Pages

29 Kasım 2018 Perşembe

Kitap Yorumu: Yaz Bahçesi - Paullina Simons

Selamlar
2018'in bitmesine günler kala kendi kendime bir rekor kırdım arkadaşlar. 989 sayfalık bir kitabı hiç söylenmeden, bıkmadan okudum ve bitirdim. Tabii bu 18 günümü aldı ama olsun. 
Bronz Atlı'nın üçüncü ve son romanı olan Yaz Bahçesi'nden bahsediyorum. Serinin ikinci kitabını geçen mart ayında okumuştum. O zamandan beri deli gibi üçüncü kitabı bekliyordum. Aslında İstanbul Kitap Fuarı'nda çıkacağını az buz tahmin ediyordum. Ve çok kalın bir kitap olacağını da biliyordum. Ama fuarda ilk kez kitapla karşılaştığımda kalakaldım. Öyle görkemli duruyordu ki... Gidip gelip etrafında dolandım. Alsam mı almasam mı... Malum, fuarlarda artık pek indirim yapılmıyor. Ancak Pegasus, kitabı yeni çıkarmasına rağmen %50 indirimle satıyordu. Ben aldığımda 50 TL bayıldım. Şimdi her yerde indirimli satılsa da 60 TL civarı bir şey sanırım. (Orijinal etiket fiyatı 99,99 TL. Valla bu kargaşaya şimdi değinmeyeceğim.)
Gelelim 989 sayfalık maceraya... Aslında bu kitap 4 kitaptan oluşuyor. Yani yazar, kitabın kurgusunu dört ana bölüme ayırmış. Ben de sindire sindire okudum. Kitabın yorumunu da dört parçaya ayıracağım zira hepsi birbirinden çok farklı.

*Spoiler tarzı minik bilgiler olabilir. Üzgünüm, bunlardan bahsedeceğim çünkü yorum yapmam çok sınırlanır. Bunu dikkate alarak okuyun lütfen. Dev spoiler vermeyeceğim.*

BİRİNCİ KİTAP
Tam bir göçebe hikayesi barındırıyor bu bölüm. Tatyana ve Alexander artık kavuşmuş, oğulları Anthony ile oradan oraya seyahat etmeye başlarlar. Bu sahneleri sevdim çünkü dümdüz okutturdu kendini. Alexander ıvır zıvır işler yaparken Tatyana tam bir ev hanımı modundaydı. Alexander'a zaman zaman uyuz oldum, sinirlendim. Ama suç kesinlikle Tatyana'da. Savaşta yaşadıklarından dolayı Alexander'ın davranışlarını çok doğal karşılıyor, ne dese hemen alttan alıyor. Meh... Ben olsam terk etmiştim. :D Bu bölümle ilgili söyleyebileceğim pek bir şey yok. Metrobüste başlamıştım kitaba ve 50 sayfayı anında okumuştum.

İKİNCİ KİTAP
İşler yavaştan kızışmaya başlar. Nasıl mı? Alexander ve Tatyana insanların arasına karışmaya başlar. Evleri, şehirden uzak ıssız bir yerde olsa da Alexander inşaat işine başlar ve bir yandan üniversiteyi de bitirir. Yani yerleşik hayata geçerler. Tatyana her zamanki gibi Alexander'ın her istediğini yapar. Bu arada müthiş, harika bir evlilikleri var diyemem. Tamam, Tatyana her şeyi alttan alıyor ama dillendiği zaman tartışmalar da patlak veriyor. Alexander içip içip geliyor. Böyle çıldırdığım yerler oldu. Ama...

ÜÇÜNCÜ KİTAP
Benim asıl sinir krizi geçirten bölüm işte!!! Ya, kitabı okurken tırnaklarımı yedim, söylendim, kitabı bir kenara bırakmayı bile düşündüm. O kadar leş sahneler vardı ki... Alexander'ı ateşe vermek, şiş kebap yapmak istedim. İlk iki bölüm boyunca,"Ya tamam öküzsün ama galiba seni seviyorum asker," derken bu bölümde "canın cehenneme pislik herif, bir yerlerin tutmasın e mi!" diye cırladım. Yok böyle bir şey! Neler olduğundan bahsetmeyeceğim. Okuyun, dehşete düşün. Genel olarak konu şöyle: Alexander artık kendi işini kurma kıvamına geliyor ve durumları baya iyi oluyor. Evlerinde partiler verip, yeni yeni insanlarla tanışıyorlar. Tatyana da kendi mesleğini yapmak istediği için bir hastanede hemşire olarak çalışmaya başlıyor. Sonra iş yükü giderek artıyor. Bu yüzden eve, Anthony'e ve bir bebek gibi davranan Alexander'a daha az zaman ayırmaya başlıyor. Çok bilmiş beyfendimiz söylenmeye başlıyor. Yok neymiş, onun çalışmasına gerek yokmuş zaten yeterince paraları varmış. Kadın dediğin evine vakit ayırıp, çocuğuyla vakit geçirmeli ve kocasını memnun etmeliymiş... Ben giderek alev almaya başladım bu tarz sahneleri okudukça. Çünkü hiç ama hiç katlanamadığım, böyle konuşmalar olduğunda anında tepki verdiğim bir durum söz konusu. Bunlar yetmezmiş gibi Alexander o kadar salakça davranıyor ki... Ya Tatyana'yla bir kavga sahneleri var abartmıyorum 20 sayfa sürüyor ve okurken kendimi o kadar kasmışım ki bir süre sonra boynum tutuldu. Bu kitap beni felç edecek! Daha neler neler oluyor, anlatamıyorum. Ama şunun garantisini verebilirim: Alexander'dan nefret edeceksiniz.

DÖRDÜNCÜ KİTAP
Gelelim son bölüme... Ya bence burayı yazmasa da olurmuş. Yani, o kadar sayfa okudum hiç söylenmedim, hepsi dolu dolu sahnelerdi ama dördüncü kitapta öyle saçmalamış ki yazar... Böyle kendini kasmış yazmak için ama cıks... Ben okurken hep uykum geldi. #SorryNotSorry Paullina Simons. 
Buralar spoiler olacak ama söylemem lazım. O kadar şiddetli, katlanılmaz kavga sahnelerinden sonra gel zaman git zaman Tatyana ve Alexander aileyi büyütür. Anthony dışında üç çocukları daha olur: Paşa, Harry ve Janie. Artık 50'li yaşlılara merdiven dayamışlardır. Anthony, büyüyüp kocaman adam olmuştur ve olaylar onun etrafında döner. Tutturur, babam gibi devlete hayrım dokunsun. Vietnam'a göreve gider. Sonra ortadan kaybolur ve deli gibi onu aramaya başlarlar. Bu sırada Anthony hakkında büyük bir sır öğrenirler. Valla itiraf edeceğim, daha neler efenim üstüme iyilik sağlık diyerek tepki verdim. :D 

Sonracığıma, oğlunu aramak için Alexander yaşına başına bakmadan yollara düşer ve kendini yine savaş meydanında bulur. Dürüst olacağım, çoook dandik bir bölümdü. Göz devire devire okudum. Bir ara yazar konudan o kadar kopmuş ki sayfa atladım sandım. 15 sayfa falan Sovyetler hakkında bıdı bıdı etmiş. 
En son, artık Tatyana ve Alexander'ın en yaşlı hallerini okuyoruz. 80 küsürler. Tüm çocukları evlenmiş çoluk çocuğa karışmış ve Noel yemeği için bir araya gelmişlerdir. Yazar, bu sahnede çocukların eşlerinden ve çocuklarından tek tek bahsediyor ama hiçbir isim aklınızda kalmayacak. Hızlandırılmış film gibiydi. Okuyorum, he tamam bu şu diyorum sonra hoop unutuyorum. Yani anlayacağınız dev bir aile oluyorlar. Mutlu son!
Ama son sahne çok güzeldi, gözlerim dolmadı değil. :) Tatyana ve Alexander, ton ton nine ve dede olarak dondurma yemeye giderler. Bir bankta oturup, eriyen dondurmasını yiyip, Rusça şarkı mırıldanan Tatyana başını kaldırıp, yolun karşısına bakar. İçecek almaya gitmiş olan Alexander, karşı tarafa geçmek için yolun karşısına bakar ve Tatyana ile göz göze gelirler. İşte, ilk karşılaştıkları sahne. *Kalpkalpkalp*
O sahnede bir an kalbim durdu. Kesin kötü bir şey olacak, biri ölecek dedim ama yazar öyle bir saçmalık yapmamış. :D 

Son olarak, Yaz Bahçesi'ni çok severek okudum ama dediğim gibi son kısımları çok gereksizdi. Onun dışında bu seriyi okuduğum için çok memnunum. İki ana karakterin gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerine şahit olmak inanılmaz bir şeydi. Onlarla beraber büyüyoruz resmen. Mutlulukları, acıları, sevinçleri, kayıpları, kavgaları... Her anlarına ortak oluyorsunuz. Yazar bu konuda inanılmaz yetenekli. Karakterleri çok güzel oturtmuş, kurguyu çok güzel düşünmüş. Bu bir gerçek aşk hikayesi dese inanırım. Belki de öyledir, kim bilir? :)
Tatyana ve Alexander'ı özleyeceğim. Ama umarım para için gereksiz yere ek kitap çıkarmaz bu seriye. 

Not: Parmaklarım ağrıdı yazmaktan! Tanrım, bu kitap beynimi kemirdi. Birkaç gün kitap okuyamayacağım sanırım. Damn!
Not 2: Özellikle bu kitabın çevirmenine buradan saygılarımı iletiyorum. Sayın Solina Silahlı, kaleminize sağlık. Her yiğidin harcı değildir böyle dev bir kitap çevirmek. <3
Not 3: Kitabı okurken cidden boynum tutuldu ve parmaklarım, kitabı tutmaktan ağrıdı. Hem çok ağır hem kitaba bir şey olmasın diye resmen parmaklarımı feda ettim. -.-

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

24 Kasım 2018 Cumartesi

Twilight'ın 10.yılına Özel


Selamlar
Yaşlanıyor muyuz? Tam 10 yıl olmuş Twilight vizyona gireli. İnanılmaz! Bu yazıyı yazmak günlerimi aldı. Bir gün oturdum koleksiyonumdaki Twilight eşyalarını karıştırdım. Dergiler, posterler, röportajlar, takılar... Allah'ım tam bir psikopat gibiydim. Sonra ilk kitaba şöyle bir göz atayım derken bazı bölümleri okudum. Sonra Youtube'dan gala ve röportaj videoları izledim. Set çekimlerine baktım. En son filmi izledim ve şimdi soundtrack eşliği ile yazıyı tamamlıyorum.
Sizi 2009'un haziranına ışınlıyorum. O zamanlar Jane önüne ne gelse yer, sosyal hayat nedir bilmez, okulda inek modunda ve süper içine kapanık biridir. Bir gün önündeki sırada oturan arkadaşının sırtını tebeşirle boyayınca kendini affettirmek zorunda kalır ve "Ne istersen alacağım," der. Arkadaşı "Alacakaranlık'ın kitabını istiyorum," deyince kendini Migros marketinde bulur. Kitabı alır, üstündeki insanlara bakıp merak eder ve internette araştırır. Meğersem bu kitabın bir filmi varmış. Hemen izler. Sonra kitabı arkadaşına vermek yerine kendine saklar ve okur. Aman tanrım, der. Bu nasıl bir kitap?!


 İşte o an artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. 
Benim Alacakaranlık ile tanışma hikayem böyle oldu gençler. İyi ki kitabı vermemişim ve okumuşum dedim. Yeni Ay'ı anneme, Tutulma'yı ve Şafak Vakti'ni de babama aldırmıştım. Babam kitapları sahaftan aldığı için satıcı, "Abi bu vampirler çok ünlü artık." demesiyle babam kitapları bana verirken, "İyisin di mi, bir sorun yok. Vampirler falan... Aman dikkat et kızım." deyişini hala hiç unutamıyorum ve ona hatırlattığımda "İyi ki aldırmışsın kitapları. Bak, şimdi nerelere geldin." diyor ve her defasında bir aydınlanma yaşıyorum.


Gerçekten de hayatımı değiştirdi Twilight. İngilizceye bu kadar meraklanmam ve kendi kendime çeviriler yaparak öğrenmem. Yurt dışı hayallerim. Kitapları çok sevmem ve iş hayatımda da yer edinmeleri... Hepsi ama hepsi, bugün beni ben yapan her şey aslında Twilight'a açılıyor.
Bu arada bu yazı yüksek dozda duygusallık içerecek. :D 


Şimdi gelelim 9 yıllık macerama. Efenim, kitapları aileme aldırdıktan sonra anneannemin yanına, Yahşi'ye tatile gitmiştim. Tam 3 ay orada kaldım. Kitapları orada bitirdim. O sırada New Moon çekimleri vardı. Bir yandan da deli gibi onları takip ediyordum. İşte, çekim takibi, röportaj yazıları derken yabancı siteleri keşfettim. Her şey İngilizce olduğu için Google Translate amcayla beraber çeviriler yapmaya başladım. Sonra dedim ki bunları tüm Twilight hayranlarıyla paylaşmalıyım. Blog açmalıydım.2007 yılında Kavak Yelleri için açtığım bir blog'um vardı. O olmazdı. Sil baştan yeni bir tane açtım. 4 Temmuz 2009, Wampirob'ın doğuşudur arkadaşlar. Neden Wampirob derseniz de: Vampir+Robert= şekilli olsun dedim ve Wampirob ortaya çıktı. :D Her gün birden fazla haber yazısı yayınlıyordum. Deli gibi oturduğum yerden oyuncuları takip ediyordum. Robert nerede, Kristen ne yapıyor, kim kimle beraber, nerede yemek yediler, sette kimler var... Resmen kendi işimi kurmuştum. Gece 4'e, 5'e kadar uyuyamıyordum çünkü asıl haberler o saatte geliyordu. (Amerika saati olduğu için.) Bir de ödül törenleri var... MTV'yi hatırlayan varsa alnından öpeceğim. MTV benim bebeğimdi. MTV Film Ödülleri, Müzik Ödülleri... Ah ah... Teen Choice Awards geceleri... Yazın uykusuz kalıp, her şeyin takibini yapıyordum.


Bir de sitenin en altında chat kutusu koymuştum. Her gün oradan sorulara cevap veriyordum. Şimdi bile iletişimde olduğum arkadaşlarımı oradan tanıdım. Adeta Wampirob ailesi olmuştuk. Yaz tatili bittiğinde de daha yeni liseye başlayacaktım. O yüzden okul çıkışı eve gelip haber yazıp, öyle ders çalışıyordum. Chat kutusunda her cuma parti veriyordum. Ohooo, ben neler yapıyordum neler. Ah gençlik!


Wampirob böyle ortaya çıktı. 2012'ye kadar da devam ettim. Serinin her film çekimine tanık olduk. Her habere beraber sevindik. Ödül aldıklarında beraber çığlık attık. Dergiler, poster verdikçe sömürdük. İnanılmaz bir ortamdı. 
Twilight'ı 8 ay geç keşfetmiştim ama sonrasında resmen sahiplenmiştim. Evet, üniversite öncesi çok sıkıcı ve boğucu bir hayatım vardı ama kendi dünyamı Twilight sayesinde kurmuştum. Elimin altında bilgisayarım ve internetim olduğu sürece hiçbir sorunum yoktu valla. Dört kitapla yola çıktım şimdi sayamadığım kadar çok kitabım var. Merak ettiğim dili, artık benimsedim. Gala için gittikleri ülkelere hayranlıkla bakarken şimdi ben de gidebiliyorum. Yani aslında bu bir başarı öyküsü. Kitap diye geçip gitmeyin. Twilight'ı küçümseyenleri de görüyorum. Valla o yaştayken benim için bir ilahtı. Hala da savunurum. Yedirtmem serimi falan. :D Şaka bir yana, 9 yıl geçti ve hala Twilight'ın sözü geçince içim kıpır kıpır oluyor. Robert Pattinson'ı ve Kristen Stewart'ı hala takip ederim. Robert ilk aşkımdır, Kristen da ilk idolüm. Bu durum değişmedi. Stephenie Meyer, her zaman gıptayla bakacağım bir yazar olacak. 


Yazıyı bitirmeden önce Twilight'la ilgili birkaç bilgi vereyim. Çoğunuz biliyorsunuzdur zaten. :D
İlk kitap, 2005 yılında basıldı. İlk film de 21 Kasım 2008'de vizyona girdi.
Yönetmen Catherine Hardwicke, Twilight'ı çok düşük bir bütçeyle çekmesine rağmen 2008 yılının en çok izlenen filmlerden biridir ve seride de en çok sevilen filmdir. (Benim için de öyle.)
Kristen'ın, Robert'ı seçtiğini biliyorsunuzdur. Bilmeyenler için: Başrol için ilk önce Kristen seçiliyor. Ardından Edward Cullen için sayısız insanla öpüşme sahnesi çektikten sonra Robert'la çok uyumlu olduklarını söyleyerek başrolü kapmasını sağlıyor. (RobStencıları göreyim biii)


Film müziklerine bayılıyorsunuz değil mi? Müzik seçiminde oyuncuların da fikirleri alınmış. Hatta Robert'ın da iki şarkısı yer alıyor.
Biricik yönetmenimiz, filmi paldır küldür çekmemiş. İnanılmaz planlar yapmış. Hatta her sahnenin çekileceği yerleri bizzat kendisi gezmiş. Her şeyi deli gibi araştırmış. Bu notlarını da kitaplaştırmış. (Alacakaranlık - Yönetmen Not Defteri / Epsilon Yayınları) 
Kesin bazı şeyleri eksik yazdım ama şu an kafamdakiler böyle. Oh be, iyi ki Twilight hayatımda. Daha nice yılları olsun. 😍
Siz de Twilight'ı nasıl keşfettiğinizi mutlaka bana yazın. Çok merak ediyorum hikayelerinizi. 
Ve son soru: Team Edward mı Team Jacob mı? :D Ortalık karışsın. 


P.s. Bu çok genel bir yazı oldu. Ama serinin diğer kitapları/filmleri için yazı isterseniz yazacağım. Yazarım yani. Canım Twilight. 💛

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane



12 Kasım 2018 Pazartesi

Kitap Yorumu: Warcross - Marie Lu

Ve ilk Marie Lu açılışımı Warcross ile yapıyorum arkadaşlar. Bu yazarın sayısız kitabı basıldı ülkemizde. Ben Warcross ile tanımak istedim. Güzel de bir başlangıç oldu. Bakalım kitap beni nasıl etkilemiş ya da etkileyememiş... İşte tüm mesele bu. :D
Bir anda kafama esti ve Warcross'u aldım. Bu kitap o kadar övüldü, satıldı, özel eşya tasarımları çıktı ki dayanamadım. Çok sevdiğim bir çevirmen olan Onur Kınacı Birler de çevirince, kitabı kaptım.
Çeviri enfes. Yazarın kalemi sağlam. Kitabın baskısı müthiş. Ama kurguda eksiklikler vardı bence.
Warcross, dünya çapında çok ünlü bir oyun olarak belirtiliyor kitapta. Yaşlısından gencine herkes deliler gibi Warcross'u takip ediyor ve oyun zamanı gelince herkes deliler gibi oyuna odaklanıyor.
Distopya ve bilim kurgu karışımı bir konusu var. Warcross oyununa herkes dahil olabilir ama elbette seviyeleri var. Çok iyi olanlar, sıradan olanlar gibi ayrımlar söz konusu. Sanal bir ortam olduğu için yasa dışı olaylar da işin içinde. Bir ödül avcısı olan Emika Chen'in maceralarını okuyoruz.

Rengarenk saçları, inatçı, kimsesiz ve hırslı bir kız olan Emika, bir gün Warcross oyunlarını izlerken farkında olmadan büyük bir hackleme yapar. Öyle ki kendini de ele verir ve bir anda dünya çapında ünlenir. Kim bu kız?
 Warcross'un kurucusu Hideo Tanaka, apar topar Emika'yı özel uçakla Tokyo'ya getirtir. Hem oyuna dahil eder hem de reddetmesi güç bir teklifte bulunur: Dev oyunda onun gizli ajanı olmasını ister. Maddi durumu yerlerde olan Emika bunu kabul eder. Küçüklüğünden beri Warcross'a deli gibi bağımlı olması da bu işin içinde olmasına sebep olur.
Oyunda beş kişiden oluşan iki grup var. (Emika'nın yer aldığı grup Anka Süvarileri.) Bu grupların kendilerine ait cevherleri var. Oyunda, diğer grubun cevherini almaya çalışıyorlar. (Burası bana biraz Harry Potter'ı anımsattı.) Tabii çok zorlu engeller de var. Kitapta çok fazla terim var. Açıkçası aklımda kalmadı. Okudukça oturacaktır. Gruptaki karakterlerden şimdi bahsetmiyorum. İkinci kitabın yorumunu yaparken rahat rahat analiz edeceğim.
Kitap olaylarla dolu!
Sanırım en son Açlık Oyunları'nı okurken bu kadar heyecan yapıp, gözümü bile kırpmadan bir distopya okumuştum. Evet, distopya türüne aşığım ama beni benden alan kitaplar nadirdir. Warcross'un ilk 150 sayfasında "Oley be! Eski formuma dönüyorum.Ye yooo," derken sonra bir baktım kurguyu baya baya tahmin ediyorum. Öyle böyle değil... Kitap bitince, sanki ben yazmışım gibi hissettim. Marie Lu'nın hayalet yazarıyım falan dermişim. :D
İşte, kurguyu bu kadar tahmin edince bir hayal kırıklığı olmadı değil. Tam kitaba bayılacakken yazarın klişe ağalarına takılmam kötü oldu. Yoksa efsane bir seri bizi bekliyor.
Warcross gibi bir oyun kurgusu yazılıyorsa bence daha fazla detay verilmeliydi. Bazı şeyler daha ağırdan alınmalıydı. Karakterleri çözmek bu kadar kolay olmamalıydı.
Ya da yılların verdiği tecrübe ile artık bu tarz kitaplar bana çerez gelmeye başladı. Yine de kitabı çok sevdim. İyi ki almışım dedirtti. :)

Hadi siz de okuyun, dedikodu yapalım. İkinci kitap da elimde. 2018 bitmeden okurum diye düşünüyorum.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

11 Kasım 2018 Pazar

Dizi Önerisi: Elite


Merhabalar!
Size bombe bir dizi önerisiyle geldim. Aslında bu diziyi neden önermek istedim, inanın bilmiyorum. 1.5 günde izledim. Geçen hafta sonu eve kapanıp izledim. Zaman yiyen bir diziydi ama kendini fena izlettirdi. Şimdi neden size önerdiğimi, blog yazısına devam ettikçe ben de öğreneceğim. 😁
Elite, İspanyol yapımı bir dizi. İlk sezonu 8 bölümden oluşuyor ve Netflix'te yayınlandı. Dizide tanıdık yüzler de var. La Casa De Papel'den ergen çocuğumuz Rio (Miguel Herran), tuhaf gülen Denver (Jaime Lorente) ve çok güzel kıvır saçları olan Alison Parker (Maria Pedraza) var. Açıkçası bu üçünün aynı dizide olduğunu öğrenince 'reklam' kokusu aldım. Evet, kesinlikle dizinin kadrosunda yer almaları diziyi daha da ünlendirmiş olabilir. Ama onları tamamen farklı karakterlerde görüyoruz bu sefer.
En öndeki Marina
Elite, bana Ufak Tefek Cinayetler'i anımsattı. UFC'nin ilk sezonunu deliler gibi izlemiştim. Sonra bıktım, usandım aynı döngüden. 😔 Bir cinayet işleniyor. Polisler bu cinayeti çözmek için birçok kişiyle görüşmeler yaparken o an konuştukları konuyla ilgili sahneleri görüyoruz. Her şey gizemli. Herkes katil olabilir. Entrikalar. Zengin aileler. Zorbalıklar... İşte Elite böyle bir dizi. UFC'nin tam bir ergen versiyonuydu ama çook sevdim. Dizi, sizi içine çekiyor gerçekten.
Tamam, şimdi konuyu toparlıyorum. Elite, liselilerin olduğu bir dizi. Üç öğrencinin, İspanya'daki en seçkin okullarından birinde burs almasıyla başlıyor. Bayık bakışlı Samuel, yerinde duramayan Christian ve müslüman bir kız olan Nadia kendini bir anda zengin ailelerin çocuklarının arasında buluyor. Klasik bir zengin-fakir çatışması oluyor. Sonra nedeni bilinmeyen bir cinayet işleniyor ve tüm öğrenciler sorgulanmaya başlıyor. Her biri olayı farklı açılarla anlatıyor. Zengin bebeler grubundan bahsedeyim.

Guzman
İlk başta süper gıcık olup, boğazlamak istediğiniz bir karakter olacak: Guzman. Ama sonrasında valla favori karakterim oldu. Şu an süper hayranıyım. Böyle, bir yerlerde karşılaşsak direk sarılacağım. Oyuncunun performansından kaynaklı bence. Rol yeteneği harika!
Guzman'ın kız arkadaşını her daim duvarlarda sürtmek isteyebilirsiniz: Lu. Ama kız çok güzel be! Gerçekte Meksikalı ve ünlü bir şarkıcıymış. Helaaal dedim. Cidden, diziyi izlerken kızı ayrı keseceksiniz. :D

Lu
Lu'nın bir numaralı kankisi olan ve güzelliğine hayran kaldığım bir karakter: Carla. Bakın, bu karakter sizi fazlasıyla şaşırtacak. İnanılmaz etkiledi beni. Kızın güzelliğine değinmiyorum bile... Allaaam bu İspanyol kızları neden bu kadar güzel???
Guzman'ın kız kardeşinden bahsetmiş miydim? La Casa De Papel'in Alison'ı, Elite'nin Marina'sı... Bu kadının tarzı beni benden alıyor. İzleyince ne demek istediğimi anlayacaksınız. Çok yakında bu kızı Hollywood'da görmezsek ben de neyim! Dizide de çok hoşuma gitti. Orta yolu bulan bir kız. Bazen salakça davransa da en sağlam karakterlerden biri.

Nadia ve Christian
Bu kıza aşık olan kardeşler var. Samuel ve abisi Nano... Allah'ım dizi boyunca bu ikisinden tiksindim valla. Samuel'in bayık bakışları, ezik hareketleri, itici davranışları beni deli etti. Nano da La Casa De Papel'in Denver'i işte. Bu adamdan tırsıyorum nedense. Böyle her an psikopatça bir şey yapacakmış gibi geliyor. Kiii iki dizide de deli deli hareketler yapıyor. :D
Gelelim müslüman kardeşlere: Nadia ve Omar. İkisi de gerçekte müslümanmış. Ama dizide 'müslüman' kavramı çok abartılı anlatılıyor. Çok dar görüşlü bir ailenin çocukları olan Nadia ve Omar'ın bu zengin bebeleriyle nasıl bir değişime gittiğini görüyoruz. Nadia, çok ağır başlı ve gerçekten ne yapacağını bilen bir kız. Diziyi izlerken çok takdir ettim. Ama Omar... Onla ilgili bir şey öğreneceksiniz. Ona lafım yok ama süper itici karakterlerden biri bence. -.-

Carla ve Polo
Dizide izlerken sürekli sırıttığım bir karakter var: Christian. LCDP'in Rio'su. İki dizide de acayip sempatik ve güldüren bir karakter. Tam takılmalık bir çocuk. Diziyi renklendiren bir karakter diyebilirim. :)
Sona sakladığım bir karakter var: Carla'nın manitası Polo. Abovvv. Bu çocuk nasıl bir şey?! Dizide her an delirip, herkese saldıracakmış gibi bir hali ve saçma sapan fantezileri var. Kendine güveni sıfır. Ay, bu çocuğun sahnelerinde şekilden şekile girebilirsiniz. :D

Diziyi izlemeden önce şu uyarıyı yapayım: +18 sahneler fazlasıyla var. Baya baya açık sahneler var. Bilginiz olsun. Onun dışında mis bir dizi. Buram buram İspanyol kokuyor. Valla seviyorum İspanyolları. Ne çıkarırlarsa izleyeceğim. Dizi 2.sezon onayını da aldı. Ne duruyorsunuz? Başlayın hemen. :D

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane