Pages

19 Şubat 2019 Salı

Konser Macerası - Tom Odell / 2019 Jubilee Road Turu - İstanbul


Sizi şimdi 2014 yılına uçuracağım. O zamanlar daha gencim, yepisyeni bir hazırlık sınıfı öğrencisiyim. Her şeyden habersiz, saf saf takılan biriyim.

Üniversitede, hazırlıktaki hocam dersleri hep eğlenceli bir hale getirmek için sürekli bir şeyler bulurdu. Bir gün geldi, "Bugün benim favori şarkımı dinleyip, elinizdeki kağıtlardaki eksik şarkı sözlerini dinleyerek tamamlayacaksınız." dedi. Gözlerim parladı. *-* En sevdiğim alıştırma.
Şarkıyı başlattı. Another Love. Obaaa. İngiliz aksanı akıyor adamdan. 3 kez dinletti ve ben "love" dışında bir şey yazamamışım falan. Neyse. Eve gittim ve klibiyle beraber şarkıyı dinledim. Sözlerini ezberledim. O gün bugündür Another Love'ı dinlerim. Tom Odell, o klibinde bebeksi bir çocuktu. O günden sonra hiçbir şarkısını dinlememiştim.
Sonra Spotify hayatıma girince Long Way Down ve Wrong Crowd albümlerini dinledim. "Here I Am" ve "I Know" şarkıları favorim olunca sadece onları dinler oldum. Geçen ekim ayında Jubilee Road albümü çıkınca onu da dinledim. Oradan da birkaç favori şarkım oldu. İşte Tom Odell hayatıma girdi.
Ne kliplerini ne canlı performanslarını izledim. Taa ki konser için 3.kez İstanbul'a geldiğini duyana kadar... Çok tesadüf eseri oldu. Öyle Biletix'i sıkı takip eden biri değilimdir. İş yerinde yakın arkadaşım "Another Love'ı söyleyen çocuk geliyormuş," deyince bilet fiyatlarına baktım. Uygun. (130 TL) Hemen bitmeden aldım. Hayatımın en doğru kararını vermişim!!!

Sonra üç haftalık bir maceraya başladım:
Konserlerinde genel olarak söylediği şarkıları listeledim ve Spotify'de bir liste oluşturup her gün dinledim; yolda, evde, işte, her yerde!
Favori şarkılarımın canlı performanslarını sayısız kez izledim.
Hiç duymadığım şarkılarını üst üste dinleyip, giderek sesine aşık oldum.
Şarkıların sözlerine bakıp mest oldum.
Ve elbette ekşisözlükte hakkında yazılan her yazıyı okudum.

Sonuç: I'm so fucking in love with Tom Odell!!!

Günlerim böyle geçerken -ki çok sancılı süreçlerden geçtim- sonunda konser günü geldi: 18 Şubat 2019 <3 Hayatımın en olağanüstü gecesi! 
Zorlu PSM'de gerçekleşti. Ayakta izledik. 21:00 konserine 15 dakika gecikmeyle başladı. Ama nasıl bir açılış... Aman yarabbi! Bir şeyler içip sahneye çıktığı belli. Kafa bin beş yüz. Ama iyi ki öyle çünkü o kadar insanı nasıl eğlendireceğini biliyor.
2 saat nasıl geçti anlamadım. -.- Ömrümün sonuna kadar durup, izleyebilirdim. Her şeyiyle mükemmeldi. Şu ana kadar Jessie J, Demi Lovato, The Chainsmokers ve Imagine Dragons konserlerine gittim ve içlerinde favorim Imagine'di ama şu andan itibaren kesinlikle Tom Odell konseri!!! "Adamın sahnesi harika," diyenleri destekliyorum. Harikadan da öte bir şeydi. Sahne performansı of of dedirtti. Ses deseniz... Ya hakkını fazlasıyla veriyor. Artist artist dans gösterileri yok, kas gösterisi yok, vikvik müzik zevki yok. Tam bir İngiliz asaletine sahip Tom'cuğum. Giymiş krem rengi takım elbisesini, hem piyano çalıyor hem şarkılarını dibine kadar hissedip söylüyor hem de bir oraya bir buraya savrulup deli deli hareketler yapıp insanları fena coşturuyor. Hele aralarda yaptığı espriler... Ağzına vura vura seveceksin tam. *-* 
Allaaaam üstüme bir Tom Odell gönder please... Bebeksi suratın, bir piyano çalışı var arkadaşlar, oy oy oy. Piyano olayım çal beni Tom Odell dedirtiyor. *Hormonlarım yine tavan yaptı.*

Bir de adamdaki cesarete bakın hele; Hold Me şarkısını söylerken hayranların arasına karışıyor. Bu yaptığı bir konser geleneği aslında. Her gittiği yerde yapıyor ama dün sadece 2 metre uzağımda olması... Onu bu kadar net görmem... Günlerce internette videolarını izleyip, hayran kaldığım adam şimdi canlı kanlı karşımda! İnanılmaz bir duygu. İyi ki bu hayatı yaşıyorum dedim.

Bir de şapşal, birkaç Türkçe kelime ezberlemiş sahneye çıkmadan. Arada onları söyledi. "Merabaa merabaaa. Nasilsin? Lütfen. İyi geceler Istanbul!" Eh bence bu kadarı yeter de artar bile; evlenebiliriz Tom'cuğum. *-*

Bir şarkısını da söylerken "I don't wanna go home Istanbul," diye haykırdı. Ulan sana kim git diyor! Kır dizlerini, otur yanımda. Ben sana bakarım bebeksi suratım. *-* (Jane aşşşık oldu.)

Ah gençler... İnsanın hayallerini gerçekleştirmesi gibisi yok. Bu yazıyı da bu yüzden blog'da yayınlıyorum: Hayallerinizin
 büyük küçük fark etmez, peşinden koşun. İsteyince, çabalayınca her şey oluyor. Özellikle konserlerde 'yaşadığınızı' daha da hissediyorsunuz. Bu deneyimi yaşamınızı isterim. Baterinin, gitarın, piyanonun o gümbür gümbür sesini göğsünüzün içinde hissedince bağımlılık yapacak. İki saat de olsa her şeyi unutun, mutlu olun. Oh mis!

Bir de o mükemmel geceden sonra sabah 7'de kalkıp işe gitmek var. Gidememek mi demeliyim? Mutlu mesut, kendimden geçmiş bir halde Tom Odell dinlemeye devam ederek vapura yetiştim ve bilin bakalım ne oldu? Sis yüzünden seferler iptal. Obaaa. Sabah sabah Tom eşliğinde 1.5 saat yollardaydım. :) Olsun be, bir iyi bir kötü hayat geçiyor. Yeter ki her şeye olumlu bakın.

Tom Odell gibi birileri varken sizi hödüklerin üzmesine izin vermeyin. Ay bir dakika! Konuyu saptırıyorum. Toparlamaca: Buraya kadar okuduğunuz için teşekkürler. Bundan sonra Tom Odell'i enişteniz bileceksiniz. :D Şaka, ama sık sık onun ismini duyacaksınız. 4.konserine kadar görüşmek üzere...

Gitmeden en favori şarkılarımı da buraya bırakıyorum: I Know, Here I Am, Can't Pretend, Hold Me, Magnetised (klibini de izleyin), Wrong Crow, Half As Good As You, Concrete, Daddy ve Another Love.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

I Know'un bu performansını izlemenizi öneririm: 


Not: Geçmiş olsun gençler; şimdi de Biletix'e yatırım yapmaya başladım. Temmuz'da Marshmello konseri var. Kaçıramam. Acaba konserde yüzünü gösterir mi diye gideceğim... 

Not 2: Tom'cuğum görmeyeli yaşlanmış. Olsundu, az kilo da almış çok daha yakışıklı olmuş bebeksi suratım. Her haliyle severim!

Not 3: Valla gitaristlerinden birine yan gözle bakmadım değil... Kısa saçlı olan baya çekici değil mi yav? Oy oy oy.

Not 4: Tom'la beraber 4 erkek sahnede oluyor. Dördünün de uyumu müthiş! Konserde özellikle bateristine bayıldım. Süper eğlenceli biriydi. *-*

4 Şubat 2019 Pazartesi

Dizi Önerisi: Peaky Blinders


Dikkat! Bu yorumdan sonra alev alabilirsiniz.

Aman Tanrım dedim!!! Yav niye daha önce Peaky Blinders izle diye başımı duvarlara sürtmediniz. Niye bu dizi tam senlik Jane demediniz. Niyeeee! Yıllardır bu diziden mahrum oluyormuşum, haberim yok.
Ya da boşverin. Şimdi izlemem daha iyi oldu. 4 sezonu löp diye izledim. Oh mis. Biri Twitter'da şey demiş: "Ay herkes Peaky Blinders hayranı olmaya başladı. Önermeyin şu diziyi. Çakma fanlar ortaya çıkıyor. 2013'te neredeydiniz..." falan filan. Ay popom! Kalite akan bir diziyi önermeyip, turşusunu mu kuracaksın? Oh, buradan bangır bangır duyuruyorum: Gelmiş geçmiş en havalı diziyi izlemeye hazır olun!


Efenim bu diziye Instagram'daki dostlarım sayesinde başladım. Bir gün evde kilitli kaldım. Sevgili anneciğim kapıyı üstüme kitlemiş ve kendi anahtarı sanıp benim anahtarımı almış. O gün de işe gitmek için nasıl hazırlanmışım, nasıl acil işlerim var... Evden çalışayım dedim. Patroncuğum müsade etmedi. Eh, siz bilirsiniz diyerek koltuğa yayıldım ve açtım Netflix'i. O piti piti yaparken bir baktım Peaky Blinders var. "Yav bu dizi Netflix'te var mıymış?" diyerek ilk bölümü açtım. İşte o andan sonra dünyam değişti, daha da kaliteli oldu. Çünkü Thomas Shelby ile tanıştım. *-* 


Dizinin konusu şöyle: Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere'de giderek yaygınlaşan çete olaylarına şahit oluyoruz. En büyük çetelerden biri de Birmingham'daki Shelby Ailesi. Gelirlerinin bir çoğu at yarışlarından gelse de kumar, soygunculuk ve silah kaçakçılığı da yapıyorlar. Polislere rüşvet vererek her işin altından kalkıyorlar. 
Shelby ailesinin lideri ortanca kardeş Thomas, dizinin de baş karakteri. Ağabeyi Arthur, erkek kardeşi John ve halaları Polly de çok sık gördüğümüz karakterlerden biri. Kız kardeşleri Ada, isyankar ve sürekli Shelby soyadını kabul etmeyen biri.
İşte Shelby ailesini -ya da çetesini demeliyim- anlattım size. Şimdi gelelim resmi olmayan kısımlara... Dedikodu zamanı!!!


Yaş 24 olmak üzere ama hala izlediğim dizi karakterlerine aşık olabiliyorum çünkü gerçek hayattaki erkeklerden bir cacık olmuyor. Yani bir Thomas Shelby olmak çok mu zor? Sevdiği kadını unutmamasına rağmen başka kadınlarla beraber olsa da -bu sahnelerde sürekli sövdüm çünkü sevmem böyle zevk için sevişen kişileri- sevdim be keretayı. Bir sigara içişi var... Aman yarabbi! Hayatımda sigara hiç ilgimi çekmemiştir ama onu her sigara içerken gördüğümde mest oldum. Adam karşıma otursun, sigara içsin. Valla manzaraya bakar gibi bakarım. Dalar giderim. Çünkü o bir Thomas Shelby... Şaka maka adam cidden deli sigara içiyor. Sahneleri çekerken kim bilir kaç paket sigara bitiriyordur. Ahhh, Thomas Shelby. Aksanına vurulduğum adam. Tam bir psikopat aynı zamanda. Gençliğinde savaşa katılıp, kötü şeyler deneyimledikten sonra psikolojik sorunlar yaşamaya başlıyor. Uyumama, sevmeme ve gülmeme gibi... Taa ki Grace ile tanışana kadar. Hadi hadi, romantik olmadan bir dizi mi olur canım? Ama söz, vıcık vıcık aşk yok. Ahh ahh dedirten bir aşk var. Sizi paramparça edecek, Thomas'la beraber yerlerde süründürecek bir aşk. Ya, boğazım düğümlendi yine. Diğer karakterlere geçeyim.

Arthur
Arthur Shelby. Tam bir sayko. Hem salak hem komik hem de korkunç yav. Sevdim bu karakteri de ama gelgitleri çok fazla. Thomas'a aşık olduğum gibi ona olamadım. 
John Shelby. Ah bayık bakışlım... İlk sezonda ağzından eksik etmediği kürdanı sürekli ağzından çekip alasım gelmişti. Ve cidden bayık bakışlı. Bir izleyin, görün. Sarhoş gibi velet ya. 
Ada Shelby. Aksanına ve tavırlarına hayran kaldığım bir karakter oldu. Ailenin en aklı başındaki kişisi. İlk sezonda salak gibi davranıyordu sonra bir baktım Shelby'lerin annesi olmuş. Of, hatun çok güzel cidden. Ve onun gibi bir aksana sahip olmak isterdim. *-*

John
Polly hala. Bu kadının da sigara içişi fena. Hatta konuşma tarzı çok hoşuma gidiyor. Çok orijinal bir karakter olmuş. Oyuncu adeta bu karakter için doğmuş diyebilirim. Aklı başında biri ve Thomas'ın en güvendiği insanlardan biri. Nerede böyle halalar be...
Efenim, gördüğünüz gibi diziye aşık oldum. Şu an 4 sezonu yayınlandı. Toplam 24 bölüm. (Sezonlar 6'şar bölümden oluşuyor.) Bölümler rahat 1 saat sürüyor. Ama inanın gram sıkılmıyorsunuz. Aksiyon da gizem de olay da eksik olmuyor. Hele dizinin müzikleri efsanin de ötesi. Jenerik müzikleri kalp ben. (Peaky Blinders

Ada
Dediğim gibi diziden kalite akıyor. Mis gibi aksanlar, saçmalamayan bir kurgu, cool ötesi karakterler, nefessiz bırakan sahneler, ritmi arttıran müzikler ve 1800'lü İngiltere manzaraları... Ayyyy Peaky Blinders 💚
Diziyi izlerken Instagram hikayelerimde bol bol paylaşım yaptım ve benimle izleyen birçok kişi vardı ve hepsinden olumlu yorumlar aldım. N'olur izleyin! Beğenmeyen gelsin karşıma. "Püüüh Jane, bu mu önerdiğin dizi," desin valla yayınlayacağım burada. :D

Neyse, çok abartmadan gidiyorum. (İzleyin.) Bu arada sürekli açıp izlediğim iki favori sahnem var. (Diziyi izleyin.) Aşağıya linklerini bırakıyorum. (Peaky Blinders izleyin.) Belki diziyi izleyenler tekrar izlerler. (Thomas'ı keşfedin ve izleyin.) 

No Fucking Fighting -Kavga yok diye herkesi uyarırken son anda çıldırması...
Tommy Nearly Killed - Bu sahnedeki isyanı... Oyunculuk tavan!

Son olarak, 5.sezon çekimleri tamamlandı. Bu yıl yayınlanacak ama net bir tarih yok. Neler olacak aşırı merak ediyorum. Bakalım Thomas'a sövmeye devam edecek miyim? Canım Shelby <3

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

P.s. Shelby saç tıraşı diye bir şey var arkadaşlar. Sırf ona bile aşık olursunuz. Tabii Thomas'ın saç tıraşı daha da çekici. Hele ses tonu... Sigara dumanını çekip, üfleyişi... "Heyy" diye bağırışı... Ben Cillian Murhpy'e fena aşık oldum. *-*

P.s. 2 Ekşideki bu yoruma katılmadan edemeyeceğim: diziyi izlerken bile üstünüzün başınızın sigara kokmasına sebep olan adam.

3 Şubat 2019 Pazar

Kitap Yorumu: Napoli Romanları 3: Terk Edenler ve Kalanlar - Elena Ferrante

Selamlar!

Valla Napoli Romanları serisi öyle bir sardı ki gözüm kimseyi görmez oldu. Geçenlerde birkaç günlüğüne Köyceğiz'e kaçamak yapmıştım ve yollardayken hep ama hep üçüncü kitabı okudum. Yanımda kardeşim de vardı, sürekli söylendi, "Bir kitap kadar olamadık be!" diye. Yani süper yol arkadaşı olduğum söylenemez çünkü yanımda hep kitap götürürüm.
Neyse efenim. Ben yine daldan dala atlamadan hemen kitabın yorumunu yapmak ve dördüncü kitabı da yorumlamak istiyorum zira o da bitti. :) Seri bitmesin diye uzatmaları oynayacaktım ama yok anam... Üçüncü kitabı okuyup da sakin sakin oturan insana insan demem.

Şimdi genel bir özet geçeyim. İkinci kitapta hop oturup hop kalkmıştım. Lila'yı yerden yere vurmak istemiştim. Stefano ile evlenip, mutsuz bir yaşam sürerken annesi ve Elena'yla beraber Ischia'da tatile yapmaya gittiklerinde Elena'nın çocukluk aşkı Nino ile sevgili olunca beynim alev almıştı. Yakın bir arkadaş bunu nasıl yapabilir! Nino da ayrı bir salak... Şu karakteri bir türlü sevemedim. -.-

Durun, bu olaylar bir hiç! Nino'yla aşk yaşayıp, hamile olduğunu öğrenince Lila, Stefano'yu terk edip saçma sapan bir hayat yaşamaya başlamıştı. Bu sırada Elena, olayları her şeye rağmen soğukkanlılıkla karşılayıp, eğitim hayatına devam etti. Ben olsam Lila'nın saçını başını yolardım.
Aslında ikinci kitabın sonlarına doğru bir sürü olaylar oluyordu. Herkes daldan dala atlar gibi birbiriyle oluyordu. Olayların en dışında kalıp kendini koruyan tek kişi Elena'ydı.
Kitabın sonunda akademik kariyerinde büyük bir adım atmıştı. Hayatında yeni biri vardı: Pietro. Yaşam kalitesi giderek artarken bilin bakalım karşısına kim çıkmıştı? Nino!
Üçüncü kitapta olaylar kaldığı yerden devam ediyor. Ama yazar U dönüşü yapmış. İlk iki kitapta olaylar hep Lila'nın etrafında gerçekleşiyordu. Her şeyi Elena'nın gözünden okusak da odak noktamız hep Lila'ydı. Bu sefer spot ışıkları Elena'ya dönmüş durumda çünkü hayatı çok değişiyor.
Napoli'yi anlatan bir roman yazıp da yazarlık kariyerine adım atınca bambaşka bir çevreyle karşılaşıyor. Bunun Pietro'nun da etkisi çok. Çocuğun ailesinin çevresi hep yayıncılık dünyasından. Durum böyle olunca Elena birden parlayan yazar konumuna geliyor.
Sonrasında her şey pat pat gerçekleşiyor. Okurken başım döndü ve daha neler olacak diye heyecanla okudum kitabı.

Bu kitap, kesinlikle Elena'nın geçiş dönemlerini yansıtan bir kitap olmuş. Hayatı birden değiştiği için iniş çıkışlı yaşıyor her şeyi. Pietro'la evlendikten sonra aslında istediği şeyin bu olmadığını fark ediyor ama çok geç. Çoluk çocuğa karışıyor. Anneliğe alışma süreci çok sancılıydı. Bu duyguyu iliklerime kadar hissettim çünkü benim de korkulu rüyam budur. Anne olduktan sonra kitap yazamamaya başlıyor. Kendi annesi ve Pietro'nun annesi Adele her ne kadar ona yardımcı olmaya çalışsa da bunalıma giriyor. Kendini beğenmiyor. Pietro'nun umursamazlığı sinirlerini bozuyor. O bu şu derken Nino hayatına tekrar giriyor. Hem de öyle bir giriyor ki çok normal bir şeymiş gibi. Pietro'yla yakın arkadaş oluyorlar. Nino da Eleonora diye biriyle evlenmiş ve bir oğlu olmuş. Ailecek görüşmeye başlıyorlar. Elena'nın aklı çok karışık. Bir yandan eşinin işkolikliği ve çocuklarının sorumluluğu bir yandan Nino'dan gördüğü ilgi bir yandan Lila'nın kendi yaşamına odaklanması derken ipin ucu kaçıyor ve bam! Kitabın sonunda "Holly shitttt" diye bağırıyorsunuz. Elena Ferrante'nin cehennemine hoş geldiniz...

Sanırım, uzun zamandır bu kadar soluksuz bir seri okumamıştım. İtalyan yazarımız Ferrante'ye daha da tapmaya başladım. Kalemi inanılmaz sağlam. İki baş karakterin hayatlarındaki en kritik dönemleri öyle güzel anlatıyor ki sanki Lila ve Elena hep sizden biriymiş, yakın birer arkadaşınız gibi hissediyorsunuz. Çocuklukları, ergenlikleri, gençlikleri, yetişkinliğe ilk adımları, evlilikleri, annelik dönemleri... İnanılmaz bir kurgu!
Bu seri nasıl sonlanacak diye kudururken dördüncü kitabı da okudum. Çok ara vermeden onu da yayınlayacağım. O zamana kadar bu seriyi hala okumadıysanız, okuyunuz efenim. Napoli'nin gerçekleriyle yüzleşin.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane