Pages

28 Mart 2014 Cuma

Kitap Yorumu: Uğultulu Tepeler - Emily Bronté


Aşk nefrete dönüşürse... Diye bir başlık görünce ilk Dünya Klasik romanım için Uğultulu Tepeler'i seçtim. Ki geçen sene fuarda almıştım. Sevdiğim kitap karakterlerinden biri olan Bella Swan Cullen sayesinde lise hayatım boyunca bu romanı kesinlikle okumalıyım diye kendime not ettim. Çünkü Twilight serisinde adı sık sık geçiyordu. Geçen hafta da sınav sonrası kendimi Starbucks'a attım ve başladım kitabı okumaya.

Her şey ilkten çok güzel gidiyordu. Gözlüksüz yüz sayfadan fazla okudum. Dedim, oluyor, korkulacak bir şey yokmuş. Dünya Klasikler nedense her zaman gözümü korkutmuştur. Çevremdekilerin davranışlarından sanırım. Bir Dünya Klasik okumak insanı cool, özel yapıyor sanıyordum. Onları okumak ise sanki yetenek istermiş gibi... Çünkü orta okuldayken Madam Bovary'i okuyayım dedim hiçbir şey anlamamıştım. Liseye ilk başladığımda Notre Dame'ın Kamburu'nu okumaya başladım, devam edemedim. Bu yüzden Dünya Klasiklerden hep uzak durdum. Ama her fırsatta yazarların ünlü eserlerinin konularını inceledim. İlgimi çektiler ama okumaya cesaret edememiştim. Uğultulu Tepeler ile birlikte bu dünyaya bir adım attım.

Ama pek beklediğim gibi değildi. Beni büyüleyen, etkisi altına alan, kitap bittiğinde sonsuzluğa yuvarlanıyormuşum hissi veren hiçbir şey yoktu. Kitap bitince "bitti, cidden bitti! Bir an bitmeyecek sandım da..." modundaydım. Ya çok yanlış zamanda okudum, ya ilk Dünya Klasik romanım için yanlış kitabı seçtim ya da cidden bu tür bana göre değil. Sorun bende mi bilmiyorum ama sevemedim kitabı. Karakterlerine hep kısık gözlerle baktım. Belki de çok umutluydum bu kitaptan, başka şeyler bekliyordum ve hayal kırıklığına uğradım. Bilemiyorum. 19. yüzyılın İngilteresi hakkında daha fazla bilgim olsa belki daha çok severdim kitabı. Ama bana göre değilmiş kitap.

Bir de haksız yere kitaptan soğumamak için habire hakkında araştırma yaptım. Yazarın hayatını, okuyanların roman hakkındaki düşüncelerini... Beğenen çok beğenmiş. Başucu kitabı yapmış. Beğenmeyen ise hiç taviz vermemiş. Çatır çatır yorum yapmış. Gittim Goodreads'deki yabancıların da yorumlarını okudum. Adamlar benimle aynı kafadan. Sonra rahatladım. Bir tek ben düşünmüyorum böyle diye. Sıktım dişimi ve bitirdim kitabı.

Kitabın konusundan bahsetmek gerekirse... Az biraz karışık. Ne söylesem sanki spoiler olucakmış gibi. Ben dolu dolu bir aşk ve kötü bir olay sonucu bu aşkın nefrete dönüşümünü okuyacağım sanıyordum ama bambaşka bir kurgu bekliyormuş beni. Olayları evin hizmetçisi Ellen Dean anlatıyor. Hem de evin kiracısı Bay Lockwood'a. Bay Lockwood, Uğultulu Tepeler'deki evlerden birini kiralıyor. Evin sahibi Heathcliff huysuz adamın tekidir. Yanında yeğeni -Hareton Earnshaw- ve gelini -Catherine- yaşıyor. Aile soyları çok karışık. Kitabı okudukça isimler birbirine girdi. En sonunda bir kağıda isimleri ve kimlerle bağlantılı olduğunu yazdım ortaya süper karışık aile profili çıktı. :D Ama işi çözdüm. Yazar kitabın başında zaten olayın sonunu anlatmış. Bu kiracı da bu ailenin hayat hikayesini dinlemek için Ellen'ı yanına çağırır ve kadın bu adama hikayeyi en baştan anlatmaya başlar. Catherine'in annesi Catherine Earnshaw ve Heathcliff üvey kardeşlermiş. Heathcliff ailenin evlatlığı. Ama aralarındaki bağ bir süre sonra bambaşka bir olaya dönüyormuş. Fakat o kadar inatçılar ki bu bağ bir süre sonra nefrete dönüşüyor ve hayatları çok değişiyor. Bu değişimlerini Ellen tüm detaylarıyla anlatıyor. Neler neler oluyor... Kitap bundan ibaret. Bu ikisinin yanlış seçimleri ve hataları yüzünden birbirlerini mahvediyorlar. Kitabın sonlarına doğru her şey oturuyor. Aslında böyle yazınca o kadar da sıkıcı bir kitap olmadığını fark ettim. Tamam geneli cidden sıkıcı. Ama bazı bölümlerde özellikle son sahnelerde Heathcliff'in sözleri etkiledi beni. Adam çok gıcık, sinir bozucu ve tam dövmelik ama her şeyin de farkında. Yine de intikam alma şekli beni çok sinir etmişti.

Belki çok dikkatli okunursa kitaptan dersler çıkarılabilir. Mesela ben yanlış hataların ve inatçılığın sonunda ne gibi sonuçlara varılabileceğini öğrendim. Çok boş bir kitap değil. Dili ağır, aralardaki diyaloglar biraz kopuk o kadar. Bazen ne ara bu sahneye geçtik bile dedim. Şaşırtıcı ve tuhaf bir kitaptı.

Ama yazarın en sevdiğim özelliği ise kitabında o kadar güzel betimlemeler yapmış ki... Cidden hayret verici. O betimlemeler kitabın en güzel yanlarıydı. Bunun dışında bu kadar dengesiz karakterler nasıl yaratmış, merak ettim açıkçası. :D 

Bundan sonra "Uğultulu Tepeler" dediklerinde aklıma esrarengiz ve çekici dünya değil de Heathcliff gibi bir adamın nefret edilesi hayatı aklıma gelecek. Elimde olsa kitabın içine dalar ve adamın omuzlarını sarsmak isterdim.

Benim amacım kitabı yerden yere vurmak değil. Ama bir Dünya Klasik romanı diye de boş yere abartılarla yükseltmeyeceğim. Ben pek sevemedim ama belki siz seveceksiniz. Bilemiyorum. O yüzden okuyun veya okumayın demiyorum. :D

Fantastik dünyalarda görüşmek üzere ! Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

18 Mart 2014 Salı

Kitap Yorumu / Önerisi: Ölümcül Oyuncaklar 3- Camlar Şehri


"Aşk insanı yalancı yapar."

Herkese, yeniden merhaba ! Mart ayı bitmeden sonunda blog'da yazma fırsatı buldum. Bir şeyler yazmama sebebim, uzaylı bir Daemon bulmuş olmam ya da çapkın Adrian'la karşılaşmış olmam değil ne yazık ki. :D Bu sene de delicesine üniversite sınavına hazırlandığım için kitaplardan uzak durmak istemiştim. Ama egoist hocalarımdan biri benim gibi yerinde duramayan bir kitap kurduna "sınava az kaldı, açın kitap okuyun" deyince kendimi Cassandra'nın büyülü ve etkileyici dünyasında buldum. 
Dönem başından beri Ölümcül Oyuncaklar serisini tekrar okuyorum. Seriyi ilk okuduğumda biraz hızlı ilerlemiştim. Beşinci kitabı -Kayıp Ruhlar Şehri- okumadan önce seriyi baştan sona bir okuyayım dedim. :D İlk iki kitabın detaylı yorumları blog'da mevcut. Ve sıra şimdi, favorim olan Camlar Şehri'nde ! 

Normalde bu kitap, serinin final kitabıydı. Fakat hem yetenekli hem sinir bozucu yazarımız hayal gücünün sınırlarını zorlayarak son anda seriyi 6 kitapla tamamlayacağını duyurdu. Bu benim içim müthiş bir şey. Çünkü bu seriyle evlenebilirim bile !

Kitap, final niyetiyle yazıldığı için oldukça kalın. (Ki bana göre daha bile kalın olabilirdi. Aç gözlülükte sınır tanımam.) Olaylar dolu dolu ve birçok şaşırtıcı şeyler oluyor. Yani bu kitabı okurken cidden hayattan kopuyorsunuz. Belli bir süreden sonra kitabı okumadan duramıyorsunuz. Ya bitecek ya bitecek. Yemeden içmeden kesilebilirsiniz. Bunlar yan etkileri. Ben bile ikinci defa okuduğum halde aynı şeyleri tekrar tekrar yaşadım. İlk okuduğum zamanlardaki tepkilerim yine aynıydı. Aynı sahnede nutkum tutuldu, şaşırdım, yazara sövdüm ve kendi hızımı alamayıp kitabı sabahtan akşama kadar okuyup, bitirdim. Eh, en azından sınavda hızlı okuma yeteneğimi konuştururum. :D (Kendini teselli etme çabaları...)

Bu kitap, serideki favorim. Çünkü bu sefer olaylar New York'un sisli, tehlikeli ve esrarengiz sokaklarında, Brooklyn'da geçmiyor. Gölge Avcı'larının memleketi olarak nitelendirebileceğim yere, Alicante'e merhaba deyin ! Büyük bir koruma altında olan ve doğal güzelliğe sahip olan Alicante, Camlar Şehri'nin gözbebeği. Okurken Alicante'ye gitmiş kadar oldum. Mekandan dolayı bile kitap favorim diyebilirim. Tabii tek neden bu değil. Bu kitapta olaylar dur durak bilmiyor. Yani "şurası çok boş sahne olmuş, burası gereksiz" diyebileceğiniz bir bölüm yok. Cassandra, tombik parmaklarıyla hayal gücünü klavyesiyle konuşturmuş. Bazen kadının beynine gizlice göz atıp, bunları nasıl hayal ediyor diye merak etmeden duramıyorum. :D

"Sanki tanrı yüzüme tükürüyor."

Kitabın konusu, ilk iki kitapla çok bağlantılı. Valentine, önce Ölümcül Kupa'yı daha sonra Ölümcül Kılıcı çalmıştı. Şimdi ise Ölümcül Ayna'nın peşinde. Ayna'yı alabilmesi için ilk önce onun nerede olduğunu bilmesi lazım. Özel bir yer olmalı. Gölge Avcı'larıyla bağlantılı olan bir yer. Bingo! Alicante. Valentine'in yeni planı Alicante'e üzerinedir. Bizimkiler ise yani Jace, Clary, Simon, Luke ve Lightwood'lar Alicante'ye gitmek üzere Magnus Bane'e Kapı açtırırlar. Onların Alicante'ye gitme sebebi bambaşka. Clary, hala uyku modunda olan annesini uyandırmak için Alicante'deki İblis Efendisi Fell'i bulmak zorundadır. Fakat bir sorun vardır. Alicante'ye Aşağı Dünyalılardan kimse giremez. Bu yüzden Sorgucu, Simon'ı ele geçirir. Bir vampirin Alicante'de ne işi vardır değil mi ? Sonrasında Clary ve Jace bir yandan Simon'ı kurtarmaya çalışırken diğer yandan Valentine'ın planlarını engellemek için bir çözüm yolu ararlar.
Kitapta yeni karakterlerle karşılaşıyoruz. İçlerinden biri zaten Valentine'in casusu ve ileride bizimkilerin başına büyük bir düşman olacak. Burada spoileri patlatmak isterdim ama okudukça şok olun ve yazarın zekiliğini bir de siz alkışlayın. :D

Clary Jace'i düşündü ve elinde olmadan, nabzı bir yarış kapısından fırlayan at gibi hızlandı.

Romantik sahneler yok mu ? Elbette, var. Clary ve Jace her ne kadar kardeş olduklarını öğrendiklerinden beri birbirlerinden uzak durmak isteselerde bu çok zor bir irade gerektirir. Ve Clary'e göz koyan biri vardır. Lightwood'ların dostu olan Sebastian'da Clary'le takılmaya başlar. Çok çekici, sempatik ve bilgili biri gibi görünebilir. Aslında ben Sebastian'ı sevdim. Cidden. :D Belli bir imajı var çocuğun. Ama benim aklım Jace'de tabii. Bu kitapta onun iç dünyasını daha iyi görebiliyoruz. Açıkçası bu sahnelerde yazarımız resmen döktürmüş. Okurken bambaşka moddaydım. Jace'i sevmem için bir sürü neden daha verdi. Ve Isabelle'nin Jace için düşündükleri şeyler çok hoşuma gitti. Kanbağı olmadan kardeşlik bu olsa gerek dedim.
Magnus ve Alec çiftine gelirsek... Aralarında kimya gözle görülür bir şekilde ortaya çıkıyor. Magnus'u delicesine sevdiğim için onun adına sevindim. :D
Simon'dan bahsedersek... Hapishanede sürpriz bir isimle karşılaşır. Bunun yanı sıra Isabelle ve Maia -kurt kız- Simon'a göz koymuştur. :D Onların sahnesini okurken baya eğlendim.

"Belki de daha önce sahip olamayacağın bir şeyi istemenin nasıl bir duygu olduğunu hiç tatmamıştın."

Kitapta birçok sürpriz var. Yazar durmadan bombaları patlatmış. Bazıları cidden film izletiyormuş havası verdi. Ve şaşırtıcı bir isimde vardı. Aslında Cehennem Makineleri serisini okumayan biri bu kişiyi fark edemez. Tessa Gray, çok kısa bir şekilde Magnus'la takılırken görüldü. Bunların dışında bir sahne vardı ki... Cidden yazarın kızıl saçlarını yolmak istedim. İlla bir ölüm olmak zorunda mı ? Hemde çok masum bir insanın ? Beni tek sinir eden durum buydu.
Bunların yanı sıra savaş sahnesi öncesinde Clary mükemmel yeteneğini çok güzel bir şekilde kullanıyor. Açıkçası kıskandım. :D Yeni mühürler yaratıp, Gölge Avcıları içinde ünlü olmak... müthiş bir şey olsa gerek.

"Bunu yapmayacağım. Elbette yapmayacaksın",dedi Jace "çünkü bana işkence etmek için yaşıyorsun değil mi ?"

Kitabın sonu, mutlu son olarak bitti. Ama yazarımız daha her şey yeni başlıyor sinyallerini vermiş. Bende merakla seriyi okumaya devam edeceğim. Sınavı atlatır atlatmaz Düşmüş Melekler Şehri'ni kucaklamak istiyorum. Ve her ne kadar Camlar Şehri baya kalın bir kitap olsada bir haftada bitirdim. Bu kadar sıkışık bir dönemde hızlı bir şekilde okumam beni mutlu etti. Kafam cidden dağıldı. Eh, Will Herondale depresyonunu az biraz atlattım.
Fakat bir sorun var. Bunu söyleyemeden edemeyeceğim. Cassandra'yı okuduktan sonra başka bir kitap okuyasım gelmiyor. Habire kitaplarını elime alıp, tekrar tekrar okuyasım geliyor. Bu sadece bende mi oluyor bilmiyorum ama bu yazarın aslında ne kadar zevkli, akıcı ve müthiş yazdığının bir göstergesi.
Kitapla ilgili diyecek çoook şeyim var ama spoiler olur diye burada kesiyorum. Sonraki kitaplarda görüşmek üzere. Spoiler isteyen ya da aklına bir soru takılan varsa sol taraftaki "not" bölümünden bana ulaşabilirler.

Hatırladığınızda size acı veren her şeyi silemezdiniz.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane