Pages

30 Aralık 2014 Salı

Kitap Yorumu: Sadece Bir Gün - Gayle Forman


"Bir gün içinde doğardık. Bir gün içinde ölürdük. Bir gün içinde değişebilirdik. Ve bir gün içinde aşık olabilirdik. Bir gün içinde her şey olabilirdi." 

Paris'ten merhabalar... Bonjour Madam !

Demek isterdim. İnanın bana şuan gerçekten Paris'te olup, onunla ilgili yazı yazmak isterdim. Ama Safranbolu'ndayım ve Paris'i daha da merak etmemi sağlayan bir kitabı bitirmiş bulunmaktayım. 

Sadece Bir Gün'ü sahafta gezerken birden karşıma çıktığı sırada almıştım. Hem ismi hem kapağı hoşuma gitmişti. Konusuna şöyle bir göz atıp, benim olmalısın demiştim. Sonradan öğrendim ki yazarımızın daha da ünlü kitapları varmış. Eğer Yaşarsam'ı duydunuz mu ? Bu sene filmi falan da çıktı. Ne okudum ne izledim. Ama bu kitabı sayesinde yazarı tanıdım ve favorilerim arasına girdi.

Nasıl desem... Nasıl anlatsam bilemiyorum ama benim çook hoşuma gittiğini belirteyim. İçimi sımsıcak eden, gülümseten, düşündüklerimi dile getiren bir kitap olmuş. Kitaplığımda sadece gerçek hayat kurgulu kitaplardan oluşan bir bölüm var. Bu kitap da orada hak ettiği yeri alacak. Ki hayatımda ilk defa bir şey yaptım. Çok anlamlı sahneleri ve bölümleri belirlemek için şu renkli yapışkan ayraçlardan kullandım. :D Hep görüyordum. Bir denemek istedim ve aşırı hoşuma gitti. Artık kitabı her elime aldığımda, en sevdiğim bölümleri aramadan bulmuş olacağım.

Kitabın konusu ilham verici. Kitabı okurken ve okuduktan sonra Allyson gibi bir maceraya atılmak ve onun yaşadıklarını yaşamak istedim. Hiçbir şey imkansız değildir, değil mi?

"Kendimi kaptırarak izlediğim iyi bir filmin sonunda televizyonu kapatırken de aynı şey oluyordu; yüreğimde koca bir boşlukla gerçek dünyama dönmek zorunda kalıyordum." -Allyson

Allyson, liseden yeni mezun olmuş bir genç kızdır. Sıradan, ailesinin dediklerini yapan ve gelecek yıl tıp okumaya hazırlanan biridir. Ve ailesi tarafından, en yakın arkadaşı Melanie ile Avrupa Turnesine yollanır. Üç haftalık bir gezintinin son gününde Londra'da Shakespeare'ın On İkinci Gece adlı oyunun tiyatrosuna katılacakları sırada ellerine başka bir broşür geçer. Bu broşürde de aynı adlı oyunun sokak versiyonu vardır. Bir grup genç sokakta, açık gösterim yapmaktadır ve bu durum kızların daha çok dikkatini çeker. Ve elbette ona katılırlar. Orada Sebastian*'ı canlandıran kişi, yani Willem, ortaya çıkar. Uzun boylu, koyu sarı saçları ve koyu gözleri ile elbette kızımızı etkiler. Fakat hiçbir şey olmaz. Çünkü Allyson, maceraya atılmaya çekinen, her zaman planlı yaşayan ve genellikle asosyal olan bir kızdır. O gece oyunu izledikten sonra otel odalarına dönerler ve sabah da geri dönüş için trene binerler.

"... Ben genelde sadece samimi olduğum insanlarla kahvaltı yaparım." -Willem

Trende Willem ile karşılaşırlar. Birlikte kahvaltı edip, sohbet ederler. Hatta Willem, Allyson'ı kısa küt saçlarıyla Louise Brooks'a benzetir ve ona Lulu demeye başlar. Baya sohbet ettikten sonra Willem bir teklifte bulunur. "Bir günlüğüne Paris gidelim?" Tabii durup dururken bu teklifi etmez. Allyson, Avrupa seyahati boyunca her yeri gezdiklerini ama Paris'e gidemediklerini çünkü Fransa'da grev olduğundan bahseder ve Willem da daha önce orayı gezdiği için ve özgür bir hayatı olduğu için bu teklifi eder. 
Allyson, aniden cesaretlenir ve kendini, bir yabancıyla beraber Paris'te bulur. Bir günde neler neler yapıyorlar. Hem etkileyici hem komik hem de merak edici sahneler vardı. Willem, gizemli ve sırları olan genç bir adam. Allyson, onunla bir gün vakit geçirir ama onu hiç tanıma fırsatı bulamaz. Aralarında özel bir şey yaşanır ve sonrasında Willem ortadan kaybolur. İlk önce Allyson panik yapmadı. Uyandığında, birkaç saat onu bekledi. Sonra bilmediği bir şehirde tek başına kaldığını anladığı an paniğe kapıldı ve evine nasıl geri döndü, neler oldu... Okumanız lazım. :D

"Bence her an her şey olabilir ama kendimizi onun önüne atmadığımız sürece hayatı elimizden kaçırabiliriz." -Willem

Bundan sonraki olayları çok akıcı bir şekilde ve nedense zevkle okudum. Allyson, hayal kırıklığına uğramış bir şekilde evine döner ve Boston'da üniversiteye başlar. Dersleri berbattır, arkadaş ortamına girmekten kaçınmaktadır ve giderek kötüye gitmeye başlamıştır. Aklında Willem kalmıştır. Her şey bu kadar kötüye giderken ikinci dönem bazı derslerini değiştirir. Ve Shakespeare oyunlarının okunduğu, oynanıldığı dersi almaya başlar. Dee diye biriyle arkadaş olur. Ve ona Willem olan kısa macerasını anlatır. Arkadaşının da desteği ile Willem'ı aramaya karar verir fakat ona ulaşmak için elinde hiçbir bilgi yoktur. Soyadını bile bilmiyordu. Ve başka bir plan yapar. Okulu bitince bir Cafe'ye girip, çalışmaya başlar. Bir yandan da Fransızca kursuna gider. Biriktirdiği para sayesinde ve çevresindekilerinin desteği ile kendini yeniden ve bu sefer tek başına Paris'te bulur.  Bu sefer iki hafta süresi vardır. Aklına gelen, hatırladığı yerleri tekrar gezmeye başlar. Willem'ın tanıştırdığı insanların yanına uğrar. Bir grup gençle tanışır ve onlar da Allyson'a yardım eder. En son Wren adındaki bir kız Allyson'a çok yardımcı olur. Willem'dan bir iz bulmak için Paris'i alt üst ederler. Ve sonrasında... İşte burayı anlatmayacağım. Okuyun. Kitabı hemen kapın ve okuyun. Sadece Bir Gün'e kesinlikle şans verin.

"Bazen bir şeyi yaşamadan bilemezsin." -Willem

Kitabın sonu hem süper heyecanlı bir şekilde hem de sinir bozucu bir şekilde bitti. Allyson karakterini hem sevdim hem de cesaretinden dolayı imrendim. İnanılmaz derecede bir şeyler için çabaladı ve sonucuna ulaştı. Onun maceralarını okurken içim gitti. Gerçekten bizden biri Allyson. Özellikle Fransızca'yı öğrenme konusunda gösterdiği çabaya hayran kaldım. Ve onda kendimi gördüm. Dil öğrenmeye meraklı biri. Hatta onun sayesinde birkaç Fransızca kelime bile öğrendim. :D Fransızca'da öğrendiğim ilk kelimelerden biri merde olmuştu. Bok anlamına geliyor. Şimdi diyeceksiniz, bunu nasıl öğrendin. Önceki blogum, Wampirob'da Robert Pattinson'ın 2010 yılındaki bir röportajını çevirirken bir soru gözüme takılmıştı. Rob'a, Fransızca bir kelime bilip bilmediğini sormuşlar ve o da merde'yi bildiğini söylemişti. Taa oradan aklımda kalmış. Hatta kitapta bir ara Allyson kendine sinirlenip, merde diyordu. :D Nereden nereye... Yani kıscası Allyson'ı çok sevdim!

Willem'a gelirsek... Yakışıklılığı yanında çapkınlığı da var. Daha öncede dediğim gibi gizemli biri. Hakkında çok şey bilmiyoruz. Allyson da onu yeniden bulabilmek için baya baya uğraşıyor. Ama Willem'ın da sevdiğim özellikleri vardı. Özgür ruhlu biri ve yaşına göre oldukça olgun konuşuyordu. Öyle anlamlı ve düşündürücü şeyler söyledi ki... Aşık olasım geldi. Zaten bir ara "Her an her şey olabilir." dedi ve beni kendine hayran bıraktırdı. Çok çok güzel sahneleri vardı. Kesinlikle okunmaya değer.

Bir de yazarın habire Shakespeare'dan ve oyunlarından bahsetmesi ilgimi fena çekti. Özellikle On İkinci Gece ile Size Nasıl Geliyorsa eserlerini daha detaylı araştıracağım. Konuları çok hoşuma gitti.

Bunların dışında... Paris'e kesinkes gideceğim ve Allyson'la Willem'ın gezdiği yerleri gezip, yaptıkları çılgınlıkları yapacağım. Ve Willem Hollandalı olduğu için Amsterdam da gidelecekler listeme eklendi!

"Hayattaki her şey tesadüflerden ibarettir." -Willem

Son olarak... İkinci ve son kitaba kadar sabırla bekleyeceğim. İşaretlediğim yerleri tekrar tekrar okuyacağım. Kitap beni çok etkiledi. Romantik severlere birebir gelecek. Tesadüflere inanın ve olayın akışına bırakın kendinizi. Çünkü her an her şey olabilir!

Kocaman öpücükler, sevgiler: Jane

28 Aralık 2014 Pazar

Dizi Canavarı Geri Döndü: Teen Wolf


Merhabalar ! 

Bu ay blog'la ilgilenemedim çünkü çok başka şeyle uğraşmaktaydım. Teen Wolf

Üniversiteyi şehir dışında okuyorsanız, yapacak şeyler sınırlı olabiliyor. Tamam, her yeri gezip, her cafe'yi deneme gibi eğlenceli şeyler oluyor. Ama sonra havalar soğudu mu eve tıkılıp, neler yapsam acaba diye düşünebilirsiniz. İşte bu durumda suç ortağınız varsa yeni bir diziye başlayabilirsiniz. 20 gün içerisinde  60 bölümden oluşan 4 sezonluk diziyi bitirebilirsiniz. Hiç suçluluk duymadan!

Suç ortağım, liseden beri tanıdığım dostum ile Teen Wolf'a başladık. Zaten merak ediyorduk. Herkes izliyor. Her yerde replikler falan görüyorduk. Dylan O'Brien'i izlemeden sevmiştim. İzleyince harbiden vuruldum. Neyse, işte biz Aralık başında izlemeye başladık. İlk sezonu zorla izledik. O kadar basit ve 'komik' sahneler vardı ki... Diziyi ezmek için söylemiyorum ama böyle kurt adamları ilk defa gördüm. :D Habire dayak yiyorlar. Ahh, nerede Jacob Black! Cidden, diziyi her izlediğimde aklıma Jacob geldi. Teen Wolf'taki baş kurt adamımız Scott, açıkçası pek iştah açıcı değildi. :D Dizinin adını hakkıyla vermişler. 'Ergen Kurt' 
İlk sezon 12 bölümdü. Bir gece kendimi zorladım ve bitirdim. Sonra ikinci sezona başladık. Yine aynılar. Klasik dövüşme sahneleri. Tahmin edeceğiniz türde gizemli kurgular... Bu sezon da 12 bölümdü ve öyle ya da böyle şekilde bitti. Ki ilk iki sezonun tek iyi yanı Scott ve Stiles'ın dostlukları, komiklikleriydi. Scott ve Allison'ın habire öpüşmesi değildi! :D


Sonra en merakla beklediğim sezona geldik. Diziye başlamamın belli başlı sebepleri vardı. Dylan O'Brien ve diziye sonradan katılan Shelley Hennig. Shelly'i The Secret Circle'da izlemiştim ve bayılmıştım. Teen Wolf'a katıldığını duyunca ve Dylan'ın canlandırdığı karakter ile sevgili olduğunu öğrenince diziye balıklama atlamış, sabırla 3.sezonu beklemiştim. Ve beklediğime cidden değdi. Bu sezon farklıydı. Hem de baya baya. Senarist sanırım birden hayal gücü patlaması yaşamış. :D Sezonu 24 bölümden oluşturmuşlar ama inanılmaz şeyler düşünmüşler. İlk yarısında bambaşka olaylar oluyor, ilkten kötü olan ama sonra kalbimi fetheden karakterler geliyor. İkinci yarısında ise... "Ah God" diyeceğim. Stiles ön planda. Hem de fena bir şekilde. Zaten bu sezondan sonra Stiles'a iyice kafayı taktım. Müthiş bir değişim görüyoruz. :D Ağzımın suyu akarak izledim. Fark ettiyseniz sezonların konuları hakkında bir bilgi vermiyorum. Çünkü her şey bağlantılı. Bir şeyden söz etsem, çaktırmadan spoiler vermiş olurum. O yüzden burada sadece dizi ve karakterler hakkında yorum yapıyorum.

3.sezonun gelmiş geçmiş en iyi bölümlerden oluştuğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Size şöyle söyleyeyim; sezonun ikinci yarısına başladıktan sonra kendimizi durduramadık ve geçen perşembe günü 6 saatlik bir ders programım olduğu halde (en önem verdiğim hocanın 4 dersi ve 2 ders de grammar vardı) o gün okula gitmedim ve oturup arka arkaya 8 bölüm diziyi izledik. Burada yazması kolay ama inanın bana o izlediğimiz bölümlerden sonra beynim error vermeye başladı. Gözlerim artık isyan bile etmiyor. Baş döndürücü bir gün geçirdik. Hepsi Stiles'ın yüzünden. Ya da Dylan'ın... Oyunculuğu müthiş bir kere. Oturur saatlerce onu ve mimiklerini, komikliklerini, psikopatça hareketlerini izleyebilirim. Çok fena bir yeteneği var. :D İzlerken hem sizi güldürüyor hem ağlatıyor hem de dehşete düşürüyor. Aklı olan bir yapımcı acilen psikopat konulu bir filmi üstlensin ve başrolü Dylan yapsın. Cidden çok fena bir karakteri canlandırabilir. :D Teen Wolf'da yeterince ilgi görmüyor bence. O direk filmlere dalsın. 

Yani diyeceğim o ki 3.sezon cidden süperdi. Dolu doluydu. Bir iki bölüm izleyip, bırakamazsınız. Oturup, o sezon bitecek! Sonra tabii gerçek yaşama dönmek biraz zor oluyor. O ayrı bir şey...


Son sezona geldiğimde (ki dizi devam edecek) daha başka bir olayla karşılaştım. Yani, 3.sezona göre sönük kalmışlar ama yine de arka arkaya izlememe engel olmadı bu durum. İki günde sezon bitti. Dün gece son bölümü izlerken artık kafayı yiyecektik. Olmayacak yerde gülmeye başladık. Karakterleri o kadar iyi tanımışız ki ne yapacaklarını, söyleyeceklerini önceden tahmin edip onları taklit ettik. Yani, cidden kafayı yedirtti bu dizi. :D Dün gece rüyalarımda saçma sapan şeyler gördüm. Kurtlar, çakallar... aklınıza ne gelirse. Teen Wolf etkileri işte...

Ama genel olarak diziye yorum yaparsam; izlenebilir ama bir beklentinizin olmaması gerekir. Karakterler bakımından hem zayıf olanlar var hem de Stiles gibi müthiş olanlar var. :D (Hemen ayrımımı yaparım.) Oyuncu kadrosu cidden muhteşem. Her yeni gelen karakteri benimsiyorsunuz. Ve hepsi birbirinden çekici oluyor. Stiles'ı ayrı gözüme kestirdim ama her yeni gelen yakışıklı erkeği de ayrı süzdüm. :D 
Kurgu bakımından bence zayıflar. Bazı olayları cidden şaşırtıcı ve gizemliydi. Mesela 3.sezonun kurgusu gerçekten sağlam, meraklandırıcı ve sürükleyiciydi. Ama senarist arkadaş şöyle yapıyor; her bölümde hep yeni bir olay oluşturuyor ve bu olayları arka arkaya çözmeye çalışıyor ama beynimiz bunu engelliyor. :D Ya da benimki isyan etti. Bilemiyorum. Çok fazla konu vardı ve bazı konuları hala sonuçlandıramadılar. Daldan dala atlıyorlar gibi. O yüzden o konuda boğucuydu. İyi ki sezonları arka arkaya izleme gibi bir şansım olmuş dedim. Her hafta bölüm bekleyerek izleseydim, harbiden bir şey anlamazdım. Bu da aklınızda bulunsun. Yabancı dizileri, sezon sezon izlemek daha zevkli ve mantıklı. Bence.

Bunun dışında... Karakterlerin bazı özelliklerine çok sinir oldum. Listedeki ilk isim Allison. Baş kız karakterlerden biriydi. İlk sezonda saf görünümlü ve sıradan bir kızdı. Sonra ailesinin bir sırrını öğrendi. Allah'ım! Bu nasıl bir değişim. Bir günde ok atmayı öğrendi. Kurtları avlamaya karar verdi. Bambaşka biri oldu. Kendine güveni tam, kendimi korurum ben yahu havalarında. :D Hiç mi hiç sevemedim. Diziyi izlediğimiz zaman boyunca gram sevemedim. Sevenleri çokmuş. Neden bu kadar sevdiler anlamadım. Ben mi bir şeyleri gözden kaçırdım, bilemiyorum. Ama bence en uyuz karakterlerden biriydi. Tek sevdiğim şeyi, 3.sezondaki saç stili. :D

Diğer karakter ise elbette Scott. :D Ya, aslında sevdim çocuğu. Habire arkadaşlarını korumaya çalışması. Onlar için çabalaması... Tek sorun kurt adam olduğu halde dövüşememesi. Garibim, her sezonda illa dayak yedi. Aslında gıcıklığım ona da değil. Senariste ve yönetmene. Dizideki kurt adamlar, doğru düzgün dövüşemiyordu. Hep şöyle oluyordu; bizim takımdakiler yani Scott'la Derek dayak yiyor ama karşı taraftaki kurt adamlar müthiş dövüşüyor. Bence kesinlikle burada bir sorun var. Biri Scott'ı güçlendirsin. Stiles bile bir ara fena dövüştü. Bile diyorum çünkü dizideki en zayıf halka o. :D

Bunların dışında... Tüm karakterleri sevdim. Okuldaki Koç'u, Stiles'ın babası Şerif'i, güzeller güzeli ve arada uyuz olan Lydia'yı, gelen tüm kurt adamları, Derek'i, Derek'in dayısı Peter'ı bile. :D Derek için de söyleyecek birkaç şeyim var. Adam müthiş bir şey. :D Manzara gibi adeta. Ama karakterinden dolayı gülümsemiyor. Gülümsediği zaman... ah eriyebilirsiniz. Hatta bunun sohbeti yapılmış. Derek'i canlandıran Tyler Hoeclin'e karakterinize söylemek istediğiniz bir şey var mı dediklerinde, "Biraz daha gülümsemelisin derdim." demiş. Gerçekten de öyle. :D Harbiden ekibi sevmişim. Ama izlerken hepsiyle ayrı ayrı dalga geçtik. O yüzden bu diziyi izlerken çok eğlendim ve farklı deneyimler yaşadım.

Teen Wolf'u bir daha oturur, izler miyim... Peh, sanmıyorum. Ama 3.sezondan bazı bölümleri kaydettim. Arada izleyeceğim. Ama yıllar sonra bu dizi aklıma geldiğinde aklımda şu görüntüler olacak; "Üniversitenin ilk yıllarındaydım ve o dizi yüzünden okulu ektim. En korkutucu ilk speaking sınavıma hiç çalışmadan girdim. Dönemin son yazılı sınavına da hiç çalışmadan girdim. Ama farkında olmadan Teen Wolf işe yaramış olmalı ki sınavlardan geçtim. Yaaay." :D Hayal ederken bile güldüm.

Aklıma gelenler bunlar... Aslında daha çok aklımda Stiles var. Nasıl etkilediyse beni habire onu anlatasım var. Cidden komik ve eğlenceli bir karakter. Onun sayesinde moralimin yerine geldiği zamanları bilerim. Vay be. 20 günde neler yaşamışım. :D Şaka bir yana, size çok şey katan bir dizi olmasa da zamanınızı değerlendirebilirsiniz. Malia&Stiles çiftini görmelisiniz!!!

Son olarak.... Dizimiz yaz dizisi. Yani yeni sezon taaa Haziranda. O zamana kadar yeni dizilere yelken açmayı düşünüyorum. Dizinin fanıysanız gelin, konuşalım. İzlemeye başlamadıysanız hemen ilk iki sezonu atlatın da gelin, sohbet edelim. :D Şuan iki arkadaşım da Teen Wolf izliyor. Biri yarım bırakmıştı, artık nasıl anlattıysak devam etmeye karar verdi. Diğeri ise ilk defa yabancı dizi izleyecekti ve Teen Wolf'u o kadar anlattım ki ona direk başlamış. İzleyen, ask.fm'e gelsin. Habire Stiles ve dizi hakkında konuşasım var.

Kocamaaan öpücükler, sevgiler: Jane

22 Aralık 2014 Pazartesi

Kitap Yorumu: The 100 - Kass Morgan


Merhabaaaa :D

Bayadır yokum. Aslında varım da yokum. Blog'da aktif olmasam da kimler giriyor, hangi yazılar okunuyor diye arada bir gözlemledim. Ask.fm'den çıkmıyorum zaten hiç. Ve şimdi yazma zamanı!

Uzun zamandır, yani Demir Yıl'dan beri kitap okumadım. Okunacak o kadar müthiş kitaplarımın olmasına rağmen... Başka şeylerle uğraştım. Teen Wolf'a başladım. Eski formumu kazanıp, sezonları bir bir devirmeye başladım. :D Onun hakkında ayrı konuşacağım... Bir de çok tırstığım sınavı atlattım. O sınav yüzünden kitap okuyamadım. Dikkatim dağılıyordu. Amaaaa, sınavı sorunsuz atlatınca direk kitaba gömüldüm. Bu aralar pek popüler olan The 100, benim tarafımdan da okundu ve onaylandı!
The 100'ü her yerde görüyordum ama kitap fuarında tam anlamıyla görmüş oldum. Yayınevinin tanıtımları, sıcakkanlılığı sayesinde kitabın konusuna doğru düzgün bakmadan aldım. Ki orada bir tanıdığımın olması ile kitap benim için 1-0 öndeydi. :D 

Kitabı benden önce iki arkadaşım okuyordu. Onların meraklandırması sonucu hemen başladım zaten. Biri Lost'a benziyor dedi. Diğeri, değişik bir kurgusu var, deyince bir baktım kitabı elime almışım da dün gece bitirmişim.

Gerçekten de değişik ve merak edici bir kurgusu var. Öyle böyle değil. :D Benim gibi değişik türler seven, distopya tarzıyla harmanlanmış ve Lost'la The Walking Dead karışımı bir şey istiyorsanız, bu kitabı okumalısınız. Çünkü gerçekten Lost'la benzerlikleri vardı. Eğer diziyi izlediyseniz, kitabı şöyle düşünebilirsiniz; Lost'un kurgusunun hemen hemen aynısını uzay versiyonu olarak düşünün.

300 yıl önce dünyada yaşanan nükleer felaket artık oradaki yaşamı yok etmiştir. Kaçabilen insanlar dünyanın yörüngesindeki bir uzay gemisinde hayatta kalmayı başarmışlardır. Fakat bu uzun süre devam edemez. Ellerindeki imkanlar kısıtlı ve çoğalan bir halk var. Buna bir şekilde engel olmaları lazım ve tekrardan dünyaya geri dönmeleri lazımdır. Ve işte asıl olaylar burada başlıyor.

Asıl konuya girmeden önce minik bir şeyden bahsedeceğim. Kurgunun bu bölümü nedense hoşuma gitti. Uzay gemisinde, dünyaya ait herhangi bir şey resmen altın değerinde. Dünyadan alınan kitaplar çok özel olarak saklanılıyor ve tutulduğu oda dışında, kitabı başka bir yere götürüp, okuyamıyorsunuz. Ya da ne bileyim, bir perde parçası bile elmas değerinde. Tavandan sökülmüş bir avize bile özene bezene bakılıyor. Yani, dünyada yaşadıkları sırasında değer vermedikleri, önemsizmiş gibi görünen her şey uzay gemisinde adeta bir kurtarıcı onlar için. Dünyaya ait bilgileri, sakladıkları kitaplardan öğreniyorlar. Gökyüzünün renkleri, ormanlar, bitkiler, hayvanlar... Aklınıza gelebilecek en basit şeyler. Kurgunun en etkileyici kısmı buydu, bence.

Bir de uzay gemisini yöneten Koloni'nin çok katı kuralları var. En ufak bir hatada hapse atılıyorsunuz. Eğer reşitseniz direk idam ediliyorsunuz. Ama reşit değilseniz ise hapiste kalıp, 18.yaş gününüzde tekrardan yargılansanız bile büyük olasılıkla idam ediliyorsunuz. Böylece nüfus sayısını az tutmaya çalışıyorlar. Çok acımasız değil mi ? 

Kitabı dört karakterin gözünden okuyoruz. Hepsinin ayrı ayrı hikayeleri var. Kitap zaten bir geçmişi bir de günümüzü anlatıyor. Okurken ilkten kafanız karışabilir ama sonra her şey yerine oturuyor. Karakterlerden bahsetmek gerekirse... Clarke, başrol diyebiliriz. Anne ve babası doktorlar. Kendisi de tıp eğitimi görmüş bir genç kız. Uzaydaki yaşamında her şey yolunda giderken bir gün tüm hayatı mahvolur. Ailesinin sırrını öğrenir ve bu ona ağır bir ceza olarak geri döner. Ve kendisini hapishanede bulur.

Kırık bir kalbi iyileştirecek kadar güçlü bir ilaç yoktu.

Wells, Koloni'nin başındaki adamın oğludur. Her şeye sahiptir. Herkes tarafından sorgusuz sualsiz her yere girip, çıkabiliyor. Fazladan bir şeyler yiyebiliyor. Kısacası, uzaydaki kısıtlı yaşama göre lüks bir hayatı vardır. Taa ki bir kıza aşık olana kadar. Clarke, ona aile sırrını söylediği an her şeyi mahveder ve sevdiği kızı hapishaneye tıkılırken izler.
Bellamy, sanırım kitapta en sevdiğim karakter oldu. Onun hikayesi bambaşka. Normalde, uzayda aileler sadece tek bir çocuk sahibi olabilirler. Fakat Bellamy'nin ailesi iki çocuğa sahiptir. Bellamy, kız kardeşi Octavia'yı korumak için her şeyi yapan bir genç adamdır.
Glass, ah tanrım. Bu karakter için cidden üzüldüm. Kitabı okurken baya üzüldüm kıza. Neler yaşamamış ki... Luke diye birine aşık olmuş. Cidden birbirlerini çok seviyorlar. Sonrasında ise olaylar istemedikleri bir şekilde gelişir ve Glass, tüm sorumluluğu üstlenerek hapishaneye girer. Ki Luke'e hiçbir açıklama yapmaz. Tam tersine onu kendinden uzak tutmak için kalbini kırar ve büyük bir acı içerisinde hapishanede günlerini hayaller kurarak yaşar. Taa ki yeni bir gelişme olana kadar.

Luke'un kalbini kurtarmanın tek yolu, onu kırmaktı. 


Gelişen olay ise şu; Koloni uzun zamandır planladığı bir görevi gerçekleştirmek üzere suçlulardan oluşan 100 kişiyi dünyaya yollayacaktır. Bu suçlular arasında elbette yukarıda tanıttığım karakterler var. Clarke, tam öleceğini sandığı bir zamanda kendini dünyaya gidecek gemide bulur. Bunu duyan Wells ise önceden planını yapmıştır. İlk önce kendini hapise attırmıştır ve şimdi oda gemidedir. Bellamy ise hiçbir suç işlemediği için sırf kardeşiyle beraber olabilmek için Koloni başkanına suikast hazırlar ve onu vurarak bir karmaşa ortaya çıkarır. Ardından kendini gemide bulur. Glass ise bu karmaşa sayesinde gemiden kaçar ve kendini Luke'un kapısında bulur.

Sonrasında ise olaylar şu şekilde gelişir; 100 kişinin içinde bulunduğu gemi hasarlı bir şekilde dünyaya düşer. Tüm erzakları bir yere dağılmıştır. Suçlular ise ne olduğunu anlamadan dünyaya vardıklarını fark ederler. Açıkçası hepsi bu konuda tedirgindir. Dünyada yaşam var mıdır ? Salgın hastalık olabilir, yeterli oksijen olmayabilir. Ya da dünya 300 öncesine göre çok farklı bir yer olabilir. Bu çılgın sorular karşısında yine de hayatta kalmaya çalışırlar. Clarke başta olmak üzere herkes bir işle uğraşır. Wells, liderlik yapmaya çalışır. Bellamy, avlanmaya çıkar. Diğerler ise birbirlerini yemekle uğraşmaktadır. 

Dünyaya düştüklerinden sonraki kurgu cidden bana Lost'u anımsattı. :D Hani, yazarın biraz oradan buradan aldığı belli ama benim için sorun olmadı. Ben zaten uzun zamandır Lost gibi bir kurgu istiyordum. The 100 tam benlikmiş. Sıkılmadan, bıkmadan çok akıcı bir şekilde okudum. Burada her şeyi anlatmak istiyorum ama olmaz! Okumanız lazım. İmrenilecek bir yaşam değil ama nedense The 100'ü yaşamak isterdim diye düşündüm. Tabii hayatta kalabilir miydim, bilemiyorum. :D

"Ben bir parçası olamayacağım diye bütün hayatından vazgeçmeni istemiyorum." -Luke

Ve kitap çooook merak uyandırıcı bir şekilde bitti. Cidden. Kitabı bitirir bitirmez direk yayınevine ulaştım. İkinci kitap çeviride cevabını alınca bir soluklandım. Gerçekten devamını merak ediyorum. :D

Ah, bir de kitabın dizisi varmış. Hatta şuan 2.sezonunda. İzlemedim ama izleyenlerden yorum aldım. Kitabın ana hatlarını almışlar ve diğer her şeyleri değiştirmişler. Hatta bazı karakterleri silip, yeni karakterler eklemişler. İşte bunu duyunca hiç izleyesim gelmedi. Bir The Vampire Diaries vakası daha yaşamak istemiyorum. Ama The 100'ün kurgusu o kadar hoşuma gitti ki diziyi merak etmiyor değilim. -.- Belki ikinci kitaptan sonra izlerim. Göz atarım. Bilemiyorum. :D Lost'tan sonra şuan çok ilgi çekici geliyor dizi. *-*

Kitabı hakkıyla anlatabildim mi bilemiyorum ama cidden bir şans verin ve okuyun. Kitabın kurgusu, karakterlerin sağlamlığı, kitabın kapak tasarımından tutun da mıknatıslı bir yapıya sahip olmasına kadar tam kitaplığınıza layık bir kitap. :D Bu konuda Go!Kitap'a  sonsuz bir kocaman teşekkürler.

Şimdilik bu kadar. İkinci kitaba kadar bir şeylerle oyalanıp, merakımı alevlendirmeyeceğim!

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

1 Aralık 2014 Pazartesi

Kitap Yorumu: Magisterium 1 - Demir Yıl

  
Magisterium'dan herkese merhabalar !

Uzun zamandır bu kitabı merak ediyordum. Çünkü en favori yazarım olan Cassandra Clare, yazar arkadaşı Holly Black ile beraber yazdı bu kitabı. Ve yepyeni bir seriye adım atmamı sağladılar. Tamam, konusu belki oradan buradan alınmış gibi olabilir. (Bkz: Harry Potter, Percy Jackson) Ama son sayfalardaki şaşırtıcı kurgu, seriye ısınmamı sağladı. Cassandra'nın yeni dünyasına hoşgeldiniz!

Cassandra & Holly

Bu kitaptan bahsederken sanki sadece Cassandra yazmış gibi davranıyorum. Ama elimde değil. Holly Black'i hiç okumadım. Açıkçası Cassandra'yla ortak iş yapana kadar da ilgimi çeken bir yazar değildi. O yüzden sanki seriyi Cassandra yazmış gibi hissediyorum. Ama Holly Black'a sonsuz saygım var. Bu kitaptan sonra yazarı araştırıp, bizde çıkan kitaplarını inceleyeceğim kesinlikle! 

Gelelim kitabın içeriğine. Baş karakterimiz Callum Hunt, henüz 12 yaşında. Annesi, o doğduktan sonra ölmüş. Babasıyla yaşayan ve okulda haylazlık yapmadan duramayan bir çocuk. Aynı zamanda büyücü. (Gözünüzü devirip, HP aklınıza gelebilir.) Ama büyücü olarak yetiştirilmemiş. Çünkü babası Alastair, onu büyücülerin içinde olmasını istemiyor. Ama Magisterium'un her sene yaptığı sınava girmesine engel olamaz. Tek seçeneği, Call'ın başarısız olmasını sağlamak.
Magisterium, büyücülerin eğitildiği yer. İlk yıllarına Demir Yıl deniliyor. Sırasıyla; Bakır Yıl, Bronz Yıl, Gümüş Yıl ve Altın Yıl olarak devam ediyor. Anlaşıldığı gibi serinin kitap adları bunlar olacak ve beş kitaptan oluşacak. Konuya devam edeyeyim. Callum, sol bacağından sakat biri. Yani sınavı geçememe olasılığı yüksek. Ki babası, sınav öncesi ona başarısız olmasını, büyücülerin kötü olduklarını ve onlardan biri olmamasını tembihliyor. Her şey yolunda gözüküyor. Callum, sınava giriyor. Her şeyi berbat yapıyor. Hatta bir ara kendisinden bile utanıyor. O derece. Artık seçilmeyeceğini düşünüp, rahatlıyor. Ve Ustaların çıraklarını seçtiği bölüm geliyor. Usta Rufus, ilk iki çırağını seçiyor. Tamara ve Aaron, sınavda en yüksek puan yapan çocuklar. Ve sonra bilin bakalım kim seçiliyor. Callum Hunt! Ondan sonra işler karışıyor millet. :D

Olaylar olaylar olaylar... Ne anlatsam spoiler olur. Ama kurgusu çok hoşuma gitti. Başlarda biraz sıkıldım çünkü konuyu kavramaya çalışıyordum. Bir de okul nedeniyle doğru düzgün okuyamıyordum. Ama sonra kurgu yerine oturdu, karakterleri tanıdım,her şey akıcı gidiyor derken yazarlar son sahnelere doğru resmen bombaları patlatmışlar. Şok üstüne şok yaşadım ve okurken resmen izliyormuşum gibi hissettim. Çok güzeldi be ! Gerçekten güzel düşünülmüş. Açıkçası diğer kitapları büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum. Ama ne yazık ki her sene bir kitap çıkaracaklarmış. Yani bu demek oluyor ki yeni kitap, gelecek sene çıkacak. Hoş, ne kaldı şurada değil mi ? :D Ama beklemek zor olacak. Çünkü gerçekten heyecan verici, meraklandırıcı sorularla bitti kitap. Bir daha oturur, okuyabilirim. O derece benimsedim.

Kitabı okumadan önce de hakkında baya yorumlar okudum. Harry Potter'a çok benzetenler var. Çakması demişler adamlar. :D Bilemiyorum çünkü Harry Potter'ı okumadım, izledim. Ama bomba haberim var. Hayırsever biri (adeta melek) Harry Potter serisini getiriyor bana. Şuan ilk iki kitap elimde. Ve okuyacağım. Yaşım kaç olursa olsun. Kesinlikle bu türleri çocuk türü olarak görmüyorum. Hatta tam tersine merak ediyorum. Percy Jackson'la başladım. Demir Yıl ile devam ediyorum. Sırada Harry Potter var! Onu okuyunca, çakması olup olmadığını göreceğim. Ama yine de ben sevdim. Beni sardı mı sardı. Ya zaten Cassandra Clare ne yazsa okurum. Abartmıyorum. Bebek bakımıyla ilgili de bir şey yazsa okurum. Hayal gücüne, anlatım biçimine, yarattığı karakterlere bayılıyorum. Cehennem Makineleri ve Ölümcül Oyuncaklar'dan sonra bu seri bir tuhaf geldi. Alışmışım tabii Gölge Avcılarına falan. Karşılaştırma yapmayın. Hayal kırıklığına uğrarsınız. :D Bu serisi, bambaşka bir hayal gücü. Yine de hoşuma gitti. Karakterlerin yaşı küçük ama marifetleri büyük. Okurken zaten o minik detayı fark etmiyorsunuz.

Gelelim karakterlerin özelliklerine. Gıcık tipler de var. Hırslı, komik ve şaşırtıcı karakterler de... Callum Hunt, meraklı ve yerinde duramayan biri. Gizli saklı işler çok yapıyor. O, her gizli iş yaptığında ben heyecanlanıyorum yakalanacak diye. :D O yüzden bu muzurluğunu sevdim.
Tamara, hırslı ve kendinden emin bir kız. Zaten sınavda baya yüksek puan alıyor. Elinden gelen her şeyi yapıyor. Bilmiş biri gibi görünebilir ama yavaş yavaş ısınmaya başladım ona.
Aaron, geleceğin yakışıklısı. Bence. :D O sinyalleri aldım nedense. Hem zeki hem çekici bir tarafı var hem de sürpriz bir özelliği var. Okuyunca şaşırabilirsiniz. Burada söyleyemem. Çünkü kitabın ana konusunu anlatmış olurum. Bunu yapmak istemiyorum. Kitaptaki detayları okuyunca görün. İlk kitabın yorumunda bahsedersem, okuyunca bir heyecanı kalmaz. İlk okurken kafanız karışabilir ama sayfalar ilerledikçe her şey yerine oturuyor. Ki zaten ikinci kitap çıkıp, okuduktan sonra yorumunu yaparken ilk kitabın tüm detaylarını anlatacağım. :D

Daha birçok karakter var. Ustalar çok var. İsimlerini karıştırıyorum. Bi, Usta Rufus'u ezberledim ve tanıdım çünkü bizimkilerin Ustası. :D Adamdan gizlilik akıyor resmen. Gelecek kitaplarda neler ortaya çıkacak kim bilir. Diğer çocuk karakterlerden Jasper, Drew ve Celia'yı göz önünde bulundurun. :D No spoiler!

Immm, kitap hakkında başka ne söyleyebilirim... Söylenecek çok şey yok. :D Şaşırtıcı, gizemli ve merak uyandırıcı bilgiler çok. Yazarlar alt yapıyı çok güzel hazırlamışlar. Serinin ilerleyen kitapları bomba gibi olacak. Cidden sabırsızlanıyorum. Seriyi çok mu çok sevdim. Daha ilk kitaptan!

Son olarak, Doğan Egmont'a kocaman teşekkürler. Bu kitabın ülkemizde çıkacağını hiç düşünmüyordum. Instagram'da Türkçe versiyonu görünce küçük bir kalp krizi geçirdim. Ve fuarda adeta üstüne atladım. İlkten alsam mı almasam mı diye kararsız kaldım. Ama, boşverin. Cassandra ve kankası Holly bu! Kesinlikle okuyun. Okutun.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Doğan Egmont, okur mu bilemiyorum ama yazmak istedim. Kitabı iyi ki çıkardınız ama biraz daha özen gösterin bir dahakine. Çeviri müthiş. Ama kitabın yazıları kocaman. Okurken rahatsız oldum. Ve sayfaları incecik. Okurken yırtılacak diye ödüm patladı. Yazıları biraz küçültüp, sayfaları daha normal yaparsınız musmutlu olurum.

23 Kasım 2014 Pazar

Kitap Yorumu: Meleğin Düşüşü - Susan Ee


Selam Millet !

Size müthiş ve sürükleyici bir kitap tanıtacağım. Bu yazıyı yazmak için o kadar heyecanlıyım ki... Belki bazılarınız abarttığımı düşünüyor olabilir ama hayır! Uzun zamandır böylesine şaşırtıcı, gerçekçi ve akıcı bir kitap okumamıştım. En azından fantastik seriler arasında...

Meleğin Düşüşü kitabını keşfetmem baya geç oldu. Dex yayınlarından çıkmasına rağmen çok okunan bir kitap değil sanırım. Çünkü benim ilgimi çekmemişti. Taa ki Saklama Kabı'nın vlog'unu izleyene kadar. Eren, kitabı ballandıra ballandıra anlatmış. Ben de konusunu beğenince hemen listeye ekledim. Ve şansa bakın ki fuarda 9TLcikti. :D İlk kitabı kaptım ama ikinci kitabı hangi kafayla almadım, bilemiyorum. Şuan ikinci kitap için ölebilirim! Sonraki kitap alışverişimde Kıyamet Sonrası direk sepete eklenecek !

Kitap, meleklerle ilgili. İnanın bana Becca Fitzpatrick'in Düşmüş Melekler serisi gibi değil. (Oradaki Patch karakterine sonsuz öpücükler.) Bu kitap daha gerçekçi ve etkileyici. Dünyayı melekler ele geçirmiş durumda. Hem de bizim sandığımız gibi iyi melekler değil. Hepsi, vahşice insanları katlediyor ve küçük çocukları kaçırıyorlar. Dünya, artık eskisi gibi değil. Teknoloji ölmüş durumda, herkes yaşamak için ya kaçıyor ya saklanıyor. Bunlardan biri de Penryn ve ailesi. Penryn, saldırıların başlamasından sonra kafayı yemiş annesini ve tekerlikli sandalyeye mahkum kız kardeşini korumak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. 

Bir gün yine ailesiyle kaçarken bir melek sürüsü görür. İçlerinden bir meleği ortalarına almışlar, kanatlarını koparıyorlardır. Penryn, ailesini kurtarmak için kendini ön plana atar fakat kız kardeşini bir melek kapar ve kaçar gider. O sırada ne yapacağını bilemeyen Penryn, yaralı meleğin yanına gider. Eğer onu iyileştirirse, kanatlarını saklarsa ona yardım edeceğini düşünür ve olaylar böylece başlamış olur.

Penryn, inatçı mı inatçı ve aynı zamanda çok güçlü bir kız. Hem fiziksel olarak hem ruhsal olarak. Annesi, cidden kafayı yemiş bir kadın. Ne yapacağı belli olmuyor. Kız kardeşi deseniz zaten ayaklarını kullanamıyor, Penryn'e bağlı bir küçük kız. Bunlar yetmiyormuş gibi normal yaşamları ellerinden alınmış ve yaşam mücadelesi vermek zorunda kalmışlar. Kısacası, Penryn hem örnek alınanacak biri hem de hayran verici bir karakter. Kitabı okurken aklıma Uyumsuz'dan Tris ve Açlık Oyunları'ndan Katniss geldi. Bu iki karakteri çok mu çok seviyorum. İçlerine Penryn'i de ekleyin. Çünkü inanılmaz ilham verici bir karakter !

Yaralı melek, Raffe'den bahsedeyim. Aslında bahsedilecek pek bir bilgi yok. Bu kitapta sadece çok minik bilgiler öğrendim onun hakkında. Bunları burada paylaşırsam, kitabı okumanızın bir anlamı kalmaz. Ama şunu diyebilirim ki, hislerini, duygularını ve ne düşündüğünü belli etmeyen biri. Dışarıdan soğuk biri gibi görünebilir ama komik bir mizah anlayışı da var. Raffe'yi sevmemi sağlayan özellikleri bunlar. :D Yani ben sevdim. Tamam, soğuk falan ama ne bekliyorsunuz ki? O da kendi dünyasından ve kanatlarından koparılmış bir melek. Açıkçası onun gözünden olayları okumak isterdim. Neler hissettiğini, düşündüğünü, planlarını ve geçmiş yaşamını okumak fena olmazdı. Belki yazar ileride böyle bir şey yapabilir. :D Moda oldu bu durum zaten.

"Bazen, karanlıkta sendelerken güzel bir şeylere çarparız."

Bu ikilinin maceralarına gelirsek... Penryn, Raffe'yi iyileştirir ama aynı zamanda suçlu muamelesi yaparak onu hep bağlar. Tabii bu meleğe işlemez. :D Çok komik ve eğlenceli sahneleri vardı. Raffe'ye sinirlendikçe kanatlarını yoluyordu, onu sehpaya bağlıyordu ya da kavga ettikleri zaman sırtındaki yaraları hedef alıyordu. Yani kızımız Penryn çok çok fena biri. :D (Yürü be kızım!) 
Tabii bunlar işin komik yanları. Asıl amaçları Penryn'nin kız kardeşini kurtarmak. Bu yüzden Kuş Yuvası'na gitmeleri lazım. Bunlar yola çıktıkları zaman yine diğer meleklerle karşılaşırlar. Raffe, Penryn'e kaçmasını söyler ama bizim deli kız melek kılığına girmiş bir şekilde melekleri korkutmaya çalışır. Sanırım kitapta en çok güldüğüm sahne buydu. Kesinlikle okumalısınız. :D O sahneyi, otobüs yolculuğumdayken okumuştum. Öyle bir kahkaha attım ki milletin şaşkın bakışlarına maruz kaldım. :D 

Yine yola devam ettikleri zaman bu sefer Direnişçiler ile karşılaşırlar. Başlarında Obi diye bir adam var. İlkten bu ikiliye suçlu gözüyle baktılar ama sonra aralarına kattılar. Direnişçiler arasında Dee-Dum adında erkek ikizler vardı. Kitaba çok güzel renk katmışlar. :D Çok komikler, zekiler ve fenalar. Daha sonra Penryn, onlarla bir anlaşma yaparak oradan da sağlam bir şekilde ayrılırlar ve Kuş Yuvası'na varırlar. Bundan sonrasını anlatmayacağım. Çok şaşırtıcı, itici ve gerçekten mide bulandırıcı sahneler vardı. Bunlar bana işlemedi tabii.(Fringe ve The Walking Dead izlemiş bir insanım arkadaş.) Çok vahşet verici şeyler. Yazar öyle gerçekçi anlatmış ki sanki okumuyorum da izliyormuşum gibi hissettim. Hatta çoğu sahnelerde resmen olayları yaşadım. Birileri acı çekiyor, sanki ben de acı çekiyormuşum gibi hissettim. Kısacası, Susan Ee çok mu çok yetenekli bir yazar. Hayal gücüne, anlatım tarzına hayran kaldım.

Ama ne yazık ki yazarın tek serisi bu şimdilik. Serinin ilk iki kitabı ülkemizde çıktı. Üçüncü kitap Mayıs 2015'te çıkıyor. Dex'in bizi çok bekletmeyeceğini varsayarak sabırla bekliyorum. Ki daha ikinci kitabı okumadım. :( Ah, bir de seri beş kitaplık. Son iki kitap ne zaman çıkar, bilinmiyor.

Bunların dışında... Çok güzel kurgulanmış, süper akıcı bir kitabı size takdim etmekten gurur duyarım. :D Bazı yerleri cidden çok eğlenceliydi. Raffe'nin yara bandını nasıl kullanacağını bilmemesi, kedi mamasını gösterip,"bu yenilebilir bir şey mi" diye sorması... Penryn'in çılgın ama komik savunma taktikleri... Her şeyi ile mükemmeldi. Raffe dışında bir de Uriel adlı melekle karşılaşacaksınız. Nedense onu da sevdim. Umarım ilerleyen kitaplarda daha çok karşımıza çıkar. Ve romantik sahneler beklemeyin. Bu çift sonuçta karşılıklı olarak düşmanlar. Öyle ki meleklere, insan kızlar yasak. (Bu konuyla ilgili Penryn bir espri yapıyor, akıllara zarar. :D) Ama kitabın sonunda minik sürprizler görebilirsiniz. Ah, kitabın sonu demişken... Çok merak verici bir şekilde bitti. Biri lütfen ikinci kitabı üstüme fırlatsın.

"...Ama ateşle oynamak baştan çıkarıcıdır."

Ciddi ciddi bu seriye aşık oldum. Penryn karakteri çok sevdim. Raffe'yi daha da merak eder oldum. Eminim ki ikinci kitap çok fena olacak.

Şimdilik bu kadar. Gelecek kitaba kadar kendinize iyi bakın. Kitabı inceleyin ve mutlaka alın derim.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

21 Kasım 2014 Cuma

Hayallerin Gerçekleşmesi: Demi Lovato Konseri


Bu yazıya nasıl başlasam, nasıl anlatsam, hatta yayınlasam mı diye kara kara düşündüm. Yaşadığım duyguları, hayalimin gerçekleştiğini anlatmak çok mu çok zor. Hele ki hala şoktan çıkamamışken.

Herkesin hayalleri vardır. Benimkiler o kadar çok ki bazen cidden imkansız geliyor. Ki Demi Lovato konseri de bunlardan biriydi. Şimdi Demi Lovato deyince, insanlar bir duraksıyor. Bir kısmı tanımıyor, bir kısmı ergen olarak görüyor bir kısmı da "Haa, şu Disney yıldızı, hastalığı falan vardı" diye biliyor. Nasıl biliyorsanız bilin ama yanlış biliyorsunuz. :D 

Kendisi Disney'de ünlenmiş olabilir ama şuan dünya starları arasında. 22 yaşında olduğu için ergen gözüyle bakılıyor ama Britney Spears ve Justin Timberlake'i örnek göstererek, onlarda Disney yıldızıydı ve 20'li yaşlarda ünlenmişlerdi. Yani ergen laflarını bir geride bırakın. Hastalık konusuna gelirsek... Herkes de olabileceği gibi onda da bipolar bozukluk vardı. Üstüne bir de çok erken yaşta ünlenip, büyük sorumluluklar edinince psikolojik olarak çökmüştü. Yaklaşık dört sene önce rehabilitasyona yatırılmıştı. Sonrasında geri dönüşümü muhteşem oldu. 

Albümlerinden, canlı performanslarından ya da diğer bütün hayatından söz etmek isterdim ama merak edenler zaten inceleyecektir. Tek diyebileceğim, kesinlikle konserine gidilmeli. Çoğu genç şarkıcının aksine, konserlerinde ekstra bir çaba göstermiyor. Dansçı olsun, şu olsun falan... Sadece sesiyle ve çaldığı müzik aletleriyle hayranlarına çok güzel bir gece sunabiliyor. Zaten her zaman dediğim gibi, konserlerde sadece ve sadece şarkıcı olmalı. Dansçları göz boyamaca olarak görüyorum. (Beyonce'un ekibi dışında.)

Demi Lovato'yu ilk olarak Camp Rock'da izlemiş, Remember December şarkısını dinleyerek sevmiştim. Özellikle Camp Rock'daki performansları çok hoşuma gitmişti.O gün bugündür feci bir hayranıyım. Hem de öyle böyle değil. :D İnternetteki tüm konser videolarını izleyip, ezberlemiş biriyim. Şarkılarını ezberledim dememe gerek yok sanırım ? Hal böyle olunca, her konser videosunda içim içimi yiyordu. Neden buraya gelmiyor ?

Bir ara hırs yaptık, konserleri organize eden birkaç yere mail attım. Geri dönüş olmadı. Bekledim. Sonra ilk Dünya Turuna çıkacağı haberi verince yerimde duramadım, yine mailler attım. Tahmin ettiğiniz gibi cevap gelmedi. Artık hiç ümidim yokken, geçen yaz internette bir fotoğraf paylaşıldı. Maçka'daki Küçükçiftlik Parkı'nda "DemiWorl Tour 16.Kasım.2014 - İstanbul" afişleri asılmış. İlk gördüğümde harbiden inanmadım. O kadar imkansız geliyordu ki... Ciddi ciddi inanamadım. O sırada çalıştığım için param da vardı. Konser gerçekten olacaksa, direk maaşımı bilete yatıracaktım. O ara bir karışıklık oldu. Bilet alamadım. Tüm tribünler kapılmış, en ön ayakta bilet fiyatı ise 500TLcik. :D O parayı konsere versem, annem diyecek para nereye gitti. Hayır veririm vermesine ama ayakta olup, önde yer kapmaca olayı var bir de... Jessie J konserinden tecrübe ettiğim için yine bekledim. Bekledim. Ve bekledim. Artık ümidim kesildi. Yok bilet alamayacağım falan. Ama içim içimi yiyor. Çünkü şöyle de bir özelliği var. Amerika turu bitiyor, Avrupa turu başlıyor ve ilk konserini bizde verecek. Öyle özel bir an ki...

Kasımın ilk haftasındayız. Bir yandan ilk vizeye çalışıyorum bir yandan İstanbul'a gitme planları yapıyorum. Fuara gideceğim, konsere gidersem param kalmaz kitap alamam. Fuarı iptal edeyim. Ama kitap alamam. Konsere gitmesem... Dur, gidip camdan aşağı atlayayım. Diye böyle kendimi yiyip bitirirken, aniden internete girdim. Mal mal facebook'ta dolaşıyorum. Biletix kocaman bir reklam yayınlamış. Ek biletler satışa çıktı diye. O an öyle dalmışım ki yazıyı geçtim. Sonra durdum, geri sayfaya döndüm. Demi World Tour ! Haa, öyle mi. Hemen siteye giriş. Ek tribün koltuklarını görmemle en yakın arkadaşımı aradım. Böyle böyle, ne diyorsun ? (Konsere kimle gideceğim olayı daha da karışıktı.) Hadi alalım dedik. Birkaç sorun çıktı ama olay halledildi ve son paramı konser biletine yatırmış oldum.

Bileti alınca bir mutluluk patlaması yaşadım. Yerimde duramıyorum. Ama sonra konser alanına gidene kadar ben de bir durgunluk oluştu... Yorgunluktan da olabilir. Geçen pazar günü ilk fuara gittim. Oranın altını üstünü getirdim. Ülker Arena'ya gidene kadar canımız çıktı. Metrobüs, minibüs derken iyice pestil oldum. Ve resmen son anda arenaya varıp, içeri girdik. Allah'ım, o nasıl bir kalabalık! İğne atsanız yer düşmez o derece. Çığlıklar, Demi diye bağırmalar... İnsan ister istemez onlara ayak uyduruyor. Yani daha önce de konserlere gittim ama böyle bir ortam görmedim. En iyisilerdi. Ben bile gururlandım. Müthişti.

Ve çığlıklar giderek artarken ilk Demi'nin ekibi çıktı. Sanki Demi çıkmış gibi çığlık çığlığa herkes ki ben bile çıldırdım. Ekibini o kadar benimsemişim gibi karşımda görünce inanamadım. Haa, şunu söylemeden geçemeyeceğim. İyi ki tibünden bilet almışım. Orta kısımdakiler hem sıkışmışlar, hem sahneyi görmeye çalışıyorlar hem de bizden fazla para verdiler. Ben mi ? Ah, ben onlardan daha az para verdim, sıkışmadım, yüksekteydim ve sahneyi müthiş bir şekilde görüyordum. Eğildikçe, sahneye daha da yakınlaşıyordum. Az daha zorlasam Demi'yi tutacaktım falan. :D Şaka bir yana, karlı olan biz tribündekilerdik.

Ekibine geri dönüş yapıyorum. Hepsi iyi güzel de içlerinden biri kalbimi çaldı. Zaten videolarda izlerken gözüme kestiriyordum ama karşımda canlı kanlı görünce çıldırdım. Gitaristlerinden biri olan Steve, bizimle ciddi ciddi ilgilendi. El salladı, bize dönük çaldı ve habire gülücükler, el hareketleri... Bir ara gözümü ondan alamadım. :D Bir sarılsaydım, iyiydi falan...

Asıl olaya geliyorum. Demi'nin sahneye çıktığı kısma. O an kulaklarım sağır oldu. Cidden. Sadece gözlerim sağlamdı. Onun geldiğini, sırıttığını, herkese selam verdiğini ve direk şarkıya başladığını gördüm. Ama hangi şarkıya başladı, ilk birkaç saniye algılayamadım. Çünkü cidden kulaklarım sağır oldu. Onun sesini hiç duyamadım. Really Don't Care şarkısıyla açış yapmış. :D Sonradan algıladım. Rap bölümünü biz söyledik. Eminim çok şaşırmıştır. İngilizce rap söylemek, her Türk'ün yapabileceği bir şey değil, bence. Neyse. Sonrasında olaylar çok hızlı gelişti. Arka arkaya en sevilen ve hit olan şarkılarını söyledi. Özellikle ben Nightingale, Got Dynamite ve Catch Me şarkılarını merakla bekliyordum. Hatta her canlı videosunu izlediğimde "Bunları canlı dinlemeden ölmeyeceğim" diyordum. Şükürler olsun, bu dileğim ve hayalim gerçekleşti. Tam istediğim gibi söyledi. Zaten o şarkıların performanslarını izlerken kendimden geçtim. Catch Me'de bir bölümü Istanbul olarak değiştirince millet iyice coştu. Arka arkaya canlı performanslarını izledikçe kafayı yiyecektim. En en en büyük hayallerimden biriydi ve gerçekleşti. Onu izlerken cidden algılayamadım. Belki gözümde çok büyüttüm ama olan buydu. Habire bizim tarafa geldi, mikrofonu uzattı, el salladı, işaret etti. İnanılmazdı. Rüyadaydın deseler inanırım. Çünkü şuan hala konserine gittiğime inanamıyorum.

Açılışı gibi kapanışı da süper eğlenceli bir şekilde bitirdi. Neon Lights şarkısını daha da sever oldum. Gider ayak bizi fena coşturdu. Ve sonra teşekkürler edip, gitti. Biz şok! İnanamadım bittiğine. Çünkü sadece 1 saat 10 dakika olmuştu. Ekibi gitmeden önce biraz oyalandı ama en sonunda gittiler. 

Canlı performanslar, Demi'nin sempatiklikleri, eğlenmeler falan çok iyiydi ama çok olumsuz şeyler de vardı. Konserin kısa sürmesinin nedeni konserden sonra arenada maç varmış. Ondan kısa sürmüş deniliyor. Kesin bir açıklama yapılmadı. Eğer böyleyse... Eh, ne diyeyim. Türkiye'de konser izlenilmez.

Bir diğer sinir bozucu olay ise sahneye habire bir şey fırlatılması. Arkadaşım, sen oraya eğlenmeye gitmişsin. Kızın kafasına, gözüne, ayağına bir şey fırlatmaya gitmedin. Demi bir yandan şarkı söylüyor bir yandan attıkları şeyden kaçıyor. Bir ara fırlatmayın demiş. Sonra korumalar, sahneye fırlatılan şeyleri topladı. Konser bitiminde Steve, bir şeyi hayranlara geri fırlattı. Olaya bak. Bildiğin saçmalık.
Türk hayranı ile Meet and Great

Meet and Great'e katılmadım ama çok özensiz davranmışlar, öyle duydum. Sarılmak yasakmış. Sohbet etmek de yokmuş. Fotoğraf çektirip, hayranları uzaklaştırmışlar. Yani saçmalamışlar da saçmalamışlar. Millet oraya para vererek gidiyor, tam karşılığı alamadan geri dönüyor. Burada sanatçıyı suçlu bulmuyorum. Kim organize ettiyse sorumluluk tamamen onun. Her şeyi ayarlaması lazımdı.

Bunları geçiyorum. Anlatmak istedim çünkü ülkemizde hiçbir şeye özen gösterilmiyor. Param fazla olsa cidden yurt dışına gider, konserleri oradan izlerim. Paranın karşılığını alıyorsun en azından.
Ama olay bu değil. Bunlar gözüme battı ama hayalim gerçekleşti. Demi Lovato'yu gördüm, dinledim, izledim. Artık gönül rahatlığı ile konserlerini izleyebilirim. Çünkü ben de oradakilerden biriyim. :D Ki kendisi, bir daha geleceğinin sinyalini vermiş. 

Yazarak hislerimi tam anlatmak imkansız. Bir hayalimi daha gerçekleştirmiş oldum. Hala inanamasam da... Şimdi şöyle yazıya bir göz attım da baya uzun olmuş. Sonuna kadar okuduysanız ne mutlu bana. Teşekkürler. :D Anlatmak istedim. Bazı özel anlarımı, paylaşmak istediğim bazı olaylarımı blog'da yazmayı seviyorum. Umarım -ki bunu tüm içtenliğimle söylüyorum- en çok istediğiniz hayallerinizi gerçekleştirebilirsiniz. Umudunuz hep olsun. Son ana kadar. Son saate kadar belki de. Hayallerinize sımsıkı sarılın. İşte o zaman hayatın tadı çıkıyor.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Fuardan aldığım kitap posterleri güvenlik geçişinde elimden alındı. Cırladım, isyan ettim ama posterlerimi bir kenara koyup, çıkışta alırsın dediler. Çıkışta kuzu kuzu gidip, aldım. Bööö korumalara.

Not2: Konserde ünlü kişiler de varmış, sonradan öğrendim. Dizüstü Edebiyatı Prensesi Pucca ve ünlü oyuncu Berna Laçin de konserdeymiş. Hatta Berna Laçin, çok mu çok güzel bir yazı hazırlamış. Merak edenler okusun derim. Demi Lovato Konseri

Bir Fuar Daha Geldi, Geçti


Selam Millet !

Bu aralar blog'da paylaşılacak yazılar arttı ve ben de zaman bulup, hepsini yayınlamaya çalışıyorum. :D O yüzden en son okuduğum Avcı kitabı yorumu geç geldi. Peh, zaten benim için çok güzeldi diyemem. Neyse. Yeni kitaplara geçiş yapıyorum.

Her sene olduğu gibi bu senede kitap fuarı için aşırı heyecan yaptım. Her fırsatta listeye yeni kitaplar ekledim. Alamayacağımı bilsem bile onlarla bir liste yapmak bile eğlenceliydi. :D Eh bir de bu sene fuara gelip, gelemeyeceğim kesin değildi. Üniversiteyi istediğim bir şekilde kazanınca kendimi Safranbolu'nda buldum. İstanbul'la arası pek yok aslında. Zaten fuar içinde baya para biriktirmiştim. Sonra tam fuar zamanı araya başka bir plan girdi. (Konser. Onun yazısı da gelecek.) Ona para yatırınca bir baktım elimde para kalmamış. Fuara gidebilecek miyim falan diye kara kara düşünürken artık dayanamadım ve fuarın son günü kendimi Tüyap'a fırlattım.

Fuara gitmek bile eğlenceli. O metrobüste yer kapmalar, köprüden geçerken insanlara çarpmak falan... Fuarın içine girince kalbim tekledi. :D Neden bu kadar heyecan yapıyorum, bilmiyorum. Belki de bir arada o kadar kitap görünce kendimi kaybediyorumdur. Gezilecek çok yer vardı ama ilk Dex standına uğradım. Müthiş indirimleri olduğundan değil, bir kenara 9TL'lik bazı kitapları koymuşlar. Orada Meleğin Düşüşü vardı. Onu aldım bir tek. Lux serisinin son kitabı Direniş bana masum masum baktı ama %20 indirimle o kitabı alamazdım. Dalga geçer gibi. :D Yani Dex'de hiç güzel indirim yoktu. Arka planlarına aşık oldum. Onun fotoğrafını çekip, oradan uzaklaştım.

Sonra Go! Kitap'ı gördüm. O standa zaten gidecektim. Çünkü yıllardır tanıdığım biri vardı. Beyaz Balina yayınlarından Nesrin ablam. Daha 11-12 yaşlarındayken Beyaz Balina'yı keşfetmiştim. Sonra internetten forumlarına katılmıştım. İlk kitabımı onlardan kazanmıştım. Hatta Nesrin abla ile o kadar çok konuşuyordum ki hem benim hem de kardeşimin doğum gününde kitap yollamıştı. Beni o kadar etkilemiş ki hala unutamıyorum o anları. :D Yani Beyaz Balina ve Nesrin abla benim için çok ayrı. Her sene fuara gittiğimde yanına mutlaka uğrarım. Bu sene de gittim ve çok güzel haberlerini aldım. Beyaz Balina, çocuklara ağırlık veren bir yayınevi. Geçen sene de Arkadya yayınevini açmışlardı. Arkadya da yetişkinler için bir yayınevi. Asıl bomba ise bu sene! Go!Kitap tam biz gençler için. Zaten daha ilk kitaplarında adlarını duyurdular. The 100 kitabını duymayan var mı ? Türkiye'de bir ilk yaparak kitap kapaklarını mıknatıslı yaptılar. Bir ara baya gündemdeydi kitap. Aslında hala öyle. Instragram'da falan hep kitabın fotoğraflarını görüyorum. Ben de hemen onu istedim. İlk basımı bitmek üzereymiş, sona kalanlardan verdi. Ve bir de yeni çıkardıkları Yabancı var. Onu da aldım. Daha çıkaracak çok güzel kitapları varmış. Bu müthiş haberleri alınca daha da mutlu oldum. :D The 100'ün her çeşit ayracını ve iki çeşit posterini de aldım. Ah o posterler... Başıma bela olacaklardı. (Gelecek yazımda anlatacağım.) Oradan musmutlu bir şekilde ayrıldım. :D

Sonra Martı yayınlarına gittim. Adamlar her sene fuarda müthiş ötesi indirimler yapıyorlar. Hepsini alasım geldi ama param yoktu, o yüzden uzaktan bakmakla yetindim. Asıl şokumu Artemis standında yaşadım. Öylesine gideyim dedim, yeni çıkan kitaplar gelmemiştir diye düşündüm. Ki Kanbağı serisinin 5.kitabı gelmemişti. Amaaa Cassandra Clare'in Gölge Avcısı El Kitabı gelmiş ! Hem de ciltliydi. Kalp krizi geçirecektim. Param yok ya hep böyle anlara denk gelirler. Bir de o an nasıl bir heyecan yaptıysam, Artemis'in Ilgın ablası orada oturmuş, bana gülümsüyordu. 32 diş sırıttım, Cennet Ateşi Şehri'nin ayracını aldım ve oradan ayrıldım. :D

Pegasus'un üç ayrı standı vardı. Hepsini tek tek gezip, Ölümcül Kaçış'ın fiyatını sordum. Belki farklı bir fiyat söylerler de alma şansım olur diye. Yok anam, hepsi 19TLcik dedi. Kitabı elime almamla bırakmam bir oldu hep. Ama bir ara Pegasus standında baya takıldım. Çünkü tanıdık bir yüz gördüm. Kitap sayfalarından tanıdığım Duygu da oradaydı. Pegasus standında görevde olduğunu biliyordum. Hemen gittik, sohbet muhabbet falan. Baya sohbet ettik cidden. Gece Evi serisini çekiştirdik. Yeni yaptırdığı kitaplığına olan aşkımdan söz ettim. :D Cidden çok güzel bir kitaplık yaptırmış. Kitaplar hakkında, fuardaki indirimler hakkında falan konuştuk. Baya baya takıldık. Saklama Kabı blog'unun sahibi de oradaydı. Vlog'larından söz ettik. Güzel sürprizleri olacakmış, takipte kalın. 

Sonra Doğan Egomant'a koştum. Normalde o yayınevinden bir kitap almazdım. Ama hem Percy Jackson'a başladım hem de benim çok ama çok merak ettiğim bir kitabı onlar çıkarmış. Cassandra Clare ve Holly Black'in ortak çalışması olan Demir Yıl, orijinal kapakla ülkemizde ilk kez fuarda yayınlandı. Ben bunu duyarım da yerimde durur muyum ? Kitabı aldım. Yazı boyutu büyük olsa da Cassandra bu, boru mu ? :D Aşık oldum kitaba. Daha okumadım. Birkaç olumsuz yorum da gördüm ama büyük bir zevkle başlayacağım o kitaba.


Epsilon, Ephesus, Pena, Yabancı gibi bazı yayınevlerine hiç bakmadan geçtim. Hem istediğim türde kitaplar yoktu hem de fiyatlarda pek bir değişiklik yoktu. 

Hmmm. Aklıma başka fuar anısı geliyor mu ? Tanıdık yüzlerle tanıştım. Kitap sayfaları sağolsun birçok kitapkurduyla tanışmış oldum. Liseden beri arkadaş olduğum, sempatik insan dediğim biricik dostumla karşılaştım. :D O gün o kadar çok insanı görüp, tanıştım ki bir ara başım döndü. Her geçen sene fuar daha da eğlenceli olmaya başladı. Ama bu sene çok fazla takılamadım. Zamanım kısıtlıydı. Ön Okumalar'dan Buket'le karşılaşmak çok istedim. Çünkü onunla tanışmayı çok istiyorum. Blog hayatında örnek aldığım nadir insanlardan biri. :D Fuarda görüşemedik ama telefonda baya konuştuk, en kısa zamanda onunla da buluşacağım.

İşte böyle. İyi kötü geçti. Çok heyecanlandığım gibi mükemmel değildi ama eğlenceli ve etkileyici insanlarla tanıştım, karşılaştım ve sohbet ettim. Bunlar bile benim için yeterli. :D Bazı şeylerde hayal kırıklığına uğramadım değil ama olacak o kadar. Yayınevlerinin indirimlerine diyecek lafım yok. Cimriler. :D İnternetten kitap almaya devam... Sahafları gezemedim diye üzüldüm. Fuarın en gizli hazineleri onlar. Artık gelecek sene iki günümü fuara ayırıp, sahafları alt üst edeceğim.

Şimdilik bu kadar. Umarım gelecek sene fuarda görüşürüz.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

18 Kasım 2014 Salı

Kitap Yorumu: Melez Sözleşmleri 5 - Avcı


Bir serinin daha sonuna geldik millet! Melez Sözleşmeleri serisinin 5. ve final kitabı Avcı çoktan bitti ama ancak yorum yapabiliyorum. Sebebini ilerleyen zamanlarda blog'da görebilirsiniz. :D

Melez Sözleşmeleri'ni okumama vesile olan kişi Yorumbazz'ın sahibi Büşra. İlk kitabı okumam için bana yollamıştı. Ben de o zamanlar ilk üniversite sınavıma hazırlanıyordum. Son sınav zamanı "artık yeter, çalışmayı bırakıyorum ve bu kitabı okuyorum" diyerek Melez'e başlamıştım. Herkes gibi bana da biraz Vampir Akademisi'ni hatırlatsa da yalayıp yutmuştum kitabı. Cidden çok akıcı bir dili vardı ilk kitabın. 
Sonrasında kitap fuarına gittiğimde devam kitaplarını aldım. Okudum. Allah'ım dedim. İlk üç kitap nasıl güzel gidiyor. Bir de şansıma ben bu serinin kitapları çıksın diye gün saymadım. Hep çıktıktan sonra okuma fırsatım oldu. O yüzden kafam da rahattı. Neyse. İlk üç kitapta cidden seriyle aşk yaşadım. Güldüm, eğlendim, şaşırdım, heyecanlandım falan derken geldik son iki kitaba. Apollyon ve Avcı. İsimleri bile ne güzel di mi? Serinin kitap kapaklarıyla ayrı bir aşk yaşıyorum zaten. Ama içerikleri mahvetti beni. Serinin son iki kitabı hayal kırıklığı. Zaten Apollyon yorumumda bahsettim. Sürünerek okudum. Sıkıcı, boğucu, gıdım gıdım ilerleyen bir kitaptı. Bitince bir oh çektim ve sonrasında kitap okuyamaz oldum. Hadi son kitap diye diye Avcı'ya başladım. Apollyon'da nerde kaldıysak, oradan devam etmiş yazar. Sabırla oku oku oku derken çattt Seth karakteri geldi. O an kitap çok hızlı bitti. Ve şunu anladım ki bu seriyi götüren, sevdiren karakter Seth imiş. O olmayınca kitap bomboş. Cidden. Durgun, ciddi, boğucu... Seth bir geldi kahkahalar havada uçuştu. Kitap da doğal olarak çabuk bitti.

Diyeceğim o ki seri ilk üç kitaptan sonra bozdu. Ama tabii siz sevebilirsiniz, sevmiş olabilirsiniz. :D Ben Seth'i çok sevdiğim için son iki kitabı sevemedim.

Avcı yorumuna gelirsek... Artık açık açık en büyük düşmandan, Ares'den bahsedebilirim. :D Apollyon'da Alex, Savaş Tanrısı Ares'den feci bir dayak yemişti. Bir ara öbür dünyaya gidip geldi resmen. Uyandığında ise cidden berbat bir haldeydi. Savaş başlamıştı ve bunu sonlandırmaları lazım. Alex, her zamanki inatçılığı ile "ben iyiyim millet, hadi savaşalım" modunda olup savaşa hazırlanmaya başladılar ama bir sorun vardı. Ares'i kimse yenemez. Adam Savaş Tanrısı! Ve ufak tefek olan Alex ona baş kaldırmayı planlıyor. Komik olma, Alex dedim okurken. O da bunu anlamış gibi Hades'den yardım almaya gidiyor.
 Ama ondan önce Seth'e değinmek istiyorum. Seth kitabın ortalarına doğru geri dönüyor. Herkes şaşırmış durumdaydı. Çünkü Alex ve Seth'in yanyana gelmesi demek dünyanın sonu demek. :D Ama bir şey olmuyor. Aiden tarafından biraz hırpalanıyor ama Alex ona inanıyor ve Seth artık doğru yolda! 
Bu süper üçlü (?) Hades'in yanına gidip, büyük bir yardım istiyorlar. Titan Perseus'u serbest bırakmasını istiyorlar. Mitolojiye ilginiz varsa ne kadar büyük bir iyilik istediklerini anlayacaksınız. :D Ve Hades de bir söz karşılığında Perseus'u serbest bırakır.
Bundan sonrasını şöyle anlatayım; savaş başlamadan önce Perseus'la olan sahneler çok komikti. Apollo ve Seth kadar eğlenceli ve bir o kadar güçlü bir karakter. Bizimkilere şaşırtıcı derecede yardım ediyor. Savaş başlıyor, bitiyor falan ama sonu şaşırıtıcıydı. Kitabı okumadan önce bazı yorumlarda hep "of sonu çok fenaydı, Seth'in fedakarlığı mahvetti beni" falan demeler... Sabırla okudum. Kitabın son sayfasını okuyup da bitirdiğimde "Oh bitti. Nefret ediyorum senden Jenn" dedim. Seth'in fedakarlığına gıcık oldum. Bu fedakarlık sayesinde tüm karakterler musmutlu zaten. Ama tek iyi bir yanı var. Jenn, Seth'in baş karakter olduğu bir seri yazıyor. Avcı'nın sonundaki olay, bu yeni seriye konu oluyor. O yüzden biraz olsun içim rahat. Full Seth okumak istiyorum. :D

Serinin ilk üç kitabını habire okurum ama son iki kitap gözüme görünmesin. Hatta bence yazar Tanrı (3.kitap) kitabıyla seride zirve yapmıştı ama sonra düşüşe geçti. Yan seri olmasa Jenn'i daha da okumazdım. 

Serideki favori karakterimi biliyorsunuz. Seth. Ondan sonra Apollo ve Daecon favorim. :D Aiden ve Alex görmek istemiyorum artık. Ki Alex'i başlarda seviyordum, sonra bilmiş karakterlerden biri oldu, çıktı. Aiden da kafamı karıştırıyordu ama yok yok, bu kadar korumacı, dediğim dedik karakteri sevemem. :D 

Yan seri: Seth!

Bunların dışında... Bu seride yazar çok durduk yere ölümler gerçekleştirmişti. Caleb'in ölmesi falan... Her kitapta kadın birini öldürüyor ama kitaba bir hüzün ya da heyecan katmıyor. Boşa yazıyor o ölümleri. Aynı şey Avcı'da da geçerli. Bir karakteri daha öldürdü. Ben de tepki yok. :D 

Son olarak, seriyi okuduğuma kesinlikle pişman değilim. Yeni okuyacaklar için ilk üç kitabın değerini bilin derim. Aiden sever biri olursanız zaten seriye aşık olacaksınız. Benim gibi Seth'i severseniz ise son iki kitapta sürünüp, yan seri için sevineceksiniz. :D

Yan seri çıkana kadar görüşmek üzere!

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

7 Kasım 2014 Cuma

Tak Tak: İstanbul Kitap Fuarı 2014


Merhaba!

Uzun zamandır bu yazıyı yazmak için sabırsızlanıyordum. Çünkü her sene fuarı iple çekiyorum. Hele bu sene her şey daha karışık. Safranbolu'nda olduğum için gelip gelmeyeceğim belli değildi. Ki gelmek için elimden gelen her şeyi yapardım da. Şans benden yana, fuara ancak ikinci haftasında gidebileceğim. Aslında gidip gitmeme konusunda kararsızım. Çünkü paramı bir şeye yatırım yaptım. Konser. Demi Lovato konserine bilet aldım! O yüzden şuan cidden beş parasız geziyorum. :D Fuara gitsem bile öyle ortamı görmek için, yeni kitapları yakından incelemek için, bol bol ayraç toplamak için ve yayınevinde çalışan tanıdıklarımı ziyaret etmek için gideceğim. :D Gitmek için çok bahanem var. İstanbul'da olup da gitmezsem cidden kendimi asarım.

Eheeem, neyse. Fuardan bahsedeyim. Her sene olduğu gibi yine Beylikdüzü'nde gerçekleşecek. En kolay ulaşım metrobüs. Metrobüs maceraları bile bir farklı oluyor. :D 3 senedir gidiş gelişlerde neler yaşıyorum bir bilseniz... Hele alınan o kitapların taşıma süreci... Kendimi unuturum, onları unutmam arkadaş!

Fuarda, hemen hemen tüm yayınevilerini bulmak mümkün. Aklıma gelenlerden birkaçını söyleyeyim: Pegasus, Artemis, Epsilon, DEX, Ephesus, Yabancı, Martı, Okuyanus, Beyaz Balina, Arkadya, Altın... Liste uzar gider. İstanbul Kitap Fuarı sitesine girerek, tüm listeye ulaşabilirsiniz.

Fuardaki kitap fiyatlarına gelirsek... Daha önceki fuarlara göre bir sonuç çıkarırsam açıkçası pek bir indirim olmuyor. Özellikle Pegasus, Artemis, Epsilon ve DEX gibi ünlü kitapları yayınlayan yayınevleri toplu kitap almadığın sürece aman aman bir indirim yapmıyorlar. Tabii müthiş indirim yapanlar da var. Özellikle Martı Yayınları bu konuda çok bonkör. :D Yine de her standı gezin ve nerede nasıl indirim var, göz atın. Ah bir de, alacağınız kitapların listesini mutlaka yapmışsınızdır. Kitapların internetteki fiyatlarını yanına yazın ve fuardaki fiyatlarıyla karşılaştırma yaparak alın. İnanın bana bu çok işe yarıyor. Ben mesela okuoku.com sitesindeki fiyatlara bakarak fuarda elemeler yapıyorum. Boşuna para harcamayın. Değmez. Deneyimlerimden söylüyorum. :D 


Tabii fuara gidip, hiç kitap almayın demiyorum. Ben bile bu beş parasız halimle illa ki bir kitap alacağım. :D

Bir de, sadece stantlara takılıp, kalmayın. Ara koridorlarda sahaflar oluyor. Mutlaka uğrayın. Ben aradığımı pek bulamıyorum, çünkü uzun süre dolanmıyorum ama oralara da göz atmanızı tavsiye ederim.

İmza günlerine gelirsek... Bu sene imza günleri çok renkli olacak kesinlikle. En önemlisinden başlayalım. İki sene önce Tess Gerritsen gelmişti ve sempatik yazarımız tekrardan geliyor. Hem de neredeyse fuar boyunca orada olacak. İmza günü tarihlerini yine aynı şekilde Fuar sitesinde bulabilirsiniz.
Türk yazarları da fuarı renklendiriyor. Sıkı takipçisi olduğum Selvi Atıcı da bu sene ilk defa imza gününe katılacak. Fuarın ikinci günü orada olacak ve ilk kitabı Kimliksiz'i imzalayacak. Benim yerime de onunla sohbet edin! Daha birçok Türk yazar geliyor, listeye göz atın.

Böyle işte. Fuar, çok farklı bir ortam. İnanılmaz bir etkinlik. Tüm kitapseverleri bir arada görmek insanı musmutlu ediyor. O yüzden ne olursa olsun gitmeyi düşünüyorum. Bir, iki saat bile takılsam benim için kardır. Özellikle de Pegasus Yayınları'ndan Sevinç Abla'yı görmeyi ümit ediyorum. Ziyaret edeceğim o kadar mükemmel insanlar var ki... Büyük ihtimalle 15 Kasım'da fuara gideceğim. Her şey kesinleşsin, Twitter'dan ve Ask.fm'den duyuracağım. Aynı zamanda gidersek, gelenlerle tanışmak ve ayaküstü sohbet etmek isterim. Tabii o kalabalıkta birbirimizi bulabilirsek. :D



Sorularınız varsa seve seve cevaplarım. Yukarıdaki listeler, alınacak kitapları içeriyor. Elbette bunları zamanla alacağım. Olumlu-olumsuz yorumları bekliyorum.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

2 Kasım 2014 Pazar

Kitap Yorumu: Son Söz Aşkın - Julia Quinn


Umut bile edemeyeceğin şeyleri dilersen yalnızca hayal kırıklığı yaşarsın.

Biri beni zaman makinesine bağlasın ve 1800'lü İngiltere'sine yollasın. Buna çok mu çok ihtiyacım var.

Tarihi aşk romanları okumayı özlemişim. Cidden. Özellikle Percy Jackson'dan sonra romantik bir şeyler istiyorum diye resmen dört döndüm. :D Ve kendimi Julia Quinn'in Bridgerton serisinde buldum. Ki bu seriyi çok seviyorum. İlk iki kitap çok güzeldi. Büyük bir aileden oluşan (4 kız ve 4 erkek olmak üzere 8 tane Bridgerton kardeş ve Dul Lady Bridgerton) Bridgerton serisinin 3.kitabında ise Benedict başrolde. Anthony ve Daphne'nin kitaplarında Benedict'i okurken açıkçası pek ilgimi çekmiyordu. Sessiz, sakin, kendi halinde bir karakterdi. Ama inanın bana, hiç de göründüğü gibi biri değil.

Tam bir peri masalı tadında roman bekliyor sizi. Julia, gerçekten gitmiş Kül Kedisi masalını almış ve kendi hayal gücü ile harmanlayıp, iç çektiren bir tarihi aşk romanı yazmış. Böyle okurken eridim, romantik sahneler hiç mi hiç sıkmadı. Tam tersine, okudukça aşık olasım geldi. Yok mu bana da bir Bridgerton ?

Kız bir adım ileri attı ve Benedict, o zaman hayatının sonsuza dek değiştiğini anladı. 

Kitaptan bahsedeceğim ama nasıl anlatsam bilemedim. Benedict'i çok farklı şekilde göreceksiniz. Hem de öyle böyle değil. Nasıl desem, feci aşık, korumacı, bambaşka bir Bridgerton erkeği. Kabul ediyorum, bazen çok sinir etti beni. Eski yıllarda sosyete hayatı nasıldı ya da evlilik süreçleri nasıl gelişiyordu bilmiyorum ama bazı konularda Benedict'i boğazlayasım geldi. :D

Şanslı kızımız ise Sophie Beckett. Aslında pek şanslı biri değil. Annesi, doğum sırasında ölüyor ve Sophie, Kont olan babasına gönderiliyor. Fakat Kont, asla onu kızı olarak kabul etmiyor. Herkese evlatlığım diyerek bu sırrı gizliyor. Sophie, kabul edilmemesi dışında belli bir süre çok güzel hayat geçiriyor. Ama bir süre sonra Kont, başkasıyla evleniyor ve Sophie o günden sonra hizmetçi gibi görülüyor. Üvey annesi Araminta, tam dayaklık bir kadındı. Okudukça dövesim geldi kadını. :D Okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Benedict ile Sophie'nin yolları nasıl kesişiyor diye soruyorsanız, üstün körü anlatacağım. Bir gün Lady Bridgerton, evinde maskeli balo düzenliyor. Sophie de gizli saklı bu baloya katılıyor ve şans eseri Benedict'le bir araya geliyorlar. Aralarında inanılmaz bir bağ oluşuyor ama Sophie sonra ortadan kayboluyor. Bir hizmetçi, Bridgerton'la beraber olamaz ! Bu anlayışı yüzünden iki yıl hiç görüşmüyorlar. Benedict'in aklı onda kalıyor ama kim olduğunu bilmediği için arayıp, bulamıyor. Gel zaman, geç zaman tekrar karşılaşırlar ama Benedict, Sophie'yi gördüğünde onun maskeli balodaki kadın olduğunu bilmez. Karşısındaki sıradan, yardıma muhtaç bir hizmetçidir. Ama hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

Bir gün bir yabancıyken ertesi gün hava, su kadar vazgeçilmez olmuştu.

Bundan sonrasını anlatamam. Okumanız lazım. Öyle çelişkili ve heyecanlı bir ilişkileri var ki okurken hem sinir krizlerine girdim hem de mest oldum. :D Bir yandan Sophie'ye kızıyorum, maskeli balodaki kadın olduğunu söylesin diye... Bir yandan Benedict'e sinir oluyorum nasıl tanımazsın diye... Bu düşünceler sayesinde kitap çok akıcı oldu. Elimden hiç bırakasım yoktu. Okula gitme vaktim gelmiş, ben hala oturup, "Ah bir bölüm daha okuyacağım" modundaydım. Ve bitirirken hızımı alamadım, tüm gün oturdum ve doyasıya okudum. :D

Çok güzel aşk yaşıyorlar be! Benedict, resmen Sophie için ölecek. Hem birbirlerine belli etmemeye çalışıyorlar. Hem de kaçamak bakışlarla birbirlerini gözetliyorlar. Özellikle Benedict, hiç umulmadık zamanlarda ortaya çıkıyordu. Ama en favori bölümüm, Sophie'yi hatırladığı yerdi. Yazar öyle mantıklı ve etkileyici düşünmüş ki o sahneyi, tekrar tekrar okudum.

Bir erkeğin kendini sevdiği kadına sadece bir kere ifade etme şansı olurdu ve bunu mahvetmek istemiyordu.

İşte böyle. Tarihi aşk romanların değişik havasını, kıskandıracak cinsten olan aşklarını seviyorum. Elbette gerçek olamayacak kadar mükemmel oluyorlar ama okumaktan kendimi alamıyorum. Tarihi aşk sevmeyen ya da hiç okumamış birileri varsa başlangıç olarak bu seriyi öneriyorum. Julia Quinn'i gözü kapalı okuyabilirsiniz. Sıkmıyor, baş ağrıtmıyor. Tam tersine tarihi aşk'ları sevdiriyor.

Sıradaki tarihi aşk romanım elbette yine Julia olacak. Serinin dördüncü kitabında Colin Bridgerton yer alıyor. Yıllardır bu anı bekliyorum diyebilirim. En merak ettiğim ve en favori Bridgerton karakterim o. :D İstanbul'a döndüğümde bavula atılacak ilk kitap o.

Şimdilik bu kadar. Yakında Safranbolu maceralarımı anlatan minik bir yazı yazabilirim. Ve elbette yaklaşan İstanbul Kitap Fuarı hakkında da yazı yazacağım. Fuarda birilerini görsem fena olmaz. :D

Kocaman öpücükler, sevgiler: Jane

25 Ekim 2014 Cumartesi

Kitap Yorumu: Percy Jackson 1- Şimşek Hırsızı


Selam Millet !

Müthiş bir kitapla geri döneceğimi söylemiştim. Aslında kitabı çok yanlış bir zamanda okudum diyebilirim. Yeni bir şehir, yeni ortamlar ve yeni okul derken kitap elimde çok süründü. Oda arkadaşıma her geçen gün "Bak bugün kitap bitecek" dedikçe bana sırıttı ve ben kitabı biterene kadar kendisi iki kitap bitirdi. Kendisini buradan kınıyorum. :D

Kitaptan bahsetmeden önce genel olarak Percy Jackson'dan konuşmak istiyorum. Harry Potter gibi çok ünlü bir fantastik seri. Ki eminim adını duymayan yoktur. :D Huyum kurusun ki böyle serileri okumak daha yeni aklıma geliyor. Öncesinde pek ilgimi çekmediler. Hele Percy Jackson hiç mi hiç ilgimi çekmiyordu. En azından Harry Potter'ın filmlerini izledim. Percy'nin değil filmlerini, film fragmanlarını bile izlemedim. Ama sonra durdum ve dedim ki ölmeden önce şu serileri okumam lazım. İlk Harry Potter okuyacaktım ama filmlerini izlediğim için şuan konuları biliyorum. O yüzden ilk Percy'den başladım. Çocuk kitabı falan diyorlar ama bence kurgusu çok sağlam. Yunan Mitolojisiyle dolu bir seri! Cennete geldim sanırım. :D Mitolojiyle bu kadar bağlantılı olması zaten çok ilgimi çekti. Ki yazar kesinlikle hakkını vermiş!

Gelelim ilk kitaba... Açıkçası nasıl bir beklentim vardı bilmiyorum ama hayal ettiğimden daha farklı bir macera okudum. Hem de aksiyonun hiç bitmediği bir aksiyon!

    Percy Jackson, henüz 12 yaşında olmasına rağmen başı beladan kurtulmayan hiperaktif, okuma yazmada sorun yaşayan ve her sene farklı bir okulda okuyan bir çocuk. Yancy Akademisi'nde hayat normal devam ediyordu. Taa ki bir okul gezisinde öğretmenlerinden biri canavara dönüşene kadar. Bu olaydan sonra olağanüstü olaylar Percy'nin yakasını bırakmaz. New York'a, eve dönerken en yakın arkadaşı Kıvırcık'ın aslında bir insan değil de bir Satir olduğunu öğrenir. Babasının bir Tanrı, kendisinin bir yarı-tanrı ve okulda onunla çok ilgilenen hocasının bir Kheiron olduğunu öğrenmesi onun kafasını iyice karıştırır. Ve Melez Kampı'nda bulunmaya başlar. Yaşamına devam etmesi için ve ortalığı karıştıran sorunu ortadan kaldırması için Kamp'da kalması gerekir. Melezler Kampı'na hoşgeldiniz!

    Burada asıl kimliğini ve birçok gerçeği öğrenir. Babasının aslında bir Deniz Tanrısı olduğunu fark ederler. Babası Poseidon, yeraltı Tanrısı Hades ve yeryüzü Tanrısı Zeus arasında bir savaş başlamak üzeredir. Çünkü Zeus'un ilk şimşeği kayıptır ve bunu çalan kişinin Percy olduğu düşünülmektedir. Bunun üzerine Percy, ilk görevine başlar. Kıvırcık ve Melez Kampı'ndan Annabeth de onunla beraber bu maceraya adım atarlar.

Annabeth ismini görünce kitapta romantik sahnelerin olucağını sanmayın. Kitapta hiç mi hiç aşk yok. Açıkçası benim için farklı bir deneyim oldu. Kitap sırf macera dolu. :D O yüzden biraz donuk okudum diyebilirim.

Macera da nasıl bir macera. Okurken başınız dönebilir. Her gittikleri yerde karşılarına insan görünümlü canavarlar çıkıyor. Hatta bazen Tanrılar bile çıkıyor. Olimpos'a gidene kadar baya baya ölümden dönüyorlar. Sonrasındaki olayları anlatmıyorum. Ama şöyle diyebilirim ki Mit karakterler çok güzel yansıtılmış. Hades'le Zeus'un tüyler ürperten görünümleri ve davranışları, Ares'i küstahlığı ve iticiliği hepsi çok güzel yansıtılmış. Yunan Mitolojisine merakınız varsa müthiş bir kitap sizi bekliyor diyebilirim.


Olaylar zaten hiç ara verilmeden arka arkaya işlenilmiş. Bir bölüm okuyup, bırakıyorsunuz ama aklınız diğer bölümlerde kalıyor. O yüzden ben neler yaşadım. :D Ve sonunda bitirdim. Kitabın sonu bile heyecan verici ve şaşırtıcıydı. Tamam, belki sonundaki olayı tahmin ettim ama yine de heyecan vericiydi.

Bir sonraki kitabı ne zaman okurum bilemiyorum. Şuan bende olmadığı için ne zaman alırım onu da bilmiyorum. Ama tahmin edin ne yapacağım ? İlk filmin fragmanına göz atıp, hemen ilk filme gömüleceğim. Açıkçası filmini çok merak ediyorum. :D Logan Lerman oynuyor arkadaşım. Merak etmemek mümkün değil.


Şimdilik bu kadar. Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane