Pages

9 Haziran 2020 Salı

Kitap Yorumu: Cam Şato 4 - Gölgeler Kraliçesi

Herrrrrkese merhaba

HIMYM Barney'sinin de dediği gibi Dehşetül-vahşet güzel bir kitap okudum!

Cam Şato serisine tekrar başladığım için çoook mutluyum. Ama tabii üçüncü kitabın yorumunu okursanız azcık hayal kırıklığına uğradığımı görebilirsiniz. Bunun iki sebebi var: Yanlış zamanda okudum ve yazar aniden U dönüşleri yaptı. Okurken hem karakterleri benimsemekte zorlandım hem de bu değişimi kabul edemedim açıkçası. İlk iki kitapta Celaena ve Chaol beraber olacak diye koca bir beklentiye girdim. Üçüncü kitapta yolları ayrılmak zorunda kaldı ve karakterler aniden evrim geçirdi. Ve bu ikili adeta düşman oldu.

Açıkçası üçüncü kitapta birçok karakteri ve Wyrd meselesini hiç ciddiye almamıştım ama Gölgeler Kraliçesi'nde pür dikkat kesildim. Olay üstüne olay oluyor. Hatta birçok olay oluyor. Artık kemik kadro ortaya çıktı diyebilirim.


Öncelikle karakterlerin yorumunu yapmak istiyorum çünkü hemen hemen hepsini eşit derecede görüyoruz. Aelin (Celaena demeyeceğim artık) ve ekibiyle başlayayım. Aelin, yaşadığı tüm olaylardan ağır dersler çıkaran bir karakter olarak inanılmaz güzel bir şekilde ilerliyor. Hata yapıyor mu? Yapıyor ama telafisiyle beraber. Bu kitapta duygularını törpülemiş ve mantıklı hareket eden bir Kraliçe olarak görüyoruz. Okurken hiç de 19 yaşında olduğu aklıma gelmemişti.
Rowan, ahhhh Rowan. Chaol ve Dorian ikisilini katlar, yer bu Fey prensi. Üçüncü kitapta ne kadar ketum ve dik başlıysa, bu kitapta da öyleydi ama duygularını salmış artık. Aelin'in önünde diz çöküp sadık bir prens olacağına dair yemin etmişti. Valla helal olsun, gözümde kalpler çıkarak okudum onun sahnelerini. Saçlarını kestirmesi de pek güzel oldu. Ha şöyle.

Chaol ismini yazarken bile ateş püsküresim geliyor. İlk iki kitapta beyefendiyi severken yazarın da hinliği yüzünden karaktere süper uyuz olmaya başladım. Aniden Aelin'e olan sevgisi yok oldu ve hem kızın arkasından hem de yüzüne karşı "canavarsın" dedi. Ayyy haspam. Sen nesin? Kralın kölesiydin de Aelin sayesinde bir yerlere geldin. Buralarda sansürlü konuşmak istemiyorum ama Chaol'u çekici erkek karakter listemden kovuyorum. Bakalım kendini nasıl sevdireceksin?
Nesyrn, yepisyeni kadın karakterimiz. Okçuluyla gönlümü fethetti. Buz gibi dursa da zeki ve yetenekli biri. Aelin'in her olayında önemli bir konumda yer aldı. Maalesef Chaol'la bir şeyler yaşayacak gibi... Meh.


Aedion ise ekibin en soytarı ve masum ismi bence. Aelin'in kayıp kuzeni. Üçüncü kitabın sonunda Kral'a teslim olmak zorunda kalmıştı. Yavrucuğum ne işkenceler çekti... Aelin onu o zindanlarda bırakır mı hiç? Hemen hokus pokus planları kurdu ve ağzından bal damlayan Aedion'ı kurtardı. Adrian Ivashkov havası alıyorum azcık. Aedion'un babasıyla ilgili de şok edici bir bilgi alacaksınız. Ama en güzeli ise... Ay durun bundan bahsetmeyeceğim ama bu çocuğa aşk ne kadar yakışır di mi?



Lysandra, Aelin'in geçmişinde yer alan bir isim. Çocukluk arkadaşıymış zamanında ama Suikastçılar Kralı Arobynn (bu da ayrı sinir bozucu bir karakter) yüzünden araları fena açılmış. (Aelin'in erkek arkadaşı Sam'in ölümüyle bağlantılı.) Sonrasında kötü yollara düşmüş. Bu bataklıktan çıkamadan tekrar Aelin'le karşılaştılar. Onların sahneleri hem duygusal hem vahşiydi. Lysandra'nın hikayesine çok üzüldüm. Özellikle de yanında korumaya çalıştığı Evangeline ile aralarındaki bağ içimi sızlattı. Hikayelerini okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ve Lysandra ile ilgili bomba bir bilgi var!!!

"Neden ağlıyorsun?" diye sordu Rowan.
"Ağlıyorum," diyerek burnunu çekti Aelin. "Çünkü öyle berbat kokuyorsun ki gözlerim yaşardı."

Şimdi gelelim cadılar meclisine. Bir önceki kitapta sahnelerini okurken çok boğulmuştum. Manon Siyahgaga'nın olaylara girişine gereksiz yere detaylı bölümlerle yormuştu beni yazar. Bu kitapta her şey cuk oturdu. Manon kimmiş, kimlerle çalışırmış, amacı neymiş çözdüm. Yanındaki cadılar ise Asterin (bunun acıklı hikayesi beni benden aldı...), Sorrel ve Vesta henüz ön planda değiller ama Asterin'i bol bol görüyoruz. Bir de Perranth krallığı var. Nereden pırtladı çözemedim ama başındaki adam Vernon ve yeğeni Elide baya olayları karıştıracak gibi gözüküyor. Özellikle Elide'nin Aelin'le bir bağı var. Eminim bir sonraki kitapta her şey açıklanacak.

Son olarak Lorcan'dan da bahsedip kitabın içeriğiyle ilgili yorum yapacağım. Lorcan, Rowan'ın eskiden komutanıymış ama Rowan'ın Aelin'e bağlılık yemini etmesiyle beraber baş düşmanları oluyor. Aslında dost-düşman ikilemesi içerisinde diyebilirim. Zira bazen çıkar ilişkili de olsa yardım ediyor.

Ne çok karakter varmış değil mi? Olaylar da bir o kadar fazla.

Aelin, Kraliçe olduğunu kabul ettikten sonra kayıp Wyrd taşı için yollara düşüyor. Bu sırada Dorian'ın büyü gücünün ortaya çıkmasıyla beraber babası Wyrd yüzüyle onu yönetmeye başlıyor. İçinde bir Wyrd prensi ile yaşayan Dorian, artık bizim bebek yüzlümüz değil. Duygusuz bir robot misali ortalarda geziyor. Chaol ise onu yüzüstü bıraktığı için kurtarma planları hazırlıyor. Fakat suikast yapmaları için listede öncelik vermeleri gereken bir yığın olay var. Ta daaa! Gelsin sayısız yumruklaşma.

Hangi birini anlatsam bilemiyorum. Aelin bu kitapta birçok kişinin hayatını kurtarıyor. Yeni dostlar ediniyor. Bazı şeyleri açıklığa kavuşturuyor ve mutlu sona da ulaşıyor diyebilirim. Ve fakat fırtına öncesi bir sessizlik oluyor kitabın sonunda. Yazar, bu kitapta baştan sona sürekli bir heyecan ve kaos yaratırken son sayfalarda aniden her şeyi durdurup o sessizlikle bir gerginlik yaratıyor. Bunu iliklerime kadar hissettim. Hani korku filmlerinde olur ya; arka fonda adrenalin dolu bir müzik olur sonra o gözümüzü kapattıracak sahnenin yaklaştığını haber veren ses aniden kesilir. İşte öyle bir şey.

Serideki favori kitabım ikinci kitaptı ama şu an bu kitap oldu. Neyini çok sevdin diye sorarsınız... Olayların farklı mekanda geçiyor olması çok hoşuma gitti. Serilerde genellikle başlangıç noktasında ilerler ama karakterler o bölgeden ayrılınca bende bir heyecan oluşuyor. Bu kitapta hiç yerlerinde durmamaları, tansiyonun hep yüksek tutulması ve diyalogların kısa ve net olması bende kitabı okuma isteği oluşturdu.
Beşinci kitapta baya şoklanacakmışım, öyle diyorlar. Hayırlısı. :) Ara vermeden seriye devam edeceğim.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane




28 Mayıs 2020 Perşembe

Kitap Yorumu: Morganville Vampirleri 2 - Ölü Kızın Dansı

Merhabalar

Ay resmen seriye nazar değdirdim. Morganville Vampirleri şöyledir böyledir dedim ikinci kitabı göz devirmekten okuyamadım. Tamam, yine beklentisiz okudum ama şu Claire'yi bir sarsmak lazım. Bu kadar da saftirik olamaz bir insan yav. 

