşete düştüm. 
İnsanlık tarihinin en büyük olaylarından biri sayılıyor! 

Ukrayna'nın Çernobil şehrindeki nükleer santralinde bir deney sonucu patlama gerçekleşir. (Nisan 1986) Bu patlamayla beraber çok yüksek oranda radyasyon yayılır. Sadece Ukrayna değil Avrupa ve Türkiye'nin Karadeniz bölgesi de etkilenir. Patlamadan sonra önlemler alınırken birçok insan (sayı belirtilmiyor) ya yaralanıyor ya ölüyor ya da çok fazla radyasyona maruz kaldığı için haftalar, aylar hatta yıllar sonra ölüyorlar. 
30 yıl geçmesine rağmen günümüzde de patlamanın etkileri görülüyor. O bölgedeki insanlar kansere yakalanıyor, doğan çocuklarda kalıtsal hastalıklar meydana çıkıyor. Ve bu durum en az 100 yıl daha devam edecek gibi duruyor. (Belki de daha fazla...)
Çok değil, sadece 30 yıl önce gerçekleşmiş bu felaketin belgesel-dizi olarak beyaz perdeye yansıtılması çok iyi olmuş. Bilmeyenler de öğrenmiş olacak.

Diziye gelirsek... Korkunç bir şeydi. 5 bölümden oluşan bu dizi, Çernobil'in bilinmeyenlerini gün yüzüne çıkarmış. Hem gerçek hikaye hem kurgu çok güzel harmanlanmış. Gerçekteki insanları canlandıran oyuncu seçimleri de titizlikle yapılmış. Adeta Çernobil'i yeniden yaşatmışlar.
Tırnaklarımı kemirerek izledim. Hayatını bile bile tehlikeye atan işçiler, imha edilen hayvanlar, geçici bir süreliğine diyerek insanları evlerinden tahliye etmeleri, radyasyona maruz kalan insanları tek tek yok oluşları, şehrin terk edilişi... Sadece üç ahmağın verdiği bir kararla tüm dünyayı etkileyen bu dehşeti izlemenizi öneririm. Daha da bilinçlendim. Mesela, bu Çernobil'deki nükleer santralini kuran firmanın şu an Mersin'de çalışmalar yaptığını ve şimdiden zeminde iki çatlak oluştuğunu biliyor muydunuz? Kim bilir, bu dehşeti izliyorken belki de gelecekte aynı şeyleri biz yaşayacağız.

Son olarak; Çernobil terk edilen bir şehir olsa da günümüzde ziyarete açık bir yer. Tabii elinizi kolunuzu sallayarak giremiyorsunuz. Maske takmak ve özel kıyafet giymek zorundasınız. Açık alanda yemek yemek yasak. Yere bir şey düşürürseniz geri alamıyorsunuz. Aynı şekilde oradan bir şey alamıyorsunuz. Radyasyon ölçer bir alet veriyorlar, bu aletle gezerken aşırı yüksek radyasyon içeren yerlerden uzak duruyorsunuz. Bu geziyi bir rehber eşliğinde yapıyorsunuz. 
Sanırım bir de birkaç yıl önce bu gezi sonrası saç, sakal kesimi zorunluymuş. Yani şehirden çıktığınız an saçlarınızı kısacık kestirmeniz gerekiyormuş. Ama günümüzde öyle bir zorunluluğu yok. Yine de girerken ve çıkarken bir kontrol makinesinden geçiyorsunuz. Ve tüm riskleri aldığınıza dair bir belge de imzalamanız gerekiyor. Bu geziyi gerçekleştiren Orkun Işıtmak'ın Çernobil videosunu izlemenizi de tavsiye ederim.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

5 Mayıs 2019 Pazar

Kitap Önerisi: Nevermoor - Morrigan Crow'un Büyük Sınavı

Selamlar
Mayıs ayının gelmesiyle bana bir enerji patlaması geldi. Eskiden kış insanıydım şimdi güneş açsın, sokaklar renklensin, hoppidi hoppidi dans edelim modundayım. İnsan yaşlandıkça değişiyormuş gerçekten. 
Ama konumuz bu değil elbette. Ben yine konuya çok başka yerden girdim. 😊

Efenim, Tom Odell dinlemediğim, Netflix'te dizi izlemediğim, orada burada sosyal olmadığım zamanlar kitap okuyorum tabii ki. Bunlardan biri de Nevermoor! 💚 Kitabı ilk kez Bolonya Çocuk Kitapları Fuarı'nda görmüştüm. Stantlarda rengarenk şemsiyeler asılıydı ve burada neler oluyor diye girip bakmıştım. Meğersem bizde de çıkmak üzereymiş o zamanlar. Biriciğim Domingo Yayınları yayımladı. (Kendilerine ayrı bir hayranım.) Sayelerinde yıllar sonra middle grade serisi okumuş oldum. 
37 dile çevrilip, sayısız ödül alan bu kitabın arka kapağını ve yorumlarını okursanız adeta Harry Potter tadında olduğunu anlayacaksınız. Ama ben hiç bir benzetme göremedim. Gayet de özgün bir hikaye oluşturmuş yazarımız. Ufak tefek şeyleri göz ardı edeceğim. :)

Kitap hakkında uzun uzun yazmayacağım ama +10 yaş canlarıma deli gibi önermek istiyorum bu kitabı. Morrigan'ı tanımanız lazım! Kendisi on bir yaşında, sevimli mi sevimli bir kız. Fakat herkes onu lanetli olarak tanımlıyor. Zira, birine yan gözle baksa bile o kişinin başına bir iş geliyor. Örneğin: Bugün İstanbul'da hava ne güzel, dese o gün fırtına çıkıyor. İşte böyle de değişik bir gücü var karakterimizin. 

Gel zaman git zaman, on birinci yaş gününe saatler kala karşısına garip bir adam çıkar: Jüpiter North. Morri'yi kaptığı gibi Nevermoor'a götürür. Nevermoor, isminden anlaşılacağı gibi garipliklerle dolu bir yerdir. Konuşan dev kediler mi dersiniz, cüce vampirler mi... Ne derseniz deyin bu dünyayı ve Morri'nin maceralarını çok seveceksiniz bence. Yaşım 24 olmasına rağmen sırıtarak okudum. 

Bu kitapta, Morri'nin Wunderous Cemiyeti'ne girme çabalarını okuyoruz. Bu aşamalarda birbirinden ilginç sınavlara tabi tutuluyor. En sonunda ise bir yeteneğinin olduğunu ispat etmeli. Acaba öyle bir yeteneği var mı?

Yazar, bu seriyi iki kitaplık düşünüyor ama daha da arttırabilir. İkinci kitap, 2020'nin başında yayımlanacak. 👀 Yaş kaç olursa olsun, okuyunuz efenim. 

Not: Kitabın filmi de çıkacak. 👏👏👏👏
Not 2: Taylor Swift'in yeni şarkısı "ME!"nin klibini de nedense bu kitapla çok bağdaştırdım. Mutlaka izleyin!

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

10 Nisan 2019 Çarşamba

Kitap Yorumu: Gölge Avcısı Akademisi'nden Hikayeler - Cassandra Clare

Selamlar 

Günün yorgunluğunu Kraliçe'm Cassandra'nın bir diğer kitabı olan Gölge Avcısı Akademisi'nden Hikayeler'in yorumunu yazarak atıyorum. Hani şu mis gibi reklam kokan kitap... Valla yorum yaparken babama bile acımam, çatır çatır yazarım. Beni bilen bilir, Cassandra'ya taparım. Ne yazsa okurum. Onun için gittim 800 küsur sayfa gözlerim kör olurcasına İngilizce kitap okudum. Yetmedi, çıkan her kitabını aldım. Yetmedi orijinallerini bile almaya başladım! Menajeri olsam bu kadar ismini duyurmazdım. Neyse. Konu dağılmasın.
Cassandra'nın Shadowhunter dünyasını aşırı seviyorum. Eklediği her bir yeni karakteri, üvey demeden bağrıma basıyorum. Bu dünya için yazdığı, yazacağı her kitabı da okurum. Ama sevgili yazarım, bazen durmak lazım.
Mesela bu kitabı iyi ki yazdın ama sanki zorlama olmuş gibi. Ki 3 farklı yazarın da ekmeği var bu kitapta. O yüzden orijinal bir Cassandra kitabı değil bence. Bunu da hissetmedim değil. Tamam, karakterlerimiz orijinalliğini korumuş ama kurgularda böyle başkasının dokunuşları olduğu belliydi. Tanırım ben Cassie'yi... 
Ama en güzel tarafı sevdiğimiz tüm karakterleri görüyoruz. Ay, pardon. Tüm sevdiğimiz karakterler mi dedim? Will Herondale her zamanki gibi yoktu! Allaaaam en sevdiğim karakter o ve resmen harcadı Will'ciğimi. :( Herkes mutlu, herkes huzurlu. Will Herondale... Neyse. Söylenmeyeceğim.

*EĞER GÖLGE AVCISI SERİSİNE DAİR BİR KİTAP OKUMADIYSANIZ YA DA HALA OKUMAYA DEVAM EDİYORSANIZ BUNDAN SONRASI FENA SPOİLER İÇERİR. LÜTFEN TÜM KİTAPLARI OKUMUŞ OLANLAR DEVAM ETSİN.*

Gelelim kitabın içeriğine. Odak noktamız Simon Lewis. En şapşal karakterimiz. En sıradan karakterdi ta ki vampir olana kadar. Sonra bir fedakarlık yapıp vampirlikten kurtulunca Gölge Avcısı olmaya karar verdi. İşte Simon'ın bu maceralarını okuyoruz. Akademiye nasıl başladı, neler yaşadı, kimlerle karşılaştı, başına neler geldi... 10 hikaye var. Her birinde farklı olaylar olsa da birbirleriyle bağlantılı. 
İlk hikayede Simon'ın akademiye gelişi anlatılıyor. Oradaki arkadaşları, öğretmenleri ve ortam tanıtılıyor. George adında aşırı sempatik bir oda arkadaşı oluyor. *-* George Lovelace. Soyadı tanıdık geldi mi? 
Bir sonraki hikayede merakla beklediğimiz karakter ortaya çıkıyor: Isabelle Lightwood. Biliyorsunuz, Simon ölümden döndükten sonra hafıza kaybı yaşamıştı. Çoğu şeyi hatırlamıyordu. Izzy de buna dahil. Yaşadıkları ilişkiyi falan gram hatırlamadığı için kitap boyunca bu ikisinin tatlı tartışmalarına şahit olacaksınız. Simon'ın aşırı şapşal hareketleri çok hoşuma gitti. Tam olarak "zıt kutuplar birbirini çeker" çifti olmuşlar. 
Üçüncü hikayede... Ayy bir şey diyeceğim. Ben iyice yaşlandım. Yukarıda o kadar atarlandım ama bu hikayede Will'i okuyoruz. :D Şöyle oluyor: Simon'ın girdiği derslerden birine Tessa konuk oluyor ve geçmişteki bir söylentinin gerçek tarafını anlatıyor. Bu yüzden geçmişe gidip, Will'in olduğu bir sahneyi okuyacaksınız. Ah ah... O sayfalar hiç bitmesin istedim!
Dördüncü hikayede Tessa'nın ve Will'in oğlu James'le ilgili bir hikaye okuyoruz. İlginçti. Aslında bu kitap sayesinde kıyıda köşede kalmış, sessizce ön plana çıkmayı bekleyen karakterlerin ön hikayelerini okuma fırsatımız oluyor. Böyle diyorum çünkü buzdolabı gibi dolaşan Robert Lightwood hakkında bilmediğimiz bir sır ortaya çıkıyor mesela. Ya da Helen Blackthorn'ı daha yakından tanıyoruz. Anne ve babasının hikayesini ilk kez detaylı okuyoruz.
Sonrasında Mark ve Kieran'la da karşılaşacaksınız. Bu kitabın geçtiği dönem, Sebastian felaketinin yaşanmasından hemen sonraki dönem. O yüzden Emma, Julian falan daha küçücük. Tabii onları da göreceksiniz.
En güzel tarafı ise ilk kez Magnus'la Alec'in ne zaman ve nasıl çocuk sahibi olduğunu okuyoruz. Ah, öyle güzel bir sahneydi ki...Ve çok anlamlı. Team Malec canım...
Son olarak, birbirinden değişik ve ilginç hikayeler okuduktan sonra Simon'ın Ölümcül Kupa'dan bir yudum alıp, yeminini ederek resmi olarak Gölge Avcısı oluşunu okuduktan hemen sonra bir olay yaşanıyor. Böyle ben huzurlu huzurlu kitabı okurken o sahneye gelince aniden gözlerim doldu ve yazara baya söylendim. Bu kadın mutlu son sevmiyor -benim gibi. Yani öyle ters köşe yaptı ki, artık kanmayacağım dediğim anda bile pes edip hüzünleniyorum.
Valla her bir karakterine nasıl bağlıyorsa öyle de koparıyor sizden bu cadaloz Cassie. Canım ciğerim ama testere mübarek.
Her neyse. Yazının başında baya söylendim ama şimdi diyorum ki iyi ki okumuşum! Bu dünyaya doyamıyorum. Hep daha fazlası diyorum ki bence daha fazlası da gelecek. Kadının hayal gücü dur durak bilmiyor. Aman nazar değmesin. Tühtühtüh. O yazsın, ben okuyayım.
Dün ben kitabı bitirirken yepisyeni bir kitabı da çıktı: Red Scrolls of Magic. Magnus ve Alec'in dünyayı gezerken yaşadıkları maceraları anlatıyor. Üç kitap olacak. PDF'ni bulursam hemen okumaya başlayacağım. N'apalım, Türk okuru olmak zor bu devirde.

Efenim, Jace'lerden bahsetmedim ama sanmayın ki yoklardı; bol bol yer alıyorlar. Aklınıza gelebilecek her karakter kitapta yer alıyor. Fırsatınız olursa okuyun mutlaka. Cassandra Clare bu, boru mu canım?

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

6 Nisan 2019 Cumartesi

Kitap Yorumu: Yakın - Octavia E. Butler

Size mükemmel ötesi bir kitap önerisiyle geldim! 2019'u yarılamak üzereyiz ve cidden enfes kitaplar okumaya devam ediyorum.

Octavia E. Butler, özel bir yazar çünkü ilk siyah kadın bilimkurgu yazarı kendisi. Onu keşfettiğim ve Yakın adlı kitabını okuduğum için gerçekten gurur duyuyorum! Bir efsanesin Butler!

İthaki'nin Bilimkurgu Klasikleri serisine giderek daha bağımlı hale geliyorum. Yakın, okuduğum 3.kitap bu seriden. Seri dediğime bakmayın, kitaplar birbirinden bağımsız. Her biri baş yapıt! Bu serinin editörüne kucak dolusu sevgiler gönderiyorum. Kitap seçimleri bir harika.

Gelelim Yakın'a... Artık işim, evimden çoook uzakta olduğu için yollarda daha çok kitap okuyorum. Yakın'ı da yollarda okuyarak bitirdim diyebilirim. Her sabah erken kalkmama rağmen heyecanla kitabı okudum. Vapur iskeleye yaklaşırken kitabı bırakmak zorunda olduğum için söylendiğim zamanlar bile oldu. Gerisini siz düşünün...

Siyah bir kadın olan Dana ve eşi yeni evlerine taşınma sürecindedir. Tam bu sırada aniden Dana'nın midesi bulanmaya ve başı dönmeye başlar ve birden kendini evinden çok uzakta bir yerde, nehrin kıyısında bulur. 
O an nehirde boğulmak üzere olan küçük bir çocuğu kurtarır: Rufus. Bu olaydan sonra Dana, sık sık zaman yolculuğu yapmaya başlar. Köleliğin en sert dönemlerinin yaşandığı Marylan'e istemsizce yolculuklar yaparak her defasında Rufus'un hayatını kurtarır. Rufus, Dana'nın atalarından biridir ve bu zaman yolculukları sayesinde kölelik anlayışını değiştirmeye çalışır.

Kitabın genel hatları böyleydi. Ah, bir de bana sorun! Bazı sahnelerde Dana'yla beraber benim de canım çok yandı. Eski döneme ışınlandığı zaman, bir siyah kadın olarak köle muamelesi gördü. Kaderini değiştirmek için buna göz yumdu ve hem fedakarlıklar yaptı hem de gereksiz yere çok fazla acı çekti. Kırbaçlandı, dövüldü, aşağılandı... Tanrım! İyi ki bu anlayış günümüzde artık yok dedirtti. Yazar, köleliği tüm çıplaklığıyla kurguyla harmanlamış ve bizlere sunmuş. 

Bu kitabı başka nasıl anlatsam bilemiyorum. Uzun zamandır bu kadar etkilenerek bir kitap okumamıştım. Artık biri öneri istediğinde aklıma gelecek kitaplardan biri olacak. Yakın, hem eşsiz hem nadir bulunan büyülü bir eser olmuş. Şu söz bile her şeyi açıklıyor aslında: "Yakın, zincirlerinden kurtulmaya çalışan insanlığın özgürlük çığlığı."

Zaman yolculuklarını konu edinen kitapları ayrı severim ama böylesine anlamlı bir kitap daha önce okumamıştım sanırım. Bir de feminist yönlerim de var benim. O yüzden bu kitabı çok benimsedim. Okurken kendimi Dana'nın yerine koydum ve çoğu zaman onunla gurur duydum. 

Yorumu şu sözle bitirmek istiyorum: "Geçmişimizi görmezden gelmek, bizi hatalarını tekrar etmeye teşvik eder."

Lütfen okuyun. 💜

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Napoli Romanları 4: Kayıp Kızın Hikayesi - Elena Ferrante

Merhabalar

Napoli Romanları'na veda etmek ne zormuş! Son kitabı okuyalı neredeyse 2 ay olacak ama anca yorumunu yazabiliyorum. Çünkü bu seriden kopmak istemiyorum. :(

Hatta 6 gündür Bologna'daydım. Gezdiğim kitapçılarda sürekli karşıma serinin hem İtalyancası hem de İngilizcesi çıktı. Almamak için zor tuttum kendimi! Bir daha İtalya'ya gidersem sanırım sırf koleksiyonuma eklemek için serinin bir kitabının İtalyancasını alacağım. Çünkü canım Ferrante. *-*

Gelelim serinin 4. ve son kitabı Kayıp Kızın Hikayesi'ne...

İlk kitapta, 60 küsur yaşında olan Lila'nın ortadan kaybolmasıyla tüm olayları Elena'nın gözünden okumaya başlamıştım. En sonunda Lila'ya ne olduğunu öğreneceğim diye heves ederken kitabı bitirince uzay boşluğuna adım atmış gibi hissettim. Lila'ya ne olduğunu bilmiyoruz. Kocaman bir soru işareti! Nasıl ya? 

Son kitabı da soluksuz okudum. Elena'nın Nino'yla beraber olup, hayatını nasıl mahvettiğini okumak gerçekten heyecan vericiydi! Bu da yetmezmiş gibi ondan bir çocuk yaptı... Sonracığıma baktı ki Nino hiç değişmemiş, yalan üstüne yalan söylemeye devam ediyor, onu birçok kadınla aldatıyor hooop kendi hayatını kurmaya çalışmaya başladı. Zorlu bir annelik sürecinden geçerken yeni kitaplar yazdı. Eski eşi Pietro'dan da bol bol yardım aldı. Lila'ya görüşmeye devam etti ama araya hep iş güç girdiği için eskisi gibi yakın değillerdi.
Ah, asıl sürpriz onların çocuklarındaydı! Allaam böyle gözlerimi pörtlete pörtlete okudum. 

Olaylar arka arkaya gerçekleştiği için kitabı elimden bırakmak mümkün değildi. Bu kitabı, hayatımın en yorucu ve yoğun döneminde okudum bir de! Ama bitirince vay be dedim... Bir daha Napoli Romanları gibi bir seri okuyabilirim miyim, emin değilim. Başta Elena ve Lila olmak üzere birçok karakteri hem çok sevdim hem de onlara çok sinir oldum. Yazarın, karakterler üzerindeki duygu değişimleri inanılmaz gerçekti. Sanki tüm karakterler gerçek kişilerdi. (Belki de öyledir, kim bilir?) 
Bir de ben şu tarz hikayeler okumayı çok severim; iki baş karakterin her dönemini hem detaylı hem de boğmadan anlatılması. Ferrante bu konuda uzman bence. Elena ve Lila'yı küçük bir kızken tanıyoruz. Sonra ergenlik çağı geliyor, gençlik dönemleri, ilk sevgilileri, evlilikleri, çocuklarının olması falan derken sonunda yaşlılık dönemlerine geliyoruz ve geriye dönüp baktığım zaman neler olmuş neler diyorum.

İnanılmaz bir kurgu, inanılmaz bir baş yapıt. Seri tam zamanında bitmiş bence. Bir kitap daha olsaydı uzatmalı olaylar olurdu. Evet, Lila'ya ne olduğunu bilmiyoruz ama Elena da bilmiyor ve bunu böyle kabul ediyor. Çünkü Lila, çoğu zaman ya vardı ya hiç yoktu. 

Umarım seriyi okursunuz. Çok sevdiğim serilerden biri oldu. Bir gün olurda Napoli'ye yolum düşerse kitapta adı geçen mekanları da ziyaret edeceğim. *-*

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

24 Mart 2019 Pazar

Jane Neler Yapıyor?

Ah Jane neler yapmıyor ki...


Merhabalar efenim. Tam bir aydır sesim soluğum çıkmıyor. Beni tanıyanlar depresyondayım sanıyor. Oysa depresyona ayıracak bile vaktim yok. :) İş hayatına öyle bir daldım ki henüz gökyüzünü göremiyorum. Şikayetçi değilim yahu, tam tersine keyfim yerinde. Şubat ayı sosyal hayatım açısından dopdoluydu. Bazen hala onun sarhoşluğunu yaşamıyor değilim. 😎 Mart ayı ise tam tersine iş odaklı bir aydı benim için. Bunun yanı sıra inanılmaz bir şekilde bir sürü kitap okudum. Hepsini burada, minik minik yorumlayayım dedim.
Öncesinde de ufak bir şeyden bahsedeceğim. Başlarda iş gereği sonra okuma tarzımın değişmesiyle çok farklı kitaplar okumaya başladım. Lise hayatım çoook sıkıcı olduğu için kendimi hep fantastik dünyalara saldım. Vampirler, kurt adamlar, cadılar, periler, melekler, uzaylılar, distopik dünyalar derken hayal gücüm her zaman ayrı bir moddaydı. Bu ister istemez yaşantımı etkiliyordu.(Neden hala bekarım anladınız mı? *kıskıskıs*) 
Gel zaman git zaman, acısıyla tatlısıyla hayatın gerçekleriyle yüzleşmeye başladım. Özellikle son bir senedir gerçekten yaşlandığımı ve olgunlaştığımı hissettim. Başlarda, neler oluyor bana ya falan diyordum. Sonra kendimi dinledim. Memnunum bu halimden dedim. İnsanlara hayır diyebiliyorum, sevgimi kontrol edebiliyorum, içime ölmek yerine duygularımı karşı tarafa hissettiriyorum. Boş konuşan insanlar hala var etrafımda, maalesef! Yine de öğreniyorum, nasıl kendimi daha çok sevebilirim diye.
İşte bu sırada devreye okuduğum kitaplar girdi. Biraz daha gerçek hayatta geçen hikayeler okuyorum. Tek bir yere odaklanmıyorum. Daha çok Türk yazar okuyorum. Daha çok bilinmeyen yazarlara yöneliyorum. Daha, daha hep daha. 
Yepyeni yayınevleri keşfettim. Hepsi birbirinden değerli. Yeni çevirmenler tanıdım. Çevirdikleri kitapları deli gibi takip ediyorum. Aynı şekilde editörleri de öyle.
Ay neyse. Çok uzattım. :) Hemen okuduklarımdan bahsedeyim.

Bridget Jones 2 - Mantığın Sınırı: Ahhh Bridget Jones! İçimden bir ses 30'larıma geldiğimde senin gibi olacakmışım diyor. Umarım olmam ama olursam da gülüp geçeceğim. Komedi dram ilerleyen serinin ikinci kitabını da sorunsuz okudum. Göz devirdiğim yerler de vardı kahkaha attığım yerler de. Seriye devam edeceğim. Mutlaka alın, okuyun diyemem ama.

On Numaralı Kamara: İthaki Yayınları'ndan çıkan Ruth Ware'in ülkemizde yayımlanan ilk kitabı. Polisiye ve gizem dolu bir romandı. Agatha Christie'nin Doğu Ekspresi'nde Cinayet romanının bir gemide geçtiğini düşünün, kurgu bu. Beklentisiz okudum, beklentisiz bitirdim. Yazarın bir diğer romanı Kapkaranlık Ormanda'yı da okuyacağım çünkü yazar nisanda İstanbul'a geliyor. :) Benden söylemesi... Detayları Instagram'dan duyarsınız.

Savaşı Bitiren Sinek: Yolda gidip gelirken, bir günde okuduğum kitap. Çocuk kitabı ama yetişkinler de okumalı. Çok anlamlıydı. Kitabın isminden belli zaten nasıl kaliteli bir kitap olduğu. Sanırım daha çok Can Çocuk okuyacağım. *-*

ArtıkAranmayanlar Gezegeni: İlk kez Sevinç Erbulak okudum. Daha da okurum sanırım. Bu kitabı, bence, tipik bir distopya dünyasıydı. Okuması zor, anlaması daha da zor ama altını çizdiğim cümleler çoktu. İsimleri belirsiz iki baş karakter var. Bulundukları gezegende bir sürü kapı var. Her kapının arkasında ayrı bir dram yer alıyor. Tek tek kapıları geziyorlar ve hayatın gerçekleriyle yüzleşiyorlar. Ben hayranlıkla okudum. Dediğim gibi, okuması zordu. Yine de bir göz atın derim.

Mahcubiyet ve Hasiyet: Allaaam bu kitap beni kanser edecekti ki tek değilmişim. Kitap çok ince, çok! Ama kurgu çok ağır işliyor. Norveç'te bir öğretmenin hayatının okuyoruz. Günümüzdeki eğitimi eleştirirken eskiye ışınlanıp, geçmişini okuyoruz. Aslında sakin kafayla düşününce çok anlamlı bir hikaye ortaya çıkıyor ama bazen okurken beynimin zonkladığını hissetmedim değil. :D Ve kitabı bitirmeden Ayfer Tunç'la Murat Gülsoy'un "Diyaloglar" etkinliğine gittim. Bu ay bu kitap üzerine konuştular. Daha da aydınlandım. Mayıs ayında tekrar bir etkinlikleri olacak. Seçecekleri kitabı merakla bekliyorum. *-*

İyilik: Şebnem İşigüzel sonsuz kaaalp ben. Bu kadının kalemini çok seviyorum. Daha önce Ağaçtaki Kız'ı okumuştum. Diğer romanlarını okumam için daha zamanım var. Karamsar yazıyor, insanı içine içine öldürüyor ama okumayı çok seviyorum. İyilik de öyleydi. Kanser olduğunu öğrenen bir kadının yaptığı seçimleri ve bu seçimleri seçme nedenini anlatıyor. Tam hayatın içinden geçen bir romandı benim için.

Yedi Yıl: Peter Stamm, yeni keşfettiğim bir yazar. Yazdığı roman iliklerime kadar deli etti beni ama okuduğuma sevindim. Hayatın gerçeklerini anlatıyor. (Taktım bu konuya.) Baş karakter erkek. İki kadın arasındaki ikilemlerini anlatıyor. Bir kadın lüks yaşamlara sahip, diğer kadın tam tersi yoksulluk içinde. Şaşırtıcı bir son okumaya hazır olun. Dili çok sadeydi, sıradan bir konusu vardı ama iştahla okudum. Bazen cidden basit bir hikayeye ihtiyaç duyuyorum...

Naif. Süper: Erlend Loe'u çoook sevdiğimi söylemiş miyim? Doppler serisini çok severek okumuştum ama bu romanı pek benlik değildi. Sıradan bir gencin, gerçekten çok sıradan bir hayatını okuyoruz. Loe'nun sıradanlığa taptığını bir kez daha anladım böylece. Çerezlik bir kitaptı.

Hepyek: Canım Seray Şahiner... Ne yazsa okurum. Okudum ama pek beğenmedim. Ya da beklentim süper yüksekti. Yine de bir günde yedim bitirdim kitabı. *-* Çok seviyorum bu kadını ya...

Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu: İlk Şermin Yaşar kitabımdı. Kitabın içindeki her bir hikayeye bayıldım! Bu kadar mı doğal yazar bir insan... Bazı hikayeleri o kadar çok sevdim ki arada açıp okumak için işaretledim. Bir doz Şermin Yaşar öneririm!

Yalnızca Yavaşladığında Görebileceğin Şeyler: Pegasus'tan çıkan bu minnak kitap nasıl dolu dolu! Normalde kurgu dışı kitaplar okumayı hiç sevmem, hiç! Ama bu kitap çok hoşuma gitti. Özellikle aşkla ilgili olan kısım beni benden aldı. (Bu duruma şaşırdık mı? HAYIR!) Löp diye bitecek bir kitap değil. Sindire sindire okuyun. Terapi gibi adeta. *-*

Unutmanın Genel Teorisi: Gelelim 2019'un bombasına. Sanırım en hızlı ve en zevkle okuduğum kitaplardan biriydi. Son üç aydır okuduğum en etkileyici romandı. Devrimden bol bol bahsediyor ve ben bu konuları aşırı merak eden ama pek anlamayan bir insanımdır. Bu kitabı okurken aydınlandım. Konusunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Çok farklı bir kurgusu var. Kitabı anlatamam ama alın okuyun derim elbette! Çevirmeni de çoook sempatik. <3 İyi ki okumuşum dedim.

Şimdilerde fantastik dünyama da sığınıyorum. Hep iş hep gereksiz insan nereye kadar. Cassandra'cığımın güvenli dünyasına sığındım. Yepisyeni yorumlar gelmeye devam edecek. Ben üşenmediğim sürece... :D 

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

19 Şubat 2019 Salı

Konser Macerası - Tom Odell / 2019 Jubilee Road Turu - İstanbul


Sizi şimdi 2014 yılına uçuracağım. O zamanlar daha gencim, yepisyeni bir hazırlık sınıfı öğrencisiyim. Her şeyden habersiz, saf saf takılan biriyim.

Üniversitede, hazırlıktaki hocam dersleri hep eğlenceli bir hale getirmek için sürekli bir şeyler bulurdu. Bir gün geldi, "Bugün benim favori şarkımı dinleyip, elinizdeki kağıtlardaki eksik şarkı sözlerini dinleyerek tamamlayacaksınız." dedi. Gözlerim parladı. *-* En sevdiğim alıştırma.
Şarkıyı başlattı. Another Love. Obaaa. İngiliz aksanı akıyor adamdan. 3 kez dinletti ve ben "love" dışında bir şey yazamamışım falan. Neyse. Eve gittim ve klibiyle beraber şarkıyı dinledim. Sözlerini ezberledim. O gün bugündür Another Love'ı dinlerim. Tom Odell, o klibinde bebeksi bir çocuktu. O günden sonra hiçbir şarkısını dinlememiştim.
Sonra Spotify hayatıma girince Long Way Down ve Wrong Crowd albümlerini dinledim. "Here I Am" ve "I Know" şarkıları favorim olunca sadece onları dinler oldum. Geçen ekim ayında Jubilee Road albümü çıkınca onu da dinledim. Oradan da birkaç favori şarkım oldu. İşte Tom Odell hayatıma girdi.
Ne kliplerini ne canlı performanslarını izledim. Taa ki konser için 3.kez İstanbul'a geldiğini duyana kadar... Çok tesadüf eseri oldu. Öyle Biletix'i sıkı takip eden biri değilimdir. İş yerinde yakın arkadaşım "Another Love'ı söyleyen çocuk geliyormuş," deyince bilet fiyatlarına baktım. Uygun. (130 TL) Hemen bitmeden aldım. Hayatımın en doğru kararını vermişim!!!

Sonra üç haftalık bir maceraya başladım:
Konserlerinde genel olarak söylediği şarkıları listeledim ve Spotify'de bir liste oluşturup her gün dinledim; yolda, evde, işte, her yerde!
Favori şarkılarımın canlı performanslarını sayısız kez izledim.
Hiç duymadığım şarkılarını üst üste dinleyip, giderek sesine aşık oldum.
Şarkıların sözlerine bakıp mest oldum.
Ve elbette ekşisözlükte hakkında yazılan her yazıyı okudum.

Sonuç: I'm so fucking in love with Tom Odell!!!

Günlerim böyle geçerken -ki çok sancılı süreçlerden geçtim- sonunda konser günü geldi: 18 Şubat 2019 <3 Hayatımın en olağanüstü gecesi! 
Zorlu PSM'de gerçekleşti. Ayakta izledik. 21:00 konserine 15 dakika gecikmeyle başladı. Ama nasıl bir açılış... Aman yarabbi! Bir şeyler içip sahneye çıktığı belli. Kafa bin beş yüz. Ama iyi ki öyle çünkü o kadar insanı nasıl eğlendireceğini biliyor.
2 saat nasıl geçti anlamadım. -.- Ömrümün sonuna kadar durup, izleyebilirdim. Her şeyiyle mükemmeldi. Şu ana kadar Jessie J, Demi Lovato, The Chainsmokers ve Imagine Dragons konserlerine gittim ve içlerinde favorim Imagine'di ama şu andan itibaren kesinlikle Tom Odell konseri!!! "Adamın sahnesi harika," diyenleri destekliyorum. Harikadan da öte bir şeydi. Sahne performansı of of dedirtti. Ses deseniz... Ya hakkını fazlasıyla veriyor. Artist artist dans gösterileri yok, kas gösterisi yok, vikvik müzik zevki yok. Tam bir İngiliz asaletine sahip Tom'cuğum. Giymiş krem rengi takım elbisesini, hem piyano çalıyor hem şarkılarını dibine kadar hissedip söylüyor hem de bir oraya bir buraya savrulup deli deli hareketler yapıp insanları fena coşturuyor. Hele aralarda yaptığı espriler... Ağzına vura vura seveceksin tam. *-* 
Allaaaam üstüme bir Tom Odell gönder please... Bebeksi suratın, bir piyano çalışı var arkadaşlar, oy oy oy. Piyano olayım çal beni Tom Odell dedirtiyor. *Hormonlarım yine tavan yaptı.*

Bir de adamdaki cesarete bakın hele; Hold Me şarkısını söylerken hayranların arasına karışıyor. Bu yaptığı bir konser geleneği aslında. Her gittiği yerde yapıyor ama dün sadece 2 metre uzağımda olması... Onu bu kadar net görmem... Günlerce internette videolarını izleyip, hayran kaldığım adam şimdi canlı kanlı karşımda! İnanılmaz bir duygu. İyi ki bu hayatı yaşıyorum dedim.

Bir de şapşal, birkaç Türkçe kelime ezberlemiş sahneye çıkmadan. Arada onları söyledi. "Merabaa merabaaa. Nasilsin? Lütfen. İyi geceler Istanbul!" Eh bence bu kadarı yeter de artar bile; evlenebiliriz Tom'cuğum. *-*

Bir şarkısını da söylerken "I don't wanna go home Istanbul," diye haykırdı. Ulan sana kim git diyor! Kır dizlerini, otur yanımda. Ben sana bakarım bebeksi suratım. *-* (Jane aşşşık oldu.)

Ah gençler... İnsanın hayallerini gerçekleştirmesi gibisi yok. Bu yazıyı da bu yüzden blog'da yayınlıyorum: Hayallerinizin
 büyük küçük fark etmez, peşinden koşun. İsteyince, çabalayınca her şey oluyor. Özellikle konserlerde 'yaşadığınızı' daha da hissediyorsunuz. Bu deneyimi yaşamınızı isterim. Baterinin, gitarın, piyanonun o gümbür gümbür sesini göğsünüzün içinde hissedince bağımlılık yapacak. İki saat de olsa her şeyi unutun, mutlu olun. Oh mis!

Bir de o mükemmel geceden sonra sabah 7'de kalkıp işe gitmek var. Gidememek mi demeliyim? Mutlu mesut, kendimden geçmiş bir halde Tom Odell dinlemeye devam ederek vapura yetiştim ve bilin bakalım ne oldu? Sis yüzünden seferler iptal. Obaaa. Sabah sabah Tom eşliğinde 1.5 saat yollardaydım. :) Olsun be, bir iyi bir kötü hayat geçiyor. Yeter ki her şeye olumlu bakın.

Tom Odell gibi birileri varken sizi hödüklerin üzmesine izin vermeyin. Ay bir dakika! Konuyu saptırıyorum. Toparlamaca: Buraya kadar okuduğunuz için teşekkürler. Bundan sonra Tom Odell'i enişteniz bileceksiniz. :D Şaka, ama sık sık onun ismini duyacaksınız. 4.konserine kadar görüşmek üzere...

Gitmeden en favori şarkılarımı da buraya bırakıyorum: I Know, Here I Am, Can't Pretend, Hold Me, Magnetised (klibini de izleyin), Wrong Crow, Half As Good As You, Concrete, Daddy ve Another Love.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

I Know'un bu performansını izlemenizi öneririm: 


Not: Geçmiş olsun gençler; şimdi de Biletix'e yatırım yapmaya başladım. Temmuz'da Marshmello konseri var. Kaçıramam. Acaba konserde yüzünü gösterir mi diye gideceğim... 

Not 2: Tom'cuğum görmeyeli yaşlanmış. Olsundu, az kilo da almış çok daha yakışıklı olmuş bebeksi suratım. Her haliyle severim!

Not 3: Valla gitaristlerinden birine yan gözle bakmadım değil... Kısa saçlı olan baya çekici değil mi yav? Oy oy oy.

Not 4: Tom'la beraber 4 erkek sahnede oluyor. Dördünün de uyumu müthiş! Konserde özellikle bateristine bayıldım. Süper eğlenceli biriydi. *-*

4 Şubat 2019 Pazartesi

Dizi Önerisi: Peaky Blinders


Dikkat! Bu yorumdan sonra alev alabilirsiniz.

Aman Tanrım dedim!!! Yav niye daha önce Peaky Blinders izle diye başımı duvarlara sürtmediniz. Niye bu dizi tam senlik Jane demediniz. Niyeeee! Yıllardır bu diziden mahrum oluyormuşum, haberim yok.
Ya da boşverin. Şimdi izlemem daha iyi oldu. 4 sezonu löp diye izledim. Oh mis. Biri Twitter'da şey demiş: "Ay herkes Peaky Blinders hayranı olmaya başladı. Önermeyin şu diziyi. Çakma fanlar ortaya çıkıyor. 2013'te neredeydiniz..." falan filan. Ay popom! Kalite akan bir diziyi önermeyip, turşusunu mu kuracaksın? Oh, buradan bangır bangır duyuruyorum: Gelmiş geçmiş en havalı diziyi izlemeye hazır olun!


Efenim bu diziye Instagram'daki dostlarım sayesinde başladım. Bir gün evde kilitli kaldım. Sevgili anneciğim kapıyı üstüme kitlemiş ve kendi anahtarı sanıp benim anahtarımı almış. O gün de işe gitmek için nasıl hazırlanmışım, nasıl acil işlerim var... Evden çalışayım dedim. Patroncuğum müsade etmedi. Eh, siz bilirsiniz diyerek koltuğa yayıldım ve açtım Netflix'i. O piti piti yaparken bir baktım Peaky Blinders var. "Yav bu dizi Netflix'te var mıymış?" diyerek ilk bölümü açtım. İşte o andan sonra dünyam değişti, daha da kaliteli oldu. Çünkü Thomas Shelby ile tanıştım. *-* 


Dizinin konusu şöyle: Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere'de giderek yaygınlaşan çete olaylarına şahit oluyoruz. En büyük çetelerden biri de Birmingham'daki Shelby Ailesi. Gelirlerinin bir çoğu at yarışlarından gelse de kumar, soygunculuk ve silah kaçakçılığı da yapıyorlar. Polislere rüşvet vererek her işin altından kalkıyorlar. 
Shelby ailesinin lideri ortanca kardeş Thomas, dizinin de baş karakteri. Ağabeyi Arthur, erkek kardeşi John ve halaları Polly de çok sık gördüğümüz karakterlerden biri. Kız kardeşleri Ada, isyankar ve sürekli Shelby soyadını kabul etmeyen biri.
İşte Shelby ailesini -ya da çetesini demeliyim- anlattım size. Şimdi gelelim resmi olmayan kısımlara... Dedikodu zamanı!!!


Yaş 24 olmak üzere ama hala izlediğim dizi karakterlerine aşık olabiliyorum çünkü gerçek hayattaki erkeklerden bir cacık olmuyor. Yani bir Thomas Shelby olmak çok mu zor? Sevdiği kadını unutmamasına rağmen başka kadınlarla beraber olsa da -bu sahnelerde sürekli sövdüm çünkü sevmem böyle zevk için sevişen kişileri- sevdim be keretayı. Bir sigara içişi var... Aman yarabbi! Hayatımda sigara hiç ilgimi çekmemiştir ama onu her sigara içerken gördüğümde mest oldum. Adam karşıma otursun, sigara içsin. Valla manzaraya bakar gibi bakarım. Dalar giderim. Çünkü o bir Thomas Shelby... Şaka maka adam cidden deli sigara içiyor. Sahneleri çekerken kim bilir kaç paket sigara bitiriyordur. Ahhh, Thomas Shelby. Aksanına vurulduğum adam. Tam bir psikopat aynı zamanda. Gençliğinde savaşa katılıp, kötü şeyler deneyimledikten sonra psikolojik sorunlar yaşamaya başlıyor. Uyumama, sevmeme ve gülmeme gibi... Taa ki Grace ile tanışana kadar. Hadi hadi, romantik olmadan bir dizi mi olur canım? Ama söz, vıcık vıcık aşk yok. Ahh ahh dedirten bir aşk var. Sizi paramparça edecek, Thomas'la beraber yerlerde süründürecek bir aşk. Ya, boğazım düğümlendi yine. Diğer karakterlere geçeyim.

Arthur
Arthur Shelby. Tam bir sayko. Hem salak hem komik hem de korkunç yav. Sevdim bu karakteri de ama gelgitleri çok fazla. Thomas'a aşık olduğum gibi ona olamadım. 
John Shelby. Ah bayık bakışlım... İlk sezonda ağzından eksik etmediği kürdanı sürekli ağzından çekip alasım gelmişti. Ve cidden bayık bakışlı. Bir izleyin, görün. Sarhoş gibi velet ya. 
Ada Shelby. Aksanına ve tavırlarına hayran kaldığım bir karakter oldu. Ailenin en aklı başındaki kişisi. İlk sezonda salak gibi davranıyordu sonra bir baktım Shelby'lerin annesi olmuş. Of, hatun çok güzel cidden. Ve onun gibi bir aksana sahip olmak isterdim. *-*

John
Polly hala. Bu kadının da sigara içişi fena. Hatta konuşma tarzı çok hoşuma gidiyor. Çok orijinal bir karakter olmuş. Oyuncu adeta bu karakter için doğmuş diyebilirim. Aklı başında biri ve Thomas'ın en güvendiği insanlardan biri. Nerede böyle halalar be...
Efenim, gördüğünüz gibi diziye aşık oldum. Şu an 4 sezonu yayınlandı. Toplam 24 bölüm. (Sezonlar 6'şar bölümden oluşuyor.) Bölümler rahat 1 saat sürüyor. Ama inanın gram sıkılmıyorsunuz. Aksiyon da gizem de olay da eksik olmuyor. Hele dizinin müzikleri efsanin de ötesi. Jenerik müzikleri kalp ben. (Peaky Blinders

Ada
Dediğim gibi diziden kalite akıyor. Mis gibi aksanlar, saçmalamayan bir kurgu, cool ötesi karakterler, nefessiz bırakan sahneler, ritmi arttıran müzikler ve 1800'lü İngiltere manzaraları... Ayyyy Peaky Blinders 💚
Diziyi izlerken Instagram hikayelerimde bol bol paylaşım yaptım ve benimle izleyen birçok kişi vardı ve hepsinden olumlu yorumlar aldım. N'olur izleyin! Beğenmeyen gelsin karşıma. "Püüüh Jane, bu mu önerdiğin dizi," desin valla yayınlayacağım burada. :D

Neyse, çok abartmadan gidiyorum. (İzleyin.) Bu arada sürekli açıp izlediğim iki favori sahnem var. (Diziyi izleyin.) Aşağıya linklerini bırakıyorum. (Peaky Blinders izleyin.) Belki diziyi izleyenler tekrar izlerler. (Thomas'ı keşfedin ve izleyin.) 

No Fucking Fighting -Kavga yok diye herkesi uyarırken son anda çıldırması...
Tommy Nearly Killed - Bu sahnedeki isyanı... Oyunculuk tavan!

Son olarak, 5.sezon çekimleri tamamlandı. Bu yıl yayınlanacak ama net bir tarih yok. Neler olacak aşırı merak ediyorum. Bakalım Thomas'a sövmeye devam edecek miyim? Canım Shelby <3

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

P.s. Shelby saç tıraşı diye bir şey var arkadaşlar. Sırf ona bile aşık olursunuz. Tabii Thomas'ın saç tıraşı daha da çekici. Hele ses tonu... Sigara dumanını çekip, üfleyişi... "Heyy" diye bağırışı... Ben Cillian Murhpy'e fena aşık oldum. *-*

P.s. 2 Ekşideki bu yoruma katılmadan edemeyeceğim: diziyi izlerken bile üstünüzün başınızın sigara kokmasına sebep olan adam.