Pages

24 Kasım 2019 Pazar

Ben aslında bir İngilizim: Londra hayalimi gerçekleştirdim!


Merhabaaaa

Geçen hazirandan beri adeta sessizliğe gömüldüm. Aslında içimde ne fırtınalar kopuyordu da yazamadım. Şaka şaka. Bir süre blog'a yazamadım çünkü hayatın koşuşturmasına daldım. Bir süre de insanlardan uzak durmak, iç sesimi dinlemek istedim demek isterdim... Son altı aydır hiç olmadığım kadar sosyalim, flörtleşiyorum ve sürekli yeni insan tanıyorum.
Şöööyle bir özet geçersem: Haziran ayında sıcaklıktan bayılıyordum. Temmuzda yıllık iznimde mis gibi tatil yaptım. Ağustosta hayatıma birinin girmesiyle yine dengem şaştı ama çabuk toparladım. Eylül ayında işle ilgili karışık şeyler yaşadım. Ekimi anlatsam roman olur; gezmediğim yer, yemediğim (bok) yemek, tanımadığım insan, katılmadığım etkinlik kalmamıştır. Kasımda ise ahhh. Kasımda aşk başka diyorlar. Yemişim aşkı! Londra'ya gittim ahey ahey Londra'ya. 

Dönüşümüm muhteşem olsun dedim ve Londra'yla yeni sezon açılışı yapıyorum.
Şimdi bir çoğunuz bilmez, yıl 2009, ilk blog yazdığım zamanlar. O dönemde Twilight'ın Türkiye merkeziydim. Ekip nerede, ne yiyor ne içiyor, kimlerle geziyor, şu gün hangi setteler, şu ay hangi gala olacak hepsini biliyordum. Okul çıkışı hobi olarak adeta kendime iş edinmiştim. Takip ettiğim on-on beş yabancı siteden tüm bilgileri toplayıp, özetleyip, kendi sitemde yayınlıyordum. Öf, ne günlerdi be! Gecenin 4'ünde ödül törenlerini izliyordum. Ah ah ne emekler vermişim. 
Gel zaman git zaman, İngilizcemi böyle geliştirdim. Google translate özel hocamdı. :) Tureng sonradan sağ kolum oldu. Şimdi bu blog sayesinde hem mis gibi bir mesleğim var hem de Londra hayalimi gerçekleştirdim.
En dev galalar ya Los Angeles'ta ya Londra'da yapılırdı. İşte bu ikisi en dev hayalim o yüzden. Londra'ya gitmem ise biraz doğaçlama oldu çünkü masraflarını düşündükçe inme iniyordu. Sonra dedim ki nereye kadar erteleyeceksin? Haziran ayında şansıma uygun bir bilet buldum. Daha ortada vize yok... Yaz tatilimde vize çıkar mı çıkmaz mı diye tüm tırnaklarımı yiyerek boşuna dertlendim. Vize için gerekli belgeleri adamakıllı hazırlayınca bir haftada vizem çıktı. O an şöyleydim: Ohaaa, cidden gidiyooooorum! 
Londra benim için Robert Pattinson memleketi. Yani bu cümleye kıçıyla gülenlerle olacak, kusura bakmayın canısı. Biz kültür patlaması yaşamıyoruz, fangirllük yapıyoruz. 2009'dan beri Robert'ın memleketi diye diye Londra hayalleri kurdum. 

 Her fırsatta "Ben Londra'ya gidiyorum," diye heyecanımı insanlarla paylaşmaktan sanırım sıfır heyecanla gittim. Tabii içim kıpır kıpırdı. Bir yandan da süper rahattım; herkes İngilizce biliyor. Her şey İngilizce. Her şey İngiliz! Bu ana kadar hep bir Avrupa ülkesi gezdiğim için (ki gurur duyuyorum çok farklı kültürleri tanıdığım için) bazen bazı şeyler çok yabancı geliyordu. Ama Londra'da sanki her şeye hakimdim. Gitmeden deli gibi gezilecekler listesi yaptım ama o olmasa bile sanki her şeyi görebilirmişim bir his vardı içimde.

Pasaport kontrolünde kalp krizi geçirmeden (bu kontroller bende panik atak yaratıyor) geçince Gatwick Express'le Londra'nın göbeğine, Victoria istasyonuna gittik. Her şey pıt pıt gerçekleşti. Sıfır sorun. (Maşallah ya cidden gram sorun yaşamadım.) Kredi kartınız varsa Oyster Card da almanıza gerek yokmuş, bilginiz olsun. (Oyster Card, bizim otobüslerde kullandığımız kartgillerden.)


Kısaca nereleri gezdiğimden bahsedip, iç dünyama ışınlanmak istiyorum.
İlk gün otelin etrafındaki yakın yerleri gezdik: Trafalgar Meydanı (bildiğiniz Taksim meydanı gibi), St. Martin's in the fields (cadde üzerinde bir anıt), National Gallery (giriş ücretsiz, içerisi sanat kokuyor adeta), M&M World (çikolata dünyası, giren çıkamıyor...) Five Guys (hamburger sevenlerin mekanıymış, ben yerken işkence çektim ama patatesleri efsane, Ed Sheeran da tapanlardan) ve kapanış Waterstone's Book: Bunu biraz anlatmak istiyorum. Avrupa'nın en dev kitabevlerinden biri! Londra'da adım attığım şubelerinden ilki en büyüğüydü. Kaç kat vardı sayamadım ama ilk iki katı bana yetti. Yetişkin kurgu, gençlik kitapları ve çocuk kısmıydı gezdiğim yerleri. Böyle her yere aval aval bakmaktan gözlerim şaşı olacaktı. Okuduğum, takip ettiğim her bir kitabı orada görmek bir yandan gözlerimi doldurdu. Düşünsenize, her şeyi online takip ediyorsunuz ya da size sunulanla (çeviri kitaplardan bahsediyorum) idare ediyorsunuz ve bir gün onlara canlı canlı dokunabiliyorsunuz! Valla yaş 24 ama hala böyle minnacık şeylere gözlerim dolabiliyor. Çok farklı bir his ve deneyimdi benim için. Young Adult kısmında kendimden geçtim. Aman yarabbi! Okumadığımız, keşfetmediğimiz daha milyon kitap var! Size söz, elimden geldiğince aktif bir şekilde young adult kitaplarını sunacağım. E-booklar da dahil! Waterstones'ta kendimden geçtim kendimden! Beni salsalar tüm ömrüm orada geçerdi. Orada mı çalışsam...
Öhöm neyse, kendimi tutamadım ve Cassandra Clare kitapları aldım. N'apıyım, tabiatım böyle. <3 


İkinci gün, en uzak yerden başladım: Notting Hill. Evet canlar, bir film sever olarak elbette film sahnelerini ziyaret edecektim. İzlemediyseniz n'ooolur izleyin. Eski ama unutulmaz filmlerden biridir benim için. Hatta Londra'ya gitmeye teşvik eden sebeplerimden de biri. Her yer fotoğraflık. Notting Hill Bookshop'un önünde fotoğrafım olmasaydı ağlardım. :) Sonraki duraklarımız: Portobella Road, Kensignton Parkı, Hyde Park (işte duygulandığım bir mekan daha! Will Herondale'ın ördekleri kovaladığı park! Böyle her an karşıma Will çıkacakmış gibi etrafa bakındım ama cıkss. Hyde Park'ı bir de yazın görmeliyim.), Sherlock Holmes Müzesi (içeri gezmedik ama dışı bile yeter. 221b <3), Daunt Books (ennn eski kitabevlerinden biri daha.), Oxford Caddesi (adeta Nişantaşı), Regent Caddesi (insan kaynıyor), Soho (barlar sokağı misali...), Foyles (güzel bir kitabevi daha), Neal's Yard ve Monmouth Caddesi.


Üçüncü gün, gözüme kestirdiğim tek bir yer vardı: King's Cross Underground Station! Ne yapın ve edin bu istasyona gidin. (Londra'da metro kullanımı acayip kolay zaten.) Çünkü Platform 9¾ ile karşılaşacaksınız! Hiiç şaka yapmıyorum. Ücretsiz bir sıraya giriyorsunuz, orada bir atkı ve asa seçiyorsunuz (tabii ki Gryffindor'ı seçtim) ve çat çat fotoğraflarınız çekiliyor. İster tek başınıza ister yanınızdaki kişiyle poz verip, güzel bir anı yaratıyorsunuz. Pazar günü gittiğimiz için uzun bir sıra vardı ama hızlı işliyor. Mutlaka böyle bir anınız olsun. <3 Diğer duraklarımız: Skoop Books (mis gibi bir sahaf), Charles Dickens Müzesi (müze gezmeyi sevmediğim için sadece hediyelik kısmında takıldım), Persephone Books (cennetlik, ufak bir kitabevi), London Review Books (gözümü döndüren bir kitabevi daha), Liverpool Street (Karaköy tarzında), Shareditch, Brick Lane, Dennis Severs' House (kapısını çalmadığınız sürece girişin neresi olduğunu çözemeyeceğiniz bir yer, içeri giremedim o yüzden :/) ve son olarak akşam İngiliz bir arkadaşımla Lamb & Flag'da yemek yiyip, sohbet ettik. Efsaneye göre Muggle'ların takıldığı bir mekanmış. :) Gerçek ise Charles Dickens'ın sürekli uğradığı bir Gürcü barıymış. 


Dördüncü gün daha çok İngiliz tarihine odaklanalım istedim, hayal kırıklığı oldu. Sabah Buckingham Sarayı'nda asker görev değişimine denk geldik. Tüylerim diken diken olmadı diyemem, Kraliçe'm içerideyken hele... Polislerden ve şeritlerden geçip St. James' Parkı'na gittik. Sanırım park ve kitabevi hastasıyım. Londra'nın da parklarına aşık oldum. <3 Ağaçların, yaprakların güzelliği... Big Ben tadilatta olduğu için etrafını dolaşıp geçtik. London Eye, hayal ettiğimden daha az gösterişliydi. Thames nehrinin diğer tarafını da görmek istedim. Southbank Centre Book (açık hava sahaf diyebiliriz), Bernie Spain Garden, Tate Modern, Shakespeare Globe, Londra Köprüsü, Londra Kalesi derken çok şükür nehrin diğer tarafına geçtik. Çünkü London Eye kısmı baya hayal kırıklığıydı. Her yer inşaat, ölü sokaklar, soğuk hava dalgası... Yani o tarafı sevemedim ama iyi ki gördüm dedim. Bir daha adım atmam. :)

Buraya kadar sıkılmadan okuduysanız tebrikler, ülkeme sapasağlam döndüm. Ruhumu orada bırakarak... :) Ben baya İngilizmişim ya. Sütlü çayımı da içtim. İnsanlarla rahat rahat konuştum. Bir sonraki gidişimde barlarını gezmek istiyorum. Adamların çok değişik bir kafası var. Gündüz adeta modern, işkolik İngilizler. Akşam barın önünde, buz gibi havada ellerinde bira, sakin sakin sohbet ediyorlar. Londra'da yaşamak istiyorummm! Beni hiç hayal kırıklığına uğratmadın Londra! (Nehrin diğer tarafından bahsetmiyorum, Covent Garden bölgesi candır.) Her şey hayalimdeki gibiydi. Bir sonraki Londra maceramı dört gözle -cidden- bekliyorum.

Son olarak; şansıma tükürsem yeridir. Gittiğim gün Tom Odell Londra'dan ayrılıp, İsviçre'ye gitti. Döndüğüm gün ise Londra'ya ayak basıp, bir kitap lansmanına katıldı. :))) Hayattaki şansımı görebiliyor musunuz? Sonra Jane neden bekar demeyin. İşte böyle hayatımın aşkını kaçırıyorum. Dakikaları, saatleri, günleri kovalamam gerek. Meh. Hiç kıçımı kaldıramam onun için. Daha gezecek çoook ülkem, şehrim, kasabam var.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

P.s. Londra'ya doymadım elbette, gezilecek daha çok yeri var! Londra'ya gitmek isteyenlere ve gideceklere seve seve yardımcı olurum. Gezi planımı detaylarıyla verebilirim. 
-Ve tüm hayaller gerçekleşiyormuş, inancınız yok olmasın. :) Zaman alıyor (on yıl gibi...) ama önünde sonunda gerçekleşiyor.

3 yorum:

  1. Merhaba! Blogunuzu yeni keşfettim ve hemen takibe aldım *-* Ben de kitap yorumları yapıyorum, bana da beklerim! *-* https://kitaplarinsenfonisi.blogspot.com/

    YanıtlaSil
  2. Göz attığımda hoşuma giden illa bir şeyler buluyorum.Takipteyim.Zaman ayırmak istersen yeni açtığım bloguma göz atıp takip edebilirsen çok mutlu olurum.Sağlıcakla Kalın.

    https://hepfragmanizle.blogspot.com/

    YanıtlaSil
  3. ya harika bir gezi yazısı olmuş. hayalini yaşadığını öyle bir anlatmışsın ki duygulandım resmen. keşke benim de yabancı dilim iyi olsaydı ve böyle rahatça gezmeye cesaretim olsaydı dedim. ben de çok istiyorum dünyayı gezmeyi, filmlerin çekildiği yerleri ünlü tarihi yerleri görmeyi. harikaydı yazın. çok tebrik ediyorum seni. mutlu ol hep :)

    YanıtlaSil