Bu kitapta baya boş yapılmış. Kitabın ismi de olan Ölü Kızın Dansı adlı partiyi bir iki sayfa okuyoruz ve diğer olaylar tamamen farklı bir yönde gelişiyor. Böyle daha ne kadar saçmalayabilir diye okudum. Kitabın sonunda "heh, tam beklediğim gibi bir salaklık yapıyorsun Claire," dedim. Tabii şaşırtabilir de. Yapıyormuş gibi gözüküyor ama son anda olaylar değişebilir.

Bir kere, artık olaylar Morganville kasabasının dışına çıkmalı. Daha esprili karakterler getirilmeli. Aşklar güzel işlenmeli. Claire "16 yaşımdan biraz daha büyüyüm" demeyi; diğerleri de sen daha çocuksun demeyi bırakmalı. Oy, etrafım ergenlerle çevrili resmen. Yine de pes etmeyeceğim! Ara vermeden seriye devam edeceğim çünkü ilerledikçe baya güzelleşiyormuş. Hadi bakalım.

Bu kitaptaki olaylar beni kesmedi ama yerlerinde hiiiç durmadılar. İlk kitabın sonunda vampir avcısı Shane'in babasının geldiği an dehşet bir sahneye şahit olmuştuk. Michael'ı öldürmeye çalışıyordu. Çalışıyordu diyorum çünkü kendisi bir hayalet. Eve'in eski patronu vampir (sonradan öğreniyorlar vampir olduğunu) Oliver, geçmişte Michael'ı vampir yapmaya çalışırken beceremiyor ve bir şekilde hayalet olarak yaşamına (?) devam ediyor. Gündüzleri ortadan kaybolan Michael geceleri ortaya çıktığı için hep "acaba vampir mi" sorusunu kafalarda oluşturuyordu. Shane'in babası da böyle sanıp çocuğun üstüne çullanıyor ama tabii öldürdüm sanıyor.

Sonrasında olaylara diğer vampirler de karışıyor. Kim bizi öldürmeye çalışan bu herif diye. Shane'i de suçlayıp hapsediyorlar. Shane'i kurtarmak için Claire ve Eve ön plana çıkıyor. Zira Michael hem bağlı olduğu evden ayrılamıyor hem de gündüzleri istese de bizimkilere katılamıyor. 

Bir anda karakterler arttı. Okuldaki isimler çoğaldı. O kim he şu mu derken beynim laçka oldu ama toparladım. Zaten çerezlik bir kitap olduğu için onu da okuyayım bunu da derken kitap bitmiş oluyor.

Tek sevdiğim şey, Michael güzel bir karar verdi. Bir sonraki kitabın yorumunda mutlaka bahsederim ama şimdi spoiler olacağı için gülümsüyorum. :) Ve vampirlerin başı Amelie'yi giderek sevmeye başladım. Gizemliliği oldukça hoş.

Fark ettiyseniz hiç alıntı paylaşmadım. Çünkü beni güldüren, eğlendiren hiiiiç bir diyalog geçmedi. Umarım yazar giderek karakterlere daha çok espri anlayışı yükler. Shane'i bir salın da çene çalsın. Özledim çocuğu.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

22 Mayıs 2020 Cuma

Kitap Yorumu: Centilmen Piç 2: Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler



Herrrrrrkese merhaba!
(Cemal Can Canseven girişi yapayım dedim.)


Beni katır katur yiyen bir kitabı anlatmaya geldim. 21 gündür o beni dövüyor ben onu yiyorum derken kitap bitti! Aman yarep. Centilmen Piç serisi uzun bir süredir aklımdaydı. Bu yılın başında ilk kitabı okumuştum. Çok iyiydi! Ve kolay bir lokma olmayacağını biliyordum. Fakat serinin ikinci kitabı beni mahvetti. Yanlış anlaşılma olmasın. Çok severek okudum. Böyle okuma açlığımı doyurdu ama çok yordu. Bunun sebebini açıklayacağım.

"Kahretsin."

"Acaba bu haftaki dualarımızı ihmal mi ettik? Yoksa birimiz bir tapınakta falan mı osurdu?"

Öncelikle fantastik, gizem, aksiyon seven herkese öneririm. Ama bu türlerde birçok kitap okumuş, artık beklentisi tavan yapmış okurlara öneririm. Zira ağır bir seri. Okuması, sindirmesi zaman alıyor. Kitabın boyutunu da görünce ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bir oturuşta 150 sayfa gömeyim yapamıyorsunuz. Yani ben yapamadım. Araya 2-3 kitap da kattım. Yoksa kafayı yerdim. Bunun sebebi de seriye özel birçok terimin olması. Özellikle bu kitapta deniz terimleri çoook fazlaydı çünkü kitabın 3'te 2'si denizde geçiyor. Oy babam oy.

İlk kitapta Gri Kral ve baş belası büyücü Şahin ile olan entrika dolu olaylara şahit olmuştuk. Birçok kayıp da yaşanmıştı. Galdo-Calo ikizleri ve Böcek öldürülmüştü. Ekipten geriye Locke ve Jean kaldı. Macera onlarla devam ediyor. Acılarını kalplerine gömdüler ve dev bir hırsızlık yapmak için soluğu Tal Verrar şehrinde aldılar. En korunaklı, en görkemli ve en zengin Günahane'ye giderler ve hırsızlık ortamını yaratmaya başlarlar. Ama yine planlamadıkları şeyler olur. Bu sefer adeta şeytan üçgenine takılıyorlar.

Evet, olaylar üç bela şeklinde devam ediyor.

Birincisinde Requin belasıyla karşılaşıyorlar. Şehrin en güçlü adamlarından biri. Ondan habersiz kuş uçmuyor. Bizimkileri ensesinden tuttuğu gibi kendi işleri için kullanmaya başlıyor. Yardımcısı Selendri ile bu iki zeki ve kurnaz hırsızı dizginlemeye çalışıyor. Verdikleri bir görev sırasında Locke ve Jean kendini başka bir belanın içinde buluyor.

"Biliyor musun Locke," dedi Jean, sohbetvari bir ses tonuyla, "bir yerlerde yalnızca sıradan, basit maceralara atılan hırsızlar olduğuna inanmak istiyorum. Bugünlerde onlardan birkaçıyla tanışıp bu işin sırrını sorsak iyi olacak."

"Herhalde bunun gibi götoşlardan uzak durdukları içindir," dedi Locke, Arhon'u işaret ederek.

İkincisinde ise yaşlı ve sadist planlı Arhon ve sağ kolu Merrain'e esir oluyorlar. Valla bu yakalanma sahneleri çok iyiydi! Adamın planı jilet gibi işledi. Bizimkileri süper hazırlıksız yakaladı ve kendisine bağlamak için onları bir güzel zehirledi. Yaşamaları için belli aralıklarla Arhon'u görüp panzehiri almaları lazım. Arhon'u görmeleri için de elbette onun verdiği görevleri yerine getirmeleri gerekiyor. Locke, adeta arapsaçına dönecek planlar yapıp hem Requin'i hem de Arhon'u ayaküstünde uyutmaya çalışsa da Arhon'un planları çok daha farklıdır. Onları dev bir korsan hırsızlığı için deniz yolculuğuna gönderir.

Birkaç haftalık deniz eğitimi alan Locke ve Jean, kendini denizde bulur. Yanlarında danışacakları bir adam vardır ama olaylar elbette beklenmedik bir şekilde gelişiyor. Vurgun yiyorlar. Kitabın üçüncü ve en eğlenceli ve ağır geçen kısmı ise Kaptan Drakasha, Teğmen Delmastro ve ekibiyle karşılaşmalarıydı. Daha doğrusu dalaşmaları demeliydim. Hem çok komik diyaloglara şahit oldum hem de güzel bir aşk hikayesi okudum.
Ama aksiyon hiç durmadığı için güzel olaylardan çok yine entrika ve savaş sahneleri görüyoruz.

"Sen nereden çıktın böyle?"

"Bu civardan. Ordan burdan. Aslen anamın rahminden," dedi adam, halatları kesmeye devam ederken.

Sonu nasıl bitti derseniz, Locke yine şaşırttı. Hem okurları hem de Jean'i. Böyle Locke'un kıvrak zekasını çok seviyorum. Bu kitapta modunun düştüğü birçok yer vardı ama hep Jean onu ayağa kaldırdı. Şimdi o bir fedakarlık yapıyor ama bakalım sonucunda neler olacak.

Bir de kitabın başında bir sahne var. İnsanı aptala çeviren cinsten bir şey. Kitabın sonlarına doğru o sahnenin aslını okuyoruz. Baya kahkaha attım çünkü Locke gibi şoklanacaksınız. Ne diyeyim, Scott Lynch sağlam bir dünya yaramış, içini güzelce doldurmaya devam ediyor. 

Kitap beni çok yordu a dostlar! Üçüncü kitabı ne zaman okurum bilmiyorum. Bir de havalar güzelleştikçe daha hafif şeyler okumayı tercih ediyorum. Sanırım bir sonraki kitabı sonbaharda okurum. 

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Kitap Yorumu: Morganville Vampirleri 1 - Cam Ev

Mer-ha-ba!!!

Bu aralar yerimde duramıyorum adeta. Evde olduğum için sanırım eski günlerimdeki formuma kavuştum. Hatta bir süredir hep ertelediğim ve devamını merak ettiğim serilere sardım. Böyle sanki 17 yaşıma geri döndüm. Öyle özgür hissediyorum. :)
Yaş aldıkça sorumluluklar fena artıyormuş cidden. Farkında değilmişim ama çok boğulmuşum bu durumdan. Yaklaşık üç aydır evden çalışıyorum ve hobilerimi rahatlıkla yapabiliyorum. Evcil bir insanım. Dışarı çıkmamak çok koymuyor da şöyle bir ormanda yürüyüş, sahilde kitap keyfi fena olmazdı.

Bendeki kırmızı kapak
Başka konulara dalmadan önce hemen Morganville Vampirleri serisini tanıtmak istiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam serinin ilk kitabı Cam Ev'i 2012 ya da 2013 yılında okudum. O zamanlar kitabın kapağı dehşet kötüydü! O dönemde sahaftan rastgele kitaplar alıp güzel keşifler yapıyordum. Dönüşüm serisi, Ölümcül Oyuncaklar, Sookie Stackhouse hep sahaf ganimetlerimdendir. Eh bu serileri okuduktan sonra Morganville Vampirleri'ni okuyunca yanlarında çok sönük kalmıştı. 

"Onun peşini bırak." Eve'in sesi titriyordu. "O daha bir çocuk."
Brandon, "Hepiniz çocuksunuz," deyip omuzlarını silkti. "Kimse sana hamburger veren ineğin yaşını sormuyor."

Bu seriye başlamayı düşünenler için güzel ve naif bir uyarı yapmak istiyorum. Çerez ama çok eğlenceli bir vampir serisi. Sıfır beklentiyle başlamınız lazım ve bol bol ergen diyalogları okumaya hazırlıklı olmanız lazım. Ben yıllar içerisinde o kadar çok ağır fantastik, distopyalar okudum ki yeter dedim, biraz da kafamı dağıtacak sıradan bir şeyler okumak istiyorum. Bunu seriyi küçümsemek için demiyorum. Tam tersine, küçük görülmesin. Bu seriden umudum da var. Giderek güzelleşeceğine ve blog'ta yorum yazarken çıldıracağıma eminim. :) Bu da tarihe not düşülsün.

Gel zaman git zaman bu seri yeniden aklıma düştü. Nedense Artemis'in genç fantastik seçkilerini çok seviyorum. Kitaplığımda en çok Artemis kitabı vardır. Son birkaç yıldır Türk edebiyatına yoğunlaşsalar da vampir temalı kitaplarda güzel örneklere sahipler. İşte bu yüzden Morganville Vampirleri'ni tekrar okumak istedim. Ara vermeden lüpleteceğim seriyi. 15 kitaplık bir seri olması gözünüzü korkutmasın. Kitapları çekirdek çıtlatır gibi bitirirsiniz. Anlatımı yormuyor, aksiyon bitmiyor ve kitaplar ortalama 300 sayfadan oluşuyor.

"Ben Latince bilmiyorum!"
"Şaka yapıyorsun. Bütün dahiler Latince bilir sanıyordum. Zeki insanların uluslararası dili değil miydi o?"

Gelelim serinin ilk kitap yorumuna. Okurken baya güldüm. Şaşkın bir genç kızımız başrolde: Claire Danvers. 16 yaşını bitirmek üzere ama üniversitede eğitim görüyor ve çok zeki. Biraz yaşının küçüklüğünden ve naif olmasından dolayı hassas bir yapısı var. Bu kitapta en ufak bir şeye ağladığında göz devirmeyin. Sonrasında başımıza kraliçe olursa şaşırmam. Acayip karakterlerle ve kurallarla dolu olan Morganville kasabasında, hiç istemediği ama ailesinin baskısıyla okuduğu bir üniversitede mutsuz olan Claire giderek daha fazla zorbalığa maruz kalınca yurttan ayrılmaya karar verir. Canını zor kurtarır çünkü psikopat Monica ve çetesi kızı neredeyse öldürecekti. 

İlanda Cam Evi'nde bir odanın kiralık olduğunu öğrenince oraya gider. Değişik bir mahallededir. Kimse ne suratına bakıyor ne de normal davranıyordur. Kapıda evin kiracılarından biri olan gotik Eve ile karşılaşır. Sonrasında deli dolu, kanı kaynayan Shane ile tanışır. Evin asıl sahibi Michael ise gündüzleri ortalarda görünmez ama geceleri fırt diye ortaya çıkar. Vampir değil ama başka bir şey. O detayları bu yorumda yazamayacağım, dev spoiler olabilir.

"Lanet olsun Claire. Bir dahakine yeri boylayacağında yanındaki erkeği uyar. Seni tutup kahraman gibi görünebilirdim."

Bu kitapta dört ana karakteri yakından tanıyıp Morganville'deki vampirlerin nasıl çalıştığını, ne aradıklarını, gizemlerini vs. öğreniyoruz. Claire'in vampir olayına ve Michael'ın sırrına aşırı tepki vermemesi hoşuma gitti. Tabii bu üçlünün arasına çabucak karışması biraz göz devirmeme sebep oldu ama dediğim gibi beklentileri sıfırlayalım, o zaman tadı çıkıyor. Şu ana kadar en çok Shane'den keyif aldım. Hem yerinde duramıyor hem ağzı iyi laf yapıyor hem de grubun en renkli karakteri diyebilirim. Eve, buzdolabı gibi bir kız ama eminim ilerleyen kitaplarda onun da duygusal yönlerini göreceğiz. Michael ise adeta alfa bir karakter. Detaylı düşünüyor, ağırbaşlılıkla hareket ediyor ve herkesi çocuğuymuş gibi koruyor. 

İlk kitap olmasına rağmen hareketliydi ve kitabın sonundaki sahne ikinci kitabı hemen okumanızı teşvik ediyor. Şanslı ben, ilk dört kitap elimde şu anda. Çok ara vermeden okuyacağım. *-* 

Bu arada, Instagram'da seriyi paylaştığımdan beri ne çok seveni ortaya çıktı. Bu konuda yalnız olmadığıma çok sevindim. Bir süredir vampir temalı kitap okumuyordum. Bu yıl vampir yılı olsun tekrar. Eski kitapların üstünden ölü toprağı atıyorum ve gün yüzüne çıkarıyorum. Daha durun, aklımda birkaç seri daha var... *şeytani gülüş*

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

PS. Meksika fasulyesini bu seride duyup merak etmiştim. Diyorum bu meksika fasulyesi nereden aklıma geldi. Shane'in severek yaptığı bir yemek. :)

14 Mayıs 2020 Perşembe

Jane Wampirob 7 Yaşında!!!

Amanın!!!

Yaşlanıyorum resmen. 7 yıl ne kadar çabuk geçti? Daha sanki dün blog'u açtım. O günü o kadar net hatırlıyorum ki... 13 Mayıs 2013'te ilk üniversite sınavımla cebelleşirken bir yandan da Lux serisini okuyordum. Katy ona gelen kitapların videolarını çekip yayınladıkça dedim ki bir blog geçmişin var, artık kitaplara mı odaklansam ve bir sonraki gün yayın hayatına başladım.

Blog geçmişim 2007'ye dayanıyor aslında. O zamanlar Kavak Yelleri için paylaşımlar yapıyordum. Sonra kendimi geliştirip 4 Temmuz 2009'da (tarihi hiiiiç unutmam) bir yaz sıcağı akşamında güzel bir ilhamla Wampirob adı altında blog hayatına başladım. Orada başta bir nevi habercilik yaptım diyebilirim. Twilight ekibinin gecesini gündüzünü araştırıp hiç bilinmeyen yabancı kaynaklardan tüm set dedikodularını toplayıp Google Translate aracılığıyla çevirerek yazılar yazıyordum. (Eh kolejlerde okumadık ama bir Google amcamız vardı.)

Twilight film serüveni bitene kadar blog'a haberler girmeye, hikayeler yazıp başkalarının sesini duyurmaya devam ettim. O zamanlar teknoloji bu kadar gelişmiş değildi, Zoom, Skype kimin aklına gelirdi... Sitenin en altında chat kısmı oluşturmuştum. Her cumartesi akşamı orada toplanıp kendimizce eğleniyorduk. Hey gidi zamanlar hey. 

Sonrasında bende üniversite sınavı depresyona başladı ve yavaş yavaş Wampirob'u bırakmaya başladım. Bir yanım buna çok üzülse de zamanı gelmişti. Birkaç ay blog hayatından uzaklaştım ve sonra Lux serisiyle beraber uzun soluklu bir maceraya başladım.

Bu süreçte neler oldu? Eskiden blogger yazıları çok popülerdi. PuCCa'nın ilk adımları da burada geçmişti, şimdi çok severek takip ettiğimiz bir isim haline geldi. Instagram gündeme oturup Bookstagram adı altında birçok reklam kokulu sayfalar çıktı. Hele bir ara yayınevleri sırf bedava reklamları yapılsın diye nicelerine yığınla kitaplar gönderdi. Mantıklı bir ticaretti açıkçası. Alevi sönse de hala devam eden bir işbirliği. 

Ve Youtube - Booktuber üstündeki toprağı atıp en başa geçti. Cesareti olanlar kamera karşısına geçip evlerinde kendi kanallarını oluşturdu ve bir maddi gelir sağlamaya başladı. Bu fikri en başından beri çok sevdim. Etrafımdakilerden cesaret alarak birkaç video çekip yayınladım ama utangaç bir insanım ben. Sesim anca klavyede çıkar. :) Sonra o videoları sildim ve uzaktan takip ettim.

Yine de, ne olursa olsun blog hayatından kopamadım. Instagram'da aktifim ama hiçbir zaman oraya özene bezene post hazırlayıp oradan yürüme fikrini sevemedim, benimseyemedim. Tüm düşüncelerimi burada paylaşmayı daha çok seviyorum.

Reklam alıp-verme olayı da bana göre değil. Tamamen hobi amaçlı yazmayı seviyorum. Özgür olmayı, dilediğim gibi fikirlerimi sunmayı seviyorum.

7.yılı devirdik, bakalım ne zamana kadar devam edeceğim. Üniversite hayatı, yurt dışı deneyimleri, iş tecrübesi derken dopdolu geçti benim için. Ne yaşarsam yaşayım hep Jane tarafımı korumaya devam ettim. Arada kopup gitsem de dönüp dolaşıp buraya sığınıyorum. Hele de böyle yıllar önce beni takip edip tekrar karşılaştığım insanlarla sohbet etme fırsatı bulunca benden mutlusu olmuyor. :)

Oh be, iyi ki yazıyorum, okuyorum ve paylaşıyorum. 
Varsa önerileriniz her zaman Instagram'dan ve mail adresimden bana ulaşabilirsiniz.

Instagram: Jane Wampirob
Mail: wampirob@gmail.com

Yeni kitap-film-dizi yorumlarında buluşmak dileğiyle...
Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

12 Mayıs 2020 Salı

Kitap Yorumu: Sookie Stackhouse 6 - Yılın Ölüsü

İlk kez bir kadın karaktere sımsıkı sarılıp "seni çoook özlemişim," demek istedim.

Soookieeee, keşke gerçek olsun!

Şimdi genç bir kurtkızla birlikte yaşıyor, hatta belki onunla mini mini kuçu kuçulara sahip olmayı planlıyordu. Kendimi bu noktada durdurdum. Ne ayıp! Kancıklık etmenin alemi yoktu. Şimdi düşündüm de, kancığın kelime anlamı "dişi hayvan" olduğuna göre, Maria-Star (Alcide'in yeni kız arkadaşı) ayda en az üç gece kelimenin tam anlamıyla kancık olmuyor mu?


Yıllar yıllar önce, yaklaşık 10 yıl önce, kitapçıda saftirik saftirik dolaşırken elime rastgele bir kitap almamla Sookie Stackhouse dünyama girdi. Onunla ilgili maceramı bu linkten okuyabilirsiniz.

Gel zaman git zaman seriden 5 kitap okudum. Bir ara seriye ara vermiştim, tekrar başladım. Bu sefer kimse hızımı kesemez dediğim anda araya üniversite, Erasmus, iş hayatı girdi. Öyle böyle derken beş yıl geçti ve bir gün uyandığımda, "Sookie'yi okumalıyım," dedim. Şaka şaka. Geçenlerde kitaplığımın tozunu alırken Sookie'leri alıp şöyle bir içine baktım. Bazı bölümleri işaretlemişim. Okurken yine kahkaha attım ve işte o an bu seriyi ne kadar özlediğimi fark ettim.
Hemen internetten kitaplarına baktım. Mazallah kitaplarının telif süresi dolmuştur, Artemis devam etmiyordur falan diye telaşla kitapları farklı sitelerden arattım. Çok şükür, hepsi hala satışta ve seri tamamlanmış!
İlk beş kitaba göz atmama gerek yoktu. Hem hatırlıyordum hem de canım blog'umdaki yorumlar sayesinde olayları tazeledim ve 6.kitapla maceraya devam etmeye başladım.
Valla bu son sözüm. Seriyi bu sene bitireceğim ve arama hiçbir şey giremeyecek! Yeni bir aşk bile... Şimdilik 8.kitaba kadar aldım. Ama ay sonu geri kalan tüm kitapları alacağım.

Gelelim Sookie'nin dünyasına... Aman yarep! Ne kadar hareketli ne kadar komik ne kadar stresli... Sookie hiç değişmemiş diyemem, daha da akıllanmış. Kıl kuyruk Bill'den uzak duruyor neyse ki. Hatta bir sahnede bir güzel ağzının payını da verdi. Yeni manita da yapmış; Quinn. Bu kaplanı (şekil değiştirici ve gerçekten kaplan oluyor) gözüm hiç tutmuyor ya, hadi hayırlısı. Eric, canım Eric varla yok arasındaydı. :( Ortaya çıktığı sahnelerde de Sookie'yi kurtarma görevindeydi zaten. Meh.

Ah, bir ortak noktaları da vardı aslında, ikisi de şu anda fena halde canımı sıkıyordu.

Bir önceki kitapta, Sookie'nin uzun zamandır görüşmediği yeğeni Hadley'in ölüm haberini almıştık. (Yaklaşık beş yıl önce...) Hem de vampir olup öyle ölmüştü. Tüm eşyaları Sookie'ye kalmıştı. Sookie de bir süredir evine gidip eşyalarını toplamaya üşeniyordu. Ta ki oraya gitmesini tetikleyen bir olay olana kadar.

Sookie'nin burnu boktan çıkmıyor elbette. Bebişim Alcide ile ayrılmışlardı ve ayrılmadan önce de Alcide'nin psikopat eski sevgilisi Debbie'yi öldürmek zorunda kalmıştı. Bu olayı bir şekilde sakladılar ama Debbie'nin ailesi taa Sookie'nin kasabasına kadar gelip olayı irdelemeye ve bilinmeyenleri bulmaya çalıştıkları zaman olaylar yine çirkefleşti.

Bunun yanı sıra, New Orleans'taki vampirlerin Kraliçesi Sophie-Anne Leclerq ve sağ kolu Andre de kitabın yarısından sonraki bölümlerde çok ön planlardaydı. Sonraki kitaplarda Andre'yi daha çok göreceğimize eminim. Bu kitapta yeni bir cadıyla da tanışıyoruz: Amelia. Kızı çok ama çok sevdim. Sookie'nin yeni BFF'i olabilir.

Minik bir eleştirim olacak. Çok fazla karakter olduğu ve giderek yenileri eklendiği için bir süre sonra bazı karakterleri çok nadir görmeye başlıyoruz. Mesela ben Eric'i daha çok görmek isterdim. Bill'in arada bir gelmesine memnunum, cidden nefret ediyorum ondan. Yediği bir halt daha bu kitapta ortaya çıktı. Alcide için kafam karışık. Biraz pasif kaldı. Bak Eric'e! Hiç duruyor mu yerinde. Quinn, zampara bir tip gibi geliyor. Kesin bir yerde patlak verecek sazan.

"Vampirlerin kalbini yeniden attıran kadın."

Ama onun dışında offf nasıl özlemişim!!! Özellikle Sookie'nin iç sesine, kendi kendine konuşmasına bayılıyorum ve diğerlerine karşı hazırcevaplı olması acayip hoşuma gidiyor. Go my girl diye desteklemek istiyorum.

Uzun bir zamandır bu kadar rahat kafayla kitap okuduğumu hatırlamıyorum. 2 günde lüplettim kitabı. Bir sonraki kitabı için avuçlarım kaşınıyor. Locke Lamora bitsin yine kendimi Sookie'nin kollarına atacağım. 

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane


10 Mayıs 2020 Pazar

Kitap Yorumu: Değersiz Bir Hayat - Hanya Yanagihara

Güzel bir pazar gününden herkese merhaba!

Uzun bir zamandır yorumunu yazmayı ertelediğim bir kitabı sonunda sizlerle paylaşmaya karar verdim. Açıkçası biraz psikolojimi bozan bir kitap olduğu için okuduktan sonra sindirmek ve kitabı tekrar elime alıp yorumunu yazmak zaman aldı. Ve işte beklenen gün geldi. Değer Bir Hayat'ı bir de benim gözümden görün.

Her zaman kalın kitaplar daha çok ilgimi çeker ve maceranın hiç bitmeyeceğini hissettirir. O yüzden dev kitaplar yazan yazarları ayrı bir severim. 857 sayfa olan Değersiz Bir Hayat'ı ilk elime aldığımda acayip mutluydum. Uzun bir macera beni bekliyordu. Okumaya başladıktan sonra nefes darlığı yaşamaya başladım. Ciddiyim! O kadar leş olaylar oluyor ki bir süre sonra kitabı okuyup hep bir es verme ihtiyacı duydum. Başı, ortası, sonu derken kitap beni yiyip bitirdi. Hem de en sevdiğim ayda okudum; nisanda! 

Dostluk ve travmalar üzerine kurulu bir hikaye okuyoruz. Birbirinden çok farklı dört erkeği ve hayatları anlatılıyor. Üniversitede başlayan dostlukları bir ömürlük oluyor ama yeri geliyor yolları ayrılıyor ve işte o zaman sadece bir karaktere odaklanıyoruz ve diğer üçü gidip geliyor. 
Adeta kapalı bir kutu olan ve duygularını çok yavaş bir şekilde belli eden avukat Jude hep ön planda olan karakterimiz. Diğer üç yakın arkadaşı Willem, yakışıklı ve oyunculuk kariyeri yapıyor; JB, bazen uyuzun teki olsa da sanat ruhlu biri; Malcolm ise aileden zengin bir mimar.

Korku ve nefret; korku ve nefret... Bazen hayatında bir tek bu ikisi varmış gibi geliyordu. Kendinden başka herkesten korku, kendindense nefret.

Birbirlerini tanıdıklarından beri Jude'un geçmişi hakkında bilgi almaya çalışıyorlar ama Jude asla ne duygularını ne de geçmişini paylaşıyor. İçini açıp sığındığı tek kişi ise doktoru Andy.

Duygusal anlamda çok yoğun bir kitaptı. Eğer bir şeylerden çok etkileniyorsanız, okumak veya izlemek olsun fark etmez, kitaptaki birçok sahne sizi rahatsız edecek. Biraz spoiler vermiş olacağım ama Jude hasta ruhlu bir insan. Geçmişte yaşadığı dehşet olaylar yüzünden sürekli kendine zarar vermeye meyilli biri ve kendini durduramıyor. Bunu fark eden insanlar bağırarak, sakince konuşarak ya da gizli saklı engellemeye çalışıyor ama başaramıyor. Her fırsatta acı çektiriyor kendine. Bu sahnelerin şiddeti giderek artıyor ve okurken tansiyonunuz fırlayabilir. Bazen kitaba o kadar dalmış oluyordum ki sanki acıyı çeken benmişim gibi gözlerim dönüyordu. Ciddiyim, çok gerçekçi yazılmış. 

Bir takım şeyler kırılır, bazen kırılanlar onarılır, fakat çoğu durumda fark edersin ki kırılan ne olursa olsun hayat o kaybı telafi etmek için yeniden şekillenir, bazen de muhteşem olur bu şekilleniş.

Kitap karamsar sahnelerle dolu olsa da güldüren ve kalp ısıtan bölümler de vardı. LGBT temalı bir kitap. Eşcinsel bir ilişki de okuyacaksınız. Aile kavramı çok sık dile getirilmiş ve farklı açılardan ele alınmış. Terk edilme, yetim kalma, evlat edinilme, tecavüz, fiziksel şiddet gibi kavramlar ele alınıyor.

Bir diğer yandan kitabın dili çok akıcı. Hem yazarın hem de çevirmenin hakkını yememek lazım. Göze batan hiçbir şey yoktu. Kurgu enfes bir şekilde yazılmış ve çevrilmiş. Ağır, depresif bir kitap evet ama bu türü okumayı sevenlere kesinlikle öneririm.

Fakat mutluluk denen şey de gösterişten, sürdürülmesi imkansız bir durumdan başka neydi, hele ki dile getirmesi bile bu kadar zorken?

Bir de sadece Jude'un bakış açısından okumuyoruz. Yön geçişleri çok fazla var, bu bazen kafamı karıştırdı ama hemen adapte oldum. Yazar beklenmedik anda geçmişten çarpıcı sahneleri ön plana alıyor. Daha ne kadar kötüye gidebilir derken kitabın sonunda çarpılıyorsunuz. Böyle kendimi şey gibi hissettim; ne olduğunu anlamadan boks ringine fırlatılmış ve gelen darbelere her defasında şaşkınlıkla bakakalmışım gibiydi. Bilmem anlatabildim mi duygularımı? :D

Bazı kitaplar vardır bazı dönemlerde tekrar elinize alıp okursunuz ve tadı daha farklı gelir. Ama bazı kitaplar vardır tek okuyuşta bile sizi sonsuza dek doyurur ve kitaplıktan alıp dokunmaya bile tırsarsınız. İşte Değer Bir Hayat benim için öyle oldu. Doydum ve bir daha okumaya cesaretim olmayacak. 

Ben en ağır sahneleri bile kaldırırım diyen her yiğit okura öneririm. Bence kış mevsiminde okuyun. Güneşli günlerde pek iyi gelmeyebilir ve yarım bırakabilirsiniz. :)

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Dizi Önerisi: Normal People

Herkese merhaba!

Şu günlerde löp löp dizi izleme fırsatım varken tüm eski ve güncel dizilere göz diktim. En son Normal People'ı izledim. Tam geçen sene mayıs ayında kitabını okumuştum. Okurken sinir krizleri geçirmiştim. Kitabı duvara fırlatıp mangalda cız bız yapmamak için zor tutmuştum kendimi.
Türkçesi Can Yayınları tarafından basıldı. Dayanamadım o baskısını da aldım ama okumaya bünyem kaldırmaz deyip sevap işlemek için birine verdim, hatta direkt suratına fırlattım. "Oku ve bana fikrini söyle! Kitabı sevdin mi yoksa nefret mi ettin?" 
Evet, böyle de bir mesele var. Kitabı okuyanlar ya cidden nefret ediyor ya da tapıyor. Ben nefret edenlerdenim çünkü yazar süperötesi iki uyuz karakter yaratmış ve hayatlarının içine etmiş. Bu kadar sinir olup söylendiysem demek ki yazar cidden hakkını vermiş. Yani kitaptan nefret etmemin sebebi tamamen iki dengesiz karakterin kararları ve tavırlarıydı.
Ay yine sinirlendim. Kitabın yorumunu bu linkten okuyabilirsiniz.

Açıkçası dizisinin çekileceğini duyunca hiiiç umursamadım. Ne oyunculara baktım ne de çıkış tarihine. O kadar umrumda değildi yani. Sonra geçen gün Instagram'da paylaşımlarını görünce dizinin yayınlandığını öğrendim. Amacım sadece ilk bölüme bakıp diziyi nasıl batırdıklarını görmekti. Aman yarep. İşte böyle çarpılırsın Jane!
Ortalama 25'er dakikalık 12 bölümlük ilk sezonu tam iki günde bitirdim. İlk gün bitirirdim de işte bunlara göz diyorlar...
Kitabı gömüyorum ama çok severek okumuştum. Ve fakat şunu itiraf etmem gerekir; dizisini daha çok sevdim. Duygu geçişleri, karakterlerin kendilerini ifade etme biçimleri, sahnelerin kurgulanışı, kullanılan müzikler ve senaryoya katılan minik yeniliklerle beraber ortaya enfes bir Normal People çıkmış. Kitap ve dizi dili çok farklı elbette. Genellikle beyaz perde burada hep çakılan taraf olur ama nedense son zamanlarda harika uyarlamalar izliyorum ve şaşırtıcı bir şekilde kitabı bile solluyorlar.
Normal People'ın oyuncu seçimleri h a r i k a olmuş. Abartmıyorum. Bir insan Marianne'yi bu kadar gerçekçi canlandırabilirdi ve Connell'ı oynayan erkek oyuncu ise adeta vücut dilini konuşturmuş. Bir bakışı, nefes alış verişi bile söylenmeyen birçok şeyi ekrana yansıtmış. Kocaman bir tebrik geliyor ekibe. (Ben de sanki dünyaca ünlü yönetmenim he, yorumlara gel...)


Kitabı da okuyun elbette ama üşeniyorsanız balıklama diziye atlayabilirsiniz. Senaryoda dev değişiklik yapılmamış. Hatta son bölümde yeni sezona göz kırpılmış gibi geldi. Valla 2.sezon gelirse izlerim. Hatta geri sayım bile başlatırım. Hakkını vermişler. Belki de BBC yapımı olduğu için ağırbaşlı bir dizi olmuş. Aaa, şu uyarımı da yapayım. Dizinin hemen her bölümünde +21 sahneler yer alıyordu. Hatta seks sahneleri oldukça açık çekilmiş. Bunun uyarısını yapmak istedim.

Benim gözüme kötü çarpan hiçbir şey yoktu. Hatta kitabı okurken sinirlendiğim bölümleri dizide izlerken boğazım düğüm düğüm oldu. Başta söylediğim gibi duygu geçişleri çok etkileyici olmuş. Belki de izlemek daha farklı hissettirdiği için diziyi bu kadar beğendim. Dönüp dolaşıp yine aynı şeyi söyleyeceğim; oyuncular çok iyi seçilmiş! 

Her şey bir yana, dizinin soundtrack'ındaki müzikler özenerek seçilmiş ve doğru sahnelerde kullanılmış. Spotify'da deli gibi müziklerini dinliyorum. 

Kısacası diziyi memnuniyetle öneriyorum. Pişman olmayacağınızı umuyorum. Özellikle romantik delileri izlesin. Bazı sahnelerde bu karantinada bile aşık olasım geldi. :P

Kocaman sevgiler, öpücükler,
Jane

2 Mayıs 2020 Cumartesi

Kitap Yorumu: Call Me By Your Name - Andre Aciman

Herkese merhaba! 

Evde takılmayı seven, yazdan nefret eden biri olarak “Lanet virüs yok olsa da denize gitsek,” moduna girdim. Demek ki neymiş, her canlı bir gün mutlaka yazı sevecekmiş. Şaka bir yana, hobilerimi dibine kadar yaşadığım için artık sosyal olabilirim. Günlerim nasıl geçiyor? Hafta içi yine 09.00-18.00 arası çalışıyorum. Sonra üşenmezsem biraz egzersiz yapıyorum. (Löp löp her gün tatlı gömdüğüm için…) Survivor başlayana kadar kitap okuyorum. Sonra Survivor izlerken bilgisayarımdan dizimi de izliyorum. Hangisi sıkıcı gidiyorsa bir diğerine odaklanıyorum. (Netflix’i sömürdüm, şimdi Amazon Prime’ın deneme sürümünü sömürüyorum. Diziler için de bir blog yazısı gelecek.) Böyle böyle derken kitap stoğum azaldı, adını duyup izlemeyi ertelediğim dizileri bitirdim ve gerçekle yüzleştim: Bu durum ne zaman bitiyor aga?

Ahh ahh ne hayallerim vardı, ne tatil planları yapıyordum ki pasaportumun süresi dolmak üzere. Vizelerim bitti. Ben de dedim ki kitaplar aracılığıyla dünyayı gezeyim. Call Me By Your Name (Adınla Çağır Beni) uzuuun bir süredir okuma listemdeydi. 2015’ten beri erteliyordum. :) İngilizce kitabını almak fırsatım olunca da orijinal dilinden okumak istedim. İyi ki de öyle yapmışım. Bazen bazı kitapları orijinal dilinden okumak daha keyifli oluyor. (Gören de sanki her dili biliyorum sanacak. Sadece İngiliççe biliyorum efenim. Kısmetse Hollandacamı geliştireceğim…)

Filmi çıkıp büyük bir başarı elde etmesine rağmen kitabını okumadan filmini izlemek istemedim. O saf, derin aşk duygusunu okuyarak sindirmek istedim. Mükemmeldi diyemem, belki geç okuduğum için belki bu tarzda çok kitap okuduğum için ama çok sevdim. Kitaplığıma baktıkça gülümseyeceğim bir kitap oldu.

You said Later! not to mean farewell but to say you’d be back in no time.

17 yaşındaki Elio’nun gözünden bir aşk hikayesi okuyoruz. Yaşından olsa gerek tüm duygularını en saf haliyle aktarıyor. Belki de onu bu yüzden çok sevdim. Lisede tuttuğum günlükleri okuyunca bazen çok gülüyorum bazen de “vay be ben neymişim” diyorum. En güzel yaşlar 16-17 bence.
Elio’nun ailesi yazlık evlerinde her dönem bir kişiyi birkaç haftalığına misafir etmektedir. Babası arkeoloji alanında bir profesör olduğu için akademik yazışmalarında ona yardım edecek birini yazlığında ücretsiz ağırlıyor. İtalya’da bir sahil kasabasında olan bu eve, o yaz Oliver adında genç bir adam gelir. (24 yaşında) 
Elio, git gide Oliver’a aşık olduğunu fark eder ve duygularını gizlemeye ama bir yandan da karakterini keşfetmeye başlar. Karşılıksız bir aşk mı? Bu işte sorgulanabilir. Çünkü; hem yaş farkı var hem zamanları kısıtlı (Oliver yaklaşık 6 hafta kalıp gidecek) hem de erkek-erkek ilişkisi olması o dönemde (kitap 2007 yılında basıldı) aşırı dikkat çeken bir olay. Bakmayın böyle rahat yazdığıma. 2020 yılında olmamıza rağmen hala eşcinsel ilişkilerini kınayan, benimsemeyen ya da göz deviren birçok insan var. Irk, millet ayrımı yapmaksızın. Bu kitabın o dönemde çok ses getirmesi ve günümüze kadar popülaritesinin azalmaması bence bundan dolayı. 

Try again later meant, I haven’t the courage now. Things weren’t ready just yet.

Çok yoğun bir kitaptı. Hem İngilizceden okuyor olmak hem de metinsel olarak dolu dolu olması beni tatlı tatlı zorladı. Ama inanılmaz güzel geldi. 
Sadece bir aşk hikayesi de anlatılmıyor. Yazar, araya sanatla ilgili serpiştirmelerle kitabı daha da büyüleyici kılmış. Şarkılar, şiirler, kitaplar… Dopdolu bir kitaptı diyebilirim.

Klişelerle dolu, sıradan aşk hikayelerinden cidden bıkmıştım. Bir süredir aşk kokan kitaplardan kaçıyordum ama Call Me By Your Name (ismi bile ne kadar görkemli) bana yeniden aşkı sevdirmeyi öğretti. Giderek büyüyen bir sevgi. Karşılıksız olacağını bile bile. 

“Do you like being alone?” He asked.
“No. No one likes being alone. But I’ve learned how to live with it.”

LGBT’ye karşı bir olumsuz düşünceniz yoksa mutlaka okuyun isterim. Artık şu zincirleri kıralım olur mu? Aşkın, sevginin ne yaşı ne de cinsiyeti var hanımlar, beyler.

Son olarak; yazar devam kitabını da yazdı. “Find Me” geçen senenin sonunda yurt dışında çıkmıştı. Şimdi bizde de Sel Yayınları tarafından basıldı. Onu Türkçe alıp okurum artık. 


Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Güncelleme - 06.05.2020 Geçen pazar günü aniden filmi izlemeye karar verdim ve bir şey itiraf edeceğim. Filmini daha çok sevdim! Bunu kolay kolay dile getirmem ama cidden çok güzel bir uyarlama olmuş. Oyuncu seçimi, kitaptan direkt uyarlanan sahneler, çekilen mekanlar, seçilen müzikler... İnanılmaz güzeldi ve izledikten sonra bir süre bir şey yapmaya odaklanamadım. Hemen film müziklerine daldım. Dinledikçe sahneler gözümün önünden geçti. Hala da müziklerini dinliyorum. Hiç önermediğim bir şeyi yapacağım: Kitabı okumadan da filmi izleyebilirsiniz!!! Agggh çok güzeldi. *-*

28 Mart 2020 Cumartesi

Kitap Yorumu: Cam Şato 3 - Ateşin Varisi

Herkese merhaba!

Yıllar yıllar sonra Cam Şato serisine devam etmeye karar verdim. Çünkü Dex yepisyeni kapaklarıyla devam ediyor seriye. Eh, sonunda hakkını verdiler şu serinin.

Tabii en son serisiyi 2015'te okuyunca neler olduğunu unutmuştum. Üşenmedim ilk iki kitabı tekrar okudum. İkinci kitabın sonundaki heyecanı tekrar yaşadım ve gaza gelip 3-4-5.kitapları alıp ara vermeden seriyi okuyacağıma and içtim. 

İyi halt yedim. Ya beklentim çok yüksekti ya da araya zaman girdiği için üçüncü kitaptan pek zevk alamadım. Karakter yoğunluğu yokmuş gibi yeni karakterler eklendi. Olaylar bambaşka boyuta geçti ve hiç de tahmin ettiğim gibi ilerlemedi. Hayal kırıklığı yaşadım ama bunun geçici bir şey olacağını umuyorum. Çünkü olaylar cidden bambaşka bir boyuta geçiş yaptı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. :(

İkinci kitabın (Karanlık Taç) sonunda Chaol'un planıyla Celaena bir gemi yolculuğuna çıkarılıp Wendlyn'e gönderilmişti. Tabii ikinci kitapta neler olmuştu neler: Nehemia korkunç bir şekilde öldürülmüştü. Celaena aslında Terrasen'in kayıp varisi olduğunu ve gerçek adının Aelin Galathynius olduğunu öğrenmiştik. Bu kadar sırdan ve olaydan sonra müthiş ötesi bir gemi yolculuğu okuyacağımızı sanmıştım ama yanılmışım. :)

Bir anda hayatımıza Rowan girdi. Kendisi bir Fey bir Prens, bir ölümsüz ve savaşçı. Daha da önemlisi; yeşil gözlü! Ama daha ilk sahnelerde onu ketum, huysuz, katı, acımasız ve dik başlı olarak tanıyoruz. Celaena'ya inatla gerçek ismiyle hitap ediyor: Aelin. Sabah akşam antreman yapıp birbirilerine satışıyorlar. (Ne kadar tanıdık sahneler değil mi...) 

Celaena'nın (inatla bu isimle hitap edeceğim bu yorumda) geldiği topraklar teyzesi Maeve'e ait; aynı zamanda Fey Kraliçesi. Süper acımasız ve suratsız bir kadın gerçekten. Tabii onun hikayesini ayrı merak ediyorum. Wyrd Anahtarlarını bulması için yeğenine zorbalık yapan bir teyzeye de empati beslemek elbette imkansız. 

Bu kitabı bir de bir cadının gözünden okuyoruz: Manon Siyahgaga. Bir cadı olmasına rağmen büyü gücünden mahrum kalmış, üç cadı klanın üyelerinden ikincisidir. İntikam için yanıp tutuşsa da anlattığı sahnelerde çok boğuldum. Adeta zorla okudum onun bölümlerini. Ama kesin bir sonraki kitapta bizimkilerine başına çok fena bela olacak. Öyle böyle değil hem de. Çünkü ejderha eğitiyor!!!

Chaol ve Dorian ne boklar yiyor diyecekseniz hemen özet geçeyim: Al birini vur ötekine. :) Bunlardan bir cacık olmayacağına inanmaya başladım. Chaol zaten Celaena'nın sırrını öğrenince pısırık olup hemen kızı gönderdi ve şimdiden onu unutmaya başladı. Hatta arkasından kötü bile konuşur oldu! Dorian ise kendi büyü gücünü iyice keşfedip bunu kontrol etmeyi öğrenmeye çalışıyor. Bir yandan hem Chaol'la didişip hem de beraber işbirlikleri yaparak gizli saklı işlere burunlarını sokuyorlar. Valla Kral baba o burunları cart keser, aman dikkat diyeyim. 

Ama haklarını yemeyeyim. Celaena'nın dönüşü için hazırlık yapıp büyünün tekrar serbest olması için hazırlık yapıyorlar. Tabii en büyük desteği ise yeni karakterden alıyorlar: Aedion Ashryver. Kral'ın çağrısı üzerine Adarlan'a gelen kötü şöhretli Terrasen Generali kendisi. Ve aynı zamanda Celaena'nın kuzeni. Aedion ilk başlarda tam bir baş belası gibi görünüyor. Kaba, sorumsuz, umursamaz, tehlikeli, arkadan iş çeviren biri gibi gözükse de aslında Chaol ve Dorian'ın kurtarıcı meleği rolünde. Celaena'nın ailesi yok edilene kadar beraber büyümüşler ve Kraliçe'nin özel koruması olmak üzere müthiş bir eğitim almış. Bu karakterden çok umudum var, çok!

Daha bahsetmediğim birkaç karakter daha var ama son olarak Sorscha'dan bahsetmek istiyorum. Kral'ın emrinde yaşayan ve çalışan bir şifacı. Ama sıradan bir şifacı değil. Neler olup bittiğini bilen biri ama bunu sır olarak saklamakta da usta. Zamanla Dorian'la dost oluyorlar. Şaşırtmalı sahneleri olacak. Bu da minnak bir spoiler olsun. :)

Aslında karakterlerin üzerinden geçerken genel olarak konuya şöyle bir değinmiş oldum. Celaena, teyzesinin emriyle anahtarları bulmaya çalışırken Rowan tarafından acımasız bir şekilde yeniden eğitiliyor. 
Chaol ve Dorian, Aedion'ın da gelmesiyle beraber gizli kapılar ardında asilerle işbirlikleri yapıp büyünün serbest olması için çalışmalara devam ediyorlar.
Manon cadısı ise kendince hazırlanıyor ama dediğim gibi bu karakter büyük bir yıkım getirebilir. Ejderhası var yahu! Yakar geçer azizim.

Tamam, başta biraz sövdüm ama kitabı elbette heyecanla ve severek okudum. Benim beklentim farklı yöndeydi ama ne olacak diye de sabırsızlanıyorum. Rowan'ı daha yakından tanımak istiyorum ama Chaol'un ve Dorian'ın dönekliğini unutmayacağım... Celaena'yı nasıl hemen unuttular, vay arkadaş.

Dördüncü kitapta aksiyonun hiç durmayacağını umarak yorumu burada sonlandırıyorum.

Ciao adios,
Jane

23 Mart 2020 Pazartesi

Kitap Yorumu: Last Hour 1 - Chain of Gold / Cassandra Clare

O M G! Bakın kim döndü.
Uzuuuun zamandır yazmaya üşendiğim için sahalara yeni döndüm.
Öncelikle umarım herkes iyidir. Aman lütfen çok dikkat edin kendinize. Hatta bu yazıyı okumaya karar verdiğinize göre bir bardak da su bulundurun yanınızda. Hem sağlık için hem de içinizi yakacağım biraz. :)

Efenim, biliyorsunuz Cassandra Clare’in yepisyeni serisi The Last Hour’un ilk kitabı Chain of Gold bu ayın başında yayımlandı. Hemen okumaya başladım ama işe git gel, yorgunluk, araya başka şeylerin girmesi derken anca bitirebildim.
Dün kendimde değildim zaten zira gözlerim pörtlemiş bir şekilde bitirdim kitabı. Oku oku bitmiyor anam babam. Neyse şikayet yok. Kraliçem yazmaya devam etsin.
Şimdi gelelim bu seri nereden çıktı? Cehenneme Makineleri serisini okumadıysanız sizi pistten alalım. Yoksa bol bol spoiler yemiş olacaksınız ki Jane spoiler vermez! Bazı okurlar hiç Shadowhunter okumamış birinin direkt bu kitapla başlayabileceğini söyleyerek yanlış yapmış. Siz beni dinleyin.

Last Hour, yine 1900’lü Londra’sında geçiyor. Bu sefer Will ve Tessa’nın çocukları ön planda. Tabii diğer ailelerin çocuklarını da bol bol görüyor, birçok eski dostla karşılaşıyoruz ve içimizin yağları eriyor…
James ve Lucie Herondale, canım Will’imin çocukları. (Tessa da anaları işte.) Okurken bunu çok benimseyemedim ama James’in bazı salaklıkları aynı Will. (Bir sahnede I LOVE TEA diye bağırıyor. Şu an bu cümle çok saçma gelecek ama o sahnenin uyumuyla James'i öyle bağırırken hayal edince daha sever oldu.) Lucie, Tessa’nın kopyası diyemem ama sevdim bu karakteri. İkisinin kardeşlikleri ise göz yaşartır. Aile bağlarını Cassie yine döktürmüş. 

Bu ikiliye eşlik eden diğer karakteri ise şöyle:
Cordelia ve Alastair Carstairs - Sona ve Elias’ın çocukları. (Bunlar kimdi diye sormayın gram hatırlamıyorum ama Cordelia -ki kendisi baya baş karakterimiz- Jem’in etrafında sürekli amca amca diye dolanıyor. Jem’in kardeşleri yoktu ki nasıl yeğenleri oldu, Carstair soyadı nasıl devam etti biraz irdelemem şart.)
Christopher ve Anna Lightwood- Gabriel ve Cecily (Will’in kız kardeşi)’nin çocukları
Thomas ve Barbara Lightwood - Gideon ve Sophie’nin çocukları
Matthew ve Charles Fairchaild - Konseyin başındaki Charlotte’nin çocukları. (Matthew, James Herondale’ın parabataisi)
Grace ve Jesse - Tatiana Blacktorn çocukları (Burada azcık beynim yanıyor. Grace, üvey evladı. Jesse ise tuhaf bir şekilde ölen ama hayalet şeklinde ortalarda gezen oğlu Tatiana, yanlış hatırlamıyorsam evlenmeden önce Gideon & Gabriel ikilisinin kız kardeşiydi. Sallıyorsam söyleyin.) 

Falan filan. Daha yazmadığım birkaç karakter var. Onlara değinirsem alev alırız. (: Konuya giriyorum.
Efenim, kitabın başında küçük Lucia ormanda biriyle karşılaşır. Yeşil gözlü bir çocuk. Lucia’nın onu görmesine çok şaşıran evladımız ise Jesse Blackthorn, kendisi bir hayalet. Herondale’ların da kimsenin göremediği şeyleri görmesi bilinen bir şey. Gel zaman git zaman Lucie ve Jesse böyle iletişimde kalırlar.
James’in ise derdi bambaşkadır. Kontrol edemediği bir gücü vardır: Gölgeler diyarına gidip gelmektedir. Hem de beklenmediği anlarda. Bu gücünden başı yanacağı kesin. 
Bu sırada Londra’ya iki kız gelir: Cordelia ve Grace. Cordelia, Lucie’nin yakın arkadaşı ve gelecekte parabataisi olacak, güzeller güzelimiz. Kitabın kapağındaki de ta kendisi. İran kökenlerine sahip Cordelia, elbette James’e vurgundur. James ise kime vurgun? Grace Blackthorn, sinsirille adeta. Bunun detaylarını vermeyeceğim, kitabın kırmızı noktasını vurgulayan bir mesele.
Böyle kanı kaynayan bir arkadaş grubu, bir gün piknik yaparken saldıraya uğrarlar. Ortalık karışır. Hemen tüm gölge avcıları toplanır, deli planlar yapılırken bizim veletler de “biz dünyayı kurtaracağız” moduna girip kendilerince birkaç işe kalkışırlar. Koskoca Tessa ve Will’in bile ruhu duymaz. Bak sene hele. Boynuz kulağı geçiyor desene. 
Saldıralar peşi sıra devam ederken James birkaç gerçekle yüzleşir. Kayıplar olur. Şaşırtmalı ilişkiler ortaya çıkar. (Baya şaşırtmalı.) Aile bağlarının önemi savunulurken final bölümde tam her şey tatlıya bağlanacakken Will gibi James de koca bir salaklık yapar. Püüüh sana diyecektim ki çocuğun büyülendiği aklıma geldi. Evet, lanet bir büyü altında dehşet bir karar alarak herkesi şaşırtır ve bir sonraki bölümde Cassie neler karıştıracak bakalım diye kara kara düşündürtür bizi…

Şimdi diyeceksiniz neden alaylı anlattın. Efenim, Cassie’nin kölesiyim, ne yazsa okurum, Will’i bir kez daha sahneye çıkarttığı için eteğini öperim ama salak değilim. Mükemmel karakterlerine sığınarak konu tekrarına gidiyor ve bazı şeyleri ısıtıp ısıtıp önümüze başka nesille sunuyor. Ne yazık ki “dev kurgusu” etkilemedi beni. Beni etkileyen karakterlerin diyalogları ve aralarındaki bağdı. Hepsini ön plana çıkarmaya çalışmış. Mesela Matthew’ü  ve Jesse’yi ayrı ayrı çok sevdim! Onları daha fazla okumak isterim. Anna süper dominant biri ve eğlenceli bir karakter. Alastair’i ve Thomas’ı birbirine çok yakıştırdım nedense. Grace’i yerden yere vurmak, Tatiana’yı boğmak, Charles’ı yok etmek istedim. :) Karakterlere böyle duygular besliyorsam yazarın yeteneğinden ama konu olarak leş ilerleyeceğine eminim.
Eh bir de finalin nasıl olacağını tahmin edebiliriz çünkü bir kitabında (hangisi hatırlamıyorum) Shadowhunter aile ağacını ortaya çıkarmış, kim kimle evleniyor, çocukların adları falan yer alıyordu. O yüzden bu seriye dair teoriler löp löp çıkar. Tabii Cassie bu, öyle olmaz böyle olur diyerek her şeyi sil baştan bile yazabilir.
Velhasıl, ben yine de gözlerim pörtleyecek 600 küsur sayfayı bıkmadan İngilizceden okudum. Arada Magnus’u görünce mayışmış bir kedi gibi mırladım. Seviyorum be bu dünyayı. Seviyorum tüm karakterlerini. Özellikle Will Herondale’ı! Onu baba rolüyle görmek… göz yaşı pıt. 


Spoiler vermemek adına burada bitiriyorum yorumumu. Ekstra merak ettikleriniz olursa mesaj atın hemen detay vereyim. Size birkaç alıntı çevirdim, iç sesimi de ekledim. Umarım beğenirsiniz. 

Ciao adios,
Jane

Lucie ve Jesse’in ilk karşılaşmasından
“Aptal olma,” dedi Lucie, “Ben Lucie Herondale'ım. Babam Will Herondale, çok önemli bir insandır kendisi. Beni kurtarırsan, ödüllendirilirsin.” (Ayağını denk al koçum demek istiyor…)

“Jem amcayla parabatai olduktan sonra daha iyi bir gölge avcısı olduğunu hissettin mi?” diye sordu Lucie.
“Daha iyi bir gölge avcısı ve adam oldum. En iyi yanlarımı Jem’den ve annenden öğrendim. Cordelia ve senin için istediğim şey de bu; ömrünü geçirebileceğin bir arkadaşlık. Asla ayrılmadan.” (Göz yaşı pıt pıt.)


“Aşk ne kadar acıtır?” dye sordu James babasına. “Ah, dibine kadar.” dedi Will ve gülümsedi. “Aşk için acı çekeriz çünkü buna değer.” (As bayrakları as!)

2 Şubat 2020 Pazar

Kitap Önerisi: Evelyn Hugo'nın Yedi Kocası - Taylor Jenkins Reid

Merhabalar! 

2020'deki okuma listemle gurur duyuyorum ve kitapları okudukça sizinle paylaşmak için sabırsızlanıyorum. Ancak şöyle bir sorunum var; kitapları okuduktan hemen sonra blog'a yazmaya üşeniyorum. Bunun sebebini çözememiştim ama bugün dank etti: Bilgisayarım! 10 küsur yıldır kullanıyorum ve öldü ölecek modunda. Yıl 2020 ve ben hala onun keyfini bekliyorum. :( Yeni bilgisayar almak için kolları sıvadım ama bu bahane değil elbette. Gelsin yorumlar gelsin şenlik yazılar. *teyteytey*

Efenim, Locke Lamora'nın etkisinden çıkmaya çalışırken kucağıma Evelyn Hugo'nun Yedi Kocası düştü. Aslında İngiliççe okuyacaktım. (Allah beni kahretmesin sürekli 'amaan bu kitabı orijinalinden okurum' deyip deyip duruyorum, hadi hayırlısı.) Sonra Türkçe baskısı gelince dedim ki niye beynimi zorlayayım ve rahat kafayla okuyayım. (İngilizce okurken bir baş ağrısı tutuyor beni... Beynimi rahatlığından ediyorum tabi...)

Kitabı iki günde falan bitirdim. Ne oluyor derken kitap bitiyor arkadaşlar. Metin tertemiz, kurgu harika, çeviri efsane... Öf, çok iyiydi! Kitabı okurken aklımdan milyon tane tilki geçti. Teoriler patlattım. Ve bu yorumun sonunda bombayı atıp, kaçacağım.

"Ama gerçek şu ki övgü bağımlılıktır. Ne kadar çok övgü alırsan, ayakta kalmak için daha fazlasına ihtiyaç duyarsın."

Evelyn Hugo'nun nasıl yedi kocası oldu bunu okuyoruz. İlkten hafife aldım, nasıl olabilir ki yea, klasik Hollywood hikayesi dedim. Ama okudukça göz yaşı pıt ve şaşkınlıklar içerisinde kaldım. Tamam, çok abartmayayım ama hikayeyi çok benimsedim. Klişe yok, yapmacıklık yok, özentilik yok...

Kimdir bu Evelyn Hugo ve Yedi Kocası... Evelyn, 50'lilerin en ünlü isimlerinden biridir. Çafçaflı bir hayat, başarıyla tırmandığı bir kariyer, dillerden düşmeyen güzelliği ve arka arkaya gerçekleştirdiği evlilikleri. Özel hayatını hem göz önünde yaşıyor hem de hiç anlatmadığı sırlarını saklıyor. Ta ki bunları halka açıklamaya karar verene kadar!
Bunu da direkt kendisi yapmak istemiyor ve gözüne kestirdiği gazeteci Monique'ye hayat hikayesini kitaplaştırmasını istiyor. Neden Monique'yi seçiyor diye soracaksınız. Kitabın sürprizi o. Valla ben son ana kadar tahmin etmemiştim.
Birkaç gün boyunca Evelyn anlatıyor, Monique ses kaydı alıp, notlar yazıyor. Anlattığı kısımlar harika. Bizi alıp 1950'li yılların Los Angeles'ına uçuruyor yazar. Yazarımız bir yandan bu sektöre yabancı olmadığı için Hollywood'un birçok gizli saklısını da kendi kalemiyle dile getiriyor. Tahmin ettiğimiz şeyler ama okuması ayrı keyifliydi. 

Evelyn fırsat yakalamak için evleniyor, aşık olup evleniyor, sarhoş olup evleniyor, bir şeyleri saklamak için evleniyor... Evleniyor da evleniyor. Ona göre her evliliğinin bir sebebi var. Bazen göz devirdim ama cidden bunlar yaşanıyor. O yüzden harika bir gerçek hikaye sizi bekliyor.

"İnsanların dünyaya başka insanları bulmak için gönderildiğine inanırım."

Bu kitabın gerçek bir hikayeden esinlenildiğini düşünüyorum kesinlikle. (Dahiyim!) Hatta okurken aklıma hep Taylor Swift geldi. Şu ana kadar bir evlilik yaşamadı ama o kadar çok sevgilisi oldu ki hakkında hep konuşuldu. Nefret edildi. İftiralar (?) atıldı, davalar açıldı, elinden ödül alındı...Bla bla bla... Bana ne! Ama bir de onun gözünden gerçekler var elbette. 
Tam da bu kitabın üzerine iki gün önce Netflix'te yayımlanan belgeselini izledim: Miss Americana. İzlerken böyle hem üzüldüm hem acıdım hem de hak verdim. Sonra dedim ki; oha bu belki de acındırma reklamıdır. Öyle bir dönemdeyiz ki kime, nasıl inansak bilemiyoruz. Hep kafalarda bir soru işareti... O yüzden bu kitabı sevdim ama hayatı sorguladım da. Ön yargılarımız ve biz. 

Çok derinlere girmeyeceğim. Kitap okumanızı öneririm. Hatta yazarın yayımlanan üç kitabı daha varmış ama bu kitapla patladı bir anda. Diğer kitaplarını da okuyacağım inş. 

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane