Pages

31 Ocak 2014 Cuma

Film Önerisi : White House Down - Beyaz Saray Düştü


Channing Tatum'a daha ne kadar aşık olabilirim ki ? İzlediğim her filminin ardından adama daha da hayran olmaya başladım. Ama bu filmi... Diğerlerini ezdi, geçti diyebilirim. Resmen Tatum, işte ben buyum demiş. 

Channing Tatum, kesinlikle favorilerimden biri. Step Up'da izledikten sonra yakasını bırakmadım zaten. :D Diğer aktörlerden çok farklı geliyor bana. Kendi halinde ama büyük işler yapıyor. Ve evli olduğunu öğrendiğimde baya sinirlenmiştim. (Sanki adam benle evlenecek de öyle triplerdeyim.) Ama sonra eşinin, Step Up'daki partneri olduğunu öğrendiğimde baya mutlu oldum. :D Sanırım desteklediğim nadir çiftlerden biri. Evet, neyse. Bu kadar Channing'in özel hayatını yazdığım yeter. Hemen filmden söz etmek istiyorum.

Film vizyona girdiği zaman pek ilgimi çekmemişti. Siyasetle iç içe bir film. Ve ben ne siyasetten anlarım ne de siyaset ilgimi çeker. O yüzden filmden uzak durmuştum ama geçen gün fragmanını gördüm. Channing'i aksiyonun içinde görünce "bu filmi bu gece izlemeliyim" dedim ve tatilimde uyguladığım film gecesinde filmi izledim ! 

Filmin kadrosuna bayıldım ! Channing dışında, Horrible Bosses'dan Jamie Foxx (bu aralar favorilerimden), Batman - Kara Şovalye'den Maggie Gyllenhaal (bu kadına kesinlikle bayılıyorum), Fringe dizisinden Ajan Broyles olarak tanıdığım ve aynı zamanda Lost'ta da yer alan Lance Reddick (adamın ses tonu yeter) ve son olarak White Collar'dan tanıdık gelen Jason Clarke filmde yer alan isimlerden birkaçı. Bu isimleri bir arada görmek beni nasıl mutlu etti anlatamam. Sırf bu ekip için bile film favorim olur.

Filmin kurgusuna gelirsek... John Cale (C.Tatum) polis kuvvetlerinde görevli bir babadır. Mesleğinden dolayı kızı Emily Cale de siyasete ve ABD Başkanı'na merak duymaktadır. John, Başkan James Sawyer'ı korumak için Gizli Servis Görevi'ne başvurmak üzere kızıyla beraber Beyaz Saray'a giderler. O günde Beyaz Saray, ziyaretçilere açılmıştır. Çünkü Başkan'ın Yemin Töreni vardır. John, reddedilen iş görüşmesi sonrası kızıyla beraber  Beyaz Saray turuna katılır. Tam o sırada ağır ve güçlü silahları olan, orduya bağlı olmayan eğitimli askerler tarafından Beyaz Saray ele geçirilir. Tahmin edebileceğiniz gibi kısa sürede kaos ortamı oluşur ve John kızını kaybeder. Küçük kız Emily, bir yandan saklanırken diğer yandan olayları telefonuna kaydetmeye çalışır. John ise kızını ararken şans eseri Başkan Sawyer ile karşılaşır. Başkan savunmasızdır ve en güvendiği adamı tarafından tutsak alınmıştır. Ve bilin bakalım John n'apar ? Tüm yeteneğini ortaya koyar ve Başkan Sawyer ile Beyaz Saray'da büyük bir kovalamacaya başlarlar.

"Kalem kılıçtan keskindir."

Bu teröristlerle iş birliği yapan adamı öğrenince şaşıracaksınız. Aslında bir değil iki adam birden Başkan Sawyer'in arkasından işler çeviriyormuş. :D Ben ki siyasetten anlamayan insan bu filmde resmen olayları hayranlıkla izledim. Bilmediğim ne çok şey varmış. Cidden çok ama çok etkileyici bir kurgusu vardı. Bir de olaylar arasındaki bağlantıyı çok sevdim. Eksik bir parça yok filmde. Her şey zincirleme gibiydi. Filmin ilk 20 dakikasından sonra aksiyon hiç durmuyor diyebilirim. İzlerken yerime çakıldım resmen. Ve göz kırpdatmıyor film. Olaylar o kadar heyecanlı ve gizemli ilerliyor ki... Channing'in canlandırdığı karakter hem yetenekli, hem zeki hemde oldukça cesaretli. Onu dövüşürken ve ordan oraya uçarken izlemek müthişti. :D Adama bu filmde aşık olmamak imkansız ! Jamie ile süper ikili olmuşlar...

Filmde sadece aksiyon ve gizem yoktu. Yerine göre çok güzel espriler ve komik sahneler koymuşlar. Özellikle birkaç sahnede baya güldüm ve etkilendim. :D Hem senaristler hem yönemen hemde oyuncular müthiş bir iş çıkarmış. Film favorilerime girdi. Artık sıkıldıkça izlerim. Resmen aksiyona doydum !

Görsel efektler zaten bitirdi beni. Açıkçası filmin setinde olmak isterdim. Çünkü Beyaz Saray'ı kusursuz bir şekilde beyazperdeye yansıtmak... cidden yetenek ister. Tabii sonra kamera arkasını izleyince olayı çaktım. Benim gibi her defasında mavi-yeşil perdelere aldanmayın! :D 

Son olarak diyebileceğim tek şey var ; aksiyon severler filmi izlesin. 2013'ün en iyilerinden biriymiş de ben geç keşfetmişim...

Sevgiler, öpücükler : Jane

27 Ocak 2014 Pazartesi

Kitap Yorumu : Mekanik Prenses - Final Kitap !


Sanırım en zorlanarak yazdığım yazılardan biri olacak. Ve oldukça uzun olabilir. Çünkü en sevdiğim serinin final kitabını okudum. Bitti. Will Herondale bitti. Cehennem Makineleri serisi bitti. Benim dünyam da bitti. Cassandra, seni öldürmek istiyorum !!!

Ben bir kül yığınıydım ama beni kıvılcımlandırıp ateşe dönüştürdün.

Şimdi yazacaklarım kesinlikle abartı değil. Tüm içtenliğimle yazıyorum ; gelmiş geçmiş en sürükleyici ve en şaşırtmalı kitap buydu. Okurken yine kahkaha attım, ağzım açık okudum, öfkelendim, endişelendim, hüzünlendim, mutlu oldum ve sonunda salya sümük ağladım. Yazara söylendiğimi belirtmem gerekmiyor herhalde ? Tamam, yazabilecek en en en iyi finali yazmış. Ama kalbimi ikiye bölüp, kesip, ateşlere verdi. Kalp denen bi şey yok şuan bende. Cidden.
Normalde yazarların serileri uzatmamasını isterim.Ama Cassandra uzatsın, lütfen ! 3 kitap ile Cehennem Makineleri bitti. Dolu dolu, tutkulu ve tatmin edici. Söylenecek pek söz yok aslında. Yazar kalemini konuşturmuş adeta. Hayal gücüne hem aşık oldum hemde hayal dünyasını kıskandım. Bu kadar mükemmel kurgulamamalı, yazmamalı !

Hazır kendimi toparlamışken kitabın içeriğinden bahsedeyim. Çok fazla detay ve spoiler vermemeye çalışacağım. Çünkü sürprizlerle dolu bir kitap. Heyecanınız kaçsın istemem....
Bir önceki kitapta Will, üzerindeki lanet kalkınca aşkını ilan etmek üzere Tessa'nın yanına gitmişti ama artık çok geçti. Parabataisi Jem ile nişanlandıklarını öğrenmişti. Ve araları açılmıştı. Bu da yetmiyormuş gibi Will'in kardeşi Cecily, Enstitü'ye Gölge Avcısı olmak için gelmişti. Ve kitap heyecan verici bir şekilde burada bitmişti.
Mekanik Prenses'de ise kitap, Tessa'nın gelinlik provasıyla başlıyor. Tam o sırada Benedict Lightwood'un küçük oğlu Gabriel geliyor ve babasının tuhaf bir yaratık olduğundan bahsediyor. Hatırlamayanlar için ; Mekanik Prens'de Benedict, iblis çiçeği hastalığına yakalanmıştı. Hatta bu hastalığa kimse inanmıyorken Will bunun hakkında şarkılar bile söylemişti. :D Evet, her neyse... Tessa, Jem, Will, Cecily ve Lightwood kardeşler hemen Lightwood Malikanesi'ne giderler. Olaylar karışıktır. Will bir yandan savaşırken diğer yandan kız kardeşi Cecily'i göz önünde tutmaya çalışır. Bu sahnelerde hem Gabriel'i hemde Gideon'u daha çok sever oldum. Hatta kitabı okurken genel olarak bu iki kardeşe daha da ısındım diyebilirim. Önceki kitapta oldukları gibi düşman değiller. Zaten babalarının dolduruşlarına gelmişlerdi.
Sonrasında tekrardan Enstitü'ye geri dönerler. Çünkü Jem'in durumu kötüleşmektedir. İlacını fazla kullandığı için yin fen'i kalmamıştır. Will, yin fen almak için her zaman gittiği dükkanlara uğrar ama birileri tüm yin fen'leri toplamıştır ! Mortmain'den başkası olamaz. Bir an önce ilacı bulmaları gerekir çünkü Jem'in durumu ciddileşir. Magnus Bane'e giderler. Fakat bir sonuç çıkmaz. Yine de Will ve Tessa bu konuyu deşmeye başlarlar.
Bir yandan da Konsolos Wayland, Charlotte'yi Enstitü'den aldırmak için onun aleyhine karşı kanıtlar aramaktadır. Habire görüşmeler yapar. Tam bu sırada Enstitü'yü Mortmain'nin ordusu Makineler basar. Bu savaşın ilk sinyalidir. Ve cidden işler fena halde karışır. Bundan sonrasından bahsedersem kitabı okumanızın bir anlamı kalmaz. Olaylar birbirine çok bağlantılı. O yüzden kitabı hiç soluk almadan okumak istiyorsunuz. Ki şükürler olsun tatilde olduğum için üç günde kitabı silip, süpürdüm. Adeta yedim.
Kitabın anlatış biçimine değinmek gerekirse, yazarımız, her kitapta olduğu gibi bu kitapta da herkesin gözünden olayları farklı boyutlarıyla anlatmış. Bir yandan Enstitü'deki olayları yansıtırken diğer yandan Tessa'nın kendini kurtması, Will'in yoldaki maceraları ve Lightwood kardeşlerin yaptıkları anlatılmaktaydı. Böyle olmasına çok sevindim çünkü hemen herkesin ne yaptığını aynı anda öğrenebiliyorsunuz. Yani yazar gizli saklı bir şey bırakmamış.

... kendim yapamayacağım bir şeyi benim için yapmana ihtiyacım var.  Gözlerim yokken gözlerim olmana. Ellerimi kullanamazken ellerim olmana. Benimki atmayı bıraktıktan sonra, kalbim olmana.

Ben asıl karakterlerden bahsetmek istiyorum. Kitapta belli başlı karakterler vardı ve yazar her karakterin düşüncelerini, bakış açılarını kitaba öyle güzel yansıtmış ki hepsini daha yakından tanıdım ve daha çok sevdim diyebilirim. Mesela önceki kitaplarda Gabriel Lightwood'dan nefret eden ben, bu kitapta o kadar çok sevdim ki... Resmen yazar sizi ters köşeye yatırıyor, etkileyici kelimeleriyle. Bir de sürprizler aşklar vardı. :D Aslında burada delicesine anlatmak isterdim ama spoiler vermek istemiyorum cidden. Tek diyebileceğim Gabriel ve Gideon Lightwood kardeşler çok fena ! Enstitü'ye bir geldiler bekar kızları kaptılar. Onları okurken çok eğlendim. Lightwood'lar bir harika !
Enstitü'nün lideri Charlotte ise bu kitapta daha ön plandaydı çünkü oradaki konumu tehlikedeydi. Çocukları gibi gördüğü Will ve Jem'in sorunlarıyla ilgilenirken Lightwood kardeşleri güvence altına aldı. Çatlak ve dahi kocası Henry ile ilgilendi... Ah, Henry demişken, bunu söylemezsem çatlayacağım. :D Ölümcül Oyuncaklar serisindeki Portal'ı -Geçit- kim yapmış bilin bakalım ? Çatlak görünümlü olsa da bir dahi olan Henry tasarlamış ve tatlı büyücümüz Magnus Bane ile beraber gerçeğe dönüştürmüşler. Zaten Portal sayesinde Mourmain'in savaşına katılıyorlar. Gerçekten büyük bir icat ! Ve Magnus Bane demişken... Onu Ölümcül Oyuncaklar serisinde de çok seviyordum ama bu seride o kadar çok sempatik ve sevilesi geldi ki... Magnus'a daha çok saygı duyar oldum. Farkında değiller ama Will'le dost oldular. Magnus Bane... Adamım ya. Ve son olarak Will'in kız kardeşi Cecily'den bahsetmek istiyorum. Kendileri resmen Will'in kız versiyonu diyebilirim. Hem dış görünüş olarak hemde davranışları bakımından. İnatçı, kendinden emin, yerinde duramayan ve oldukça zeki. Kitapta, herkesi gözlemleyip yorumlarda bulundu. Ve birçok şeyi kendisi keşfetti. (Tessa ve Will'in arasındaki bağı.)

Hayat bir kitaptır ve henüz okumadığım yüzlerce sayfa var. Ölmeden önce, okuyabildiğim kadarını seninle okumak istiyorum...

Will, Tessa ve Jem üçlüsünden bahsetmeye korkar oldum. Onları her düşündüğümde kitabın sonu aklıma geliyor ve istem dışı gözlerim doluyor. Yalan söylemeyeceğim, özellikle son bölümü okurken salya sümük -cidden- ağladım. Hele bir paragraf var ki... İlk okuduğumda göz yaşları yüzümü yıkadı resmen. Bir daha okuyayım dedim -kendime işkence etmek için- ama okuyamadım. Göz yaşlarım resmen kelimeleri bulanık gösterdi ve o paragrafı yasaklı bölge olarak işaretledim. Orayı okumaya ne zaman cesaret ederim bilmiyorum. Yazar beni mahvetti. Resmen azrailim oldu. O kadar içten betimlemeler yapmış ki... Belki de bu yüzden karakterler ve kurgu beni gerçekmiş gibi etkiledi.

Kelimelerin bizi değiştirme gücünün olduğunu söylemiştin. Senin kelimelerin beni değiştirdi Tess. Kelimelerin, beni aksi takdirde olacağımdan daha iyi bir adama dönüştürdüler. 

Bu kitapta yazar kendini cidden aşmış. Will ve Jem'in dostluğu, kardeşliği ve Tessa'nın ikisi arasında kalışı... Serinin başından beri bu aşk üçgenine gıcık olamıyorum, öfkelenemiyorum. Çünkü üç karakteri de çok seviyorum. Will önceliğim ama Jem'i de bir kenara atamıyorum. Belki hastalığı yüzünden belki de saf iyiliği yüzünden. Tessa'ya hiç kızamıyorum. İki müthiş erkek bulmuş, kız nasıl seçim yapsın ? Will ise kardeşim dediği insanın sevdiği kıza tutulmuş... Yazar resmen oturup, düşünmüş "Acaba okurları nasıl çıldırtsam diye..." Ve bu yüzden kitabın sonu beni yerle bir etti. Aslında yazar iki tarafıda memnun etmeye çalışmış. Hem Will hemde Jem yönünden. Finalden memnun kaldım ama bir şey yapmış ki... Resmen göz yaşlarımın ayarını bozdu. Sulu göz oldum onun yüzünden. Ne zaman o paragraf aklıma gelse gözlerimi pörtledip, "Ağlama Jane" diye kendimi teselli ediyorum. Eminim bir ölümün olduğunu farketmişsinizdir. Yoksa niye bu kadar ağlayayım di mi ? :D Kimin öldüğünü ise okuyunca öğrenin. Tek diyebileceğim, yazılabilecek en anlamlı finaldi.

Ki yazar her şeyi düşünmüş. Her şeyi. Kitapta eksik bir parça bulamıyorsunuz. Puzzle gibi her şey birbirine bağlı. O yüzden kitabı ya tatilde ya da çok sakin bir zamanınızda okuyun. Ben üç günümü sırf kitaba verdim diyebilirim. Yemek ve uyku dışında kitapla beraberdim. Üç günüm resmen Enstitü'de, Will'le, diğerleriyle beraber geçti. Ve tahmin edebileceğiniz gibi kitap bitince kendimi kovulmuş gibi hissettim. En acı verici olan ne biliyor musunuz ? Kitap sizi üç gün sihirli bir dünyanın içine çekiyor. Sonra birden tekmeyi basıyor ve yine sıkıcı gerçek hayata geri dönüp, çözülmesi gereken matematik testlerin başına geçiyorsunuz. Will'den matematiğe... Neyse, bir şey demiyorum. :D

... Katlanılmaz olana katlanıyorsun ve bu yükü taşıyorsun. O kadar. 

Sevdiğiniz ve sizi hayattan koparan seriler, karakterler bitince neler hissediyorsanız bende şuan onları hissediyorum. Terk edilmiş gibi... Okuduğum serilerin nedense hiç biteceğini düşünmem ve bitince de kocaman bir boşlukta buluyorum kendimi. Eh, Will fena koydu bana. Onu çok ayrı seviyordum. Onun şakalarına, şarkılarına, aşk dolu sözlerine, klasiklerden bahsedip alıntı yapmasına, kendisini övmesine, sarhoş taklidi yapmasına, içindeki kırılgan Will'i göstermemeye çalışmasına ve laf sokma çabalarına kadar her şeyini çok ayrı seviyordum. Ve şimdiden bu özelliklerini özlüyorum. Sağol Cassandra, cidden sağol !

Cehennem Makineleri bitti ama yazar sanki son cümlelerinde bir sürpriz yapacağını belli etmiş. Bu sürprizi Ölümcül Oyuncaklar serisinin devam eden kitabında göreceğiz. Tahminim var ama bakalım... Ve şunu belirteyim ; her ne kadar Cassandra'nın ilk, Ölümcül Oyuncaklar serisini okuyup çok sevsem de Cehennem Makineleri şuan tüm serilerimi ezdi, geçti. Yani şuanki favori serim kesinlikle C. Makineleri.

Her kalbin kendi melodisi vardır. 

Gerçek hayattan kopmak, eğlenceli ve romantik karakterler okumak, şaşırtmalı bir kurguya gömülmek istiyorsanız bu seriyi okuyun. Hemde hemen ! Pişman olmayacağınıza garanti ediyorum. Cassandra Clare'in hayal gücüne tutulmamak imkansız.

Sevgiler, öpücükler : Jane

Not: Bu seride İki Şehrin Hikayesi ve Büyük Umutlar'dan baya bahsedildi. Ki Will'in sevdiği klasikler bunlar. En kısa zamanda okuyacağım. Will Herondale okuyorsa, bir bildiği vardır değil mi?

24 Ocak 2014 Cuma

Tatil Aşkına ! : Filmlere Gömülme Zamanı


2014'ün ilk film önerisi yazısından herkese merhaba !  
Şuan hem tatildeyim hemde tatilde değilim gibi bir şeyim. Üniversiteye hazırlananlar için hazirana kadar tatil yok aslında. :D Ama yinede film izlememi engelleyecek bir şey olamaz. Ki cuma en sevdiğim gündür. (Çoğu kişi gibi) Şanslı ben, bu cuma evdeyim. Makyajsız, rahat kıyafetlerle, dağnık topuzumla mutlu mesutum. Arada kitap okuyorum, ders çalışıyorum, izlenmesi gereken dizileri izliyorum ve filmleri izlemek için zaman ayarlıyorum. :D Aşağıda önerdiğim filmleri daha önce izledim ama sizde izleyin. Yenileri çok yakında gelecek. Mutlu, huzurlu, bol; kitaplı, müzikli,filmli bir tatil diliyorum hepinize ! 

The Perks of Being a Wallflower - Saksı Olmanın Faydaları : (Dram, Romantik) Filmi ilk çıktığı zamanlar izlemiştim. Emma Watson, Logan Lerman ve Lily Collins kadroda olduğu için ilgimi çekmişti. Aslında çok anlamlı bir filmdi. Klasik Amerikan gençliği... Filmdeki bazı sahneler çok hoşuma gitti. Kısa bir süreliğine hayattan kopmak istiyorsanız, izleyin derim. Soundtrack'ına mutlaka göz atın !

Now You See Me - Sihirbazlar Çetesi : (Gerilim, Gizem, Suç) Eğlenceli ve bir o kadar gizemli sihirbazlar düşünün... Ve bunların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan müthiş perfomansı hayal edin. Film, 2013'e damgasını vurmuştu. Bende Jesse Eisenburg'un da kadroda olduğunu öğrenince hemen izledim. Büyüleyici ve etkileyici bir filmdi. Suçluları ve aldatıcı performanslarını izlemeyi cidden seviyorum. :D

Aşkta Yükseliş : (Dram, Romantik, Aksiyon) Bir İspanyol filmi. Değişik ve etkileyici bir aşk hikayesi anlatılıyor. Tatlı Bela kitabıyla benzer bir konusu var. Film uzun olmasına rağmen hiç sıkılmadan izledim ve gerçekleşmesini dilediğim sahneler oldu. :D Şahsen baş karakterdeki erkeğin cesaretine hayran kaldım. Aşk dolu bir film izlemek isteyenler için öneririm !

L.O.L : (Dram, Komedi, Romantik) Yine klasik bir Amerikan gençliğini anlatan bir film. Konusu cidden basit. Film de çok uzun değil ama oyuncular, bazı sahneler ve diyaloglar çok hoşuma gitti. Nedense bu filmi aşırı sevdim. Habire oturup, izleyesim geliyor. Miley Cyrus başrolde ve oyunculuğu çok iyiydi. Bu filmden sonra Douglas Booth hayranı oldum. Biri o çocuğu bana getirsin ! :D Filmin soundtrack'ına göz atın derim.

İnanılmaz Örümcek Adam : (Aksiyon, Fantastik, Macera,) Arada fantastik izleme aşkım debreşiyor. O dönemlerin birinde İnanılmaz Örümcek Adam'ı izledim. Hemde baya geç izledim çünkü eski versiyonundan daha iyi olucağını düşünmüyordum. Fena yanılmışım. Andrew, çok iyi Spiderman olmuş. Emma Stone zaten filme acaip yakışmış. Hayran kalarak izledim filmi. Müthiş ya. Diğer filmleri için sabırsızlanıyorum ve sinemada yatıya bile kalabilirim. :D

"Sırların bedeli vardır. Bedava değiller."

Tarzan (1999) :  Animasyon bir film ile yine buradayım ! Animasyonlar vazgeçilmezim. Geçenlerde ikizle Tarzan'ı izledik. Yeni versiyonu izlemeden önce zaten eskisini kesinkes izleyecektim. O yüzden Tarzan'ı izlemem çok iyi oldu. Bayıldım ! Bir animasyon da kötü olsun, imkansız ! Mutlaka izleyin, hiçbir şey kaçırmayacaksınız.

Mr. Nobody - Bay Hiçkimse : (Dram, Romantik, Fantastik) Çok ilginç ve ağır bir konusu olan filmdi. Felsefe hocamın ısrarıyla izledim. :D Adam resmen filme aşık olmuş, habire izleyin diyordu. Bende bir film delisi olarak izledim elbette. Film yaklaşık 3 saat sürüyor. Bir çok ülkenin yapımcılarından oluşmuş kapsamlı bir film. Konusundan bahsedeyim diyeceğim ama karmakarışık hale getiririm. İnternetten bir araştırın derim. Ama  farklı boyutlara ve paralel evren olayına inanıyorsanız kesin izleyin derim. O yüzden filmi çok beğendim ve baya etkiledi beni.

"Seçim yapmadığın sürece, kalan olasılıkların hepsi mümkündür."

Starstruck - Yıldızla Randevu : (Komedi, Müzikal) Bir Disney filminin kötü olma ihtimali çok az. Ki bu onlardan biri değil. En iyisi ! Sterling Knight ve Danielle Campbell ( The Originals - Davina) ikilisine bayıldım ! Filmi çok eğlenerek izledim ve cidden bitmesin istedim. Filmin soundtrack'ına mutlaka ama mutlaka bakın. Ben bağımlısı oldum. 

Remember Me - Beni Unutma (2010) :  (Romantik, Dram) Robert Pattinson yüzünden salya sümük ağladığım bir filmdi. Aslında başlarında çok eğlendim, güldüm, eridim... Pattinson çekiciliği diye bir şey var. Fakat sonlara doğru yerle bir etti beni. Hem anlamlı hem romantik hemde sonlara doğru hüzünlü bir filmdi. Artık filmi izlemeye korkar oldum. 

Zathura - Bir Uzay Macerası : (Aksiyon, Macera, Komedi) Kristen Stewart sağolsun müthiş bir film izledim. 2005 yapımı olmasına rağmen çok etkileyici bir uzay filmiydi. İzlerken hiç sıkılmadım. Heyecanlı ve eğlenceli yerler çokça vardı. Oturun, izleyin. Zathura oyunundan bende istiyorum !

Tatilde bol bol film izlememiz dileği ile ;

Sevgiler, öpücükler : Jane

22 Ocak 2014 Çarşamba

Kitap Yorumu : S.S. Atıcı - Av


Aşkın zamanı yoktu. Ne zaman geleceğinin belli olmadığı gibi düşeceği kalbi de iyi seçemiyordu. Aşk, zaman kavramını yitirmiş, doğru ve yanlış arasındaki o sınırı çizmeyi bilmeyen pervasız bir melekti.

Size, Rick Adrian'ı (soyadına kalp) takdim etmekle onur duyarım. Kendileri Delf bozkırlarındaki en güçlü, en sadık, en çekici ve en asi askerdir. İri yapılı, mavinin en güzel tonuna sahip gözleri ve can alıcı gür saçları... Rick Adrian'a tutulmaya hazır olun. Yeni birini keşfettim ve e-kitap okuma alışkanlığım gelişti. Hadi bakalım, başlıyoruz !

Bundan birkaç sene önce ikizim, Facebook'tan bir hikaye keşfetmiş. Okuyup, bana anlattı. Ama benim ne yazık ki internet üzerinden okuma gibi bir alışkanlığım yoktu. Okuyacağım şeyler elimin içinde olmalı. Sayfalarını karıştırıp, sinirlendiğimde fırlatmalıyım. :D Neyse, tabii artık onun baskısı sayesinde (tatlı bir baskı) e-kitabı indirdim ve okumaya başladım. Okumaya başlamadan önce de yazar hakkında elbette birkaç araştırma yaptım. Kendisi Türk. Selvi Atıcı. Hikayelerini yayınladığı bir Facebook sayfası var. Ama adını falan bilmesem hikayelerinin yazarının bir yabancı olduğunu düşünürdüm. Çünkü gerçekten hem akıcı hemde farklı bir hava katarak hikayeler yazıyor. Normalde Türk yazar okuyan biri değilim. Ama S.S. Atıcı hikayelerini artık okuyabilirim. Müthiş yazıyor. Ve ne yazık ki onu keşfeden bir yayınevi yok ! Umarım en kısa zamanda o etkileyici hikayelerini bir kitap halinde görürüz. Şahsen bu okuduğum hikayeyi (ya da kitabı demeliyim, sonuçta e-kitap halinde) kitaplığımda görmek isterim.

Aşk affetmiyordu, terk etmiyordu ve yiyip bitiriyordu. Ve senin elinden hiçbir şey gelmiyordu.


Ve Av'a gelirsek... Müthiş kurguya hazır olun derim. Okuduğum Tarihi Aşk romanlarından farklıydı. Daha çok karanlık yönleri olan bir hikaye. Ve bu yönünü çok sevdim. 
Lilian, Delf bozkırlarında mutlu bir ailesi ile beraber yaşayan, kendi halinde ve çok güzel bir genç kızdır. 15 yaşındayken yanlış zamanda kötü bir adamla yaşamaması gereken bir aşkı (?) yaşar ve masumluğunu kaybeder. O günden sonra erkeklerle ilgilenmemeye başlar. Ve kendini şifacılığa verir. Aradan yıllar geçer, Lilian giderek güzelleşmektedir. Fakat Delf bozkırları zor durumda kaldığı için güçlü bir lider olan Iron ile bir antlaşma yaparlar. Delf'in topraklarını koruma karşılığında Iron, dillerden düşmeyen güzeller güzeli Lilian ile evlenmek ister. Fakat Lilian bunu kabul edemez. Masumluğunu kaybettiği için o artık evlenemez, bir aile kuramaz. Ona her şey yasaktır. Iron'ı tüm halkın önünde küçük düşürdüğü için ölüm cezası alır.
Bunu hakkettiğini düşünen Lilian, ölüm anını bekler ama bir şekilde kaçmayı başarır ! 
Bu durum karşısında Iron resmen deliye döner. Ve en güvendiği askerine, Rick'e bir görev verir. Lilian ya bulunacak ya bulunacak ! Başka yolu yok. Rick ise kadınları sadece yatakta kullanan ve bu görevi zaman kaybı gören bir adamdır. Yine de liderine karşı çıkmaz ve Lililan'ı bulmak için uzun bir yola çıkar.

"Hiç kimseye kur yapmadım."
"Evli misin ?"
"Hayır."
"Erkeklerden mi hoşlanıyorsun ?"
"Aman Tanrım! Senin dilin neler söylüyor öyle. Tabii ki hayır!" 

Bundan sonrası hem heyecan verici hem romantik sahnelerle hemde can atıcı diyaloglarla dolu. Rick'i asi, kaba ve güçlü biri olarak tanıyoruz ama Lilian sayesinde içindeki aşık olmayı bekleyen yumuşak kalpli adamı görüyoruz. Yazarın bu konudaki yansımaları çok iyiydi. Bir karakterin değişim süreci bu kadar mı güzel anlatılır ? Bayıldım ! Özellikle betimlemelere hayran kaldım. Bu konuda yazarı tebrik ederim, betimleme konusunda şahane. Bazı yerleri tekrar tekrar okudum. Çok hoşuma gitti. :D
Çok heyecanlandığım yerlerde oldu. Hikayenin isminin neden Av olduğunu okuyunca anlayacaksınız. O konuda spoiler vermeyeyim. O sahneler zaten müthiş düşünülmüş. Tam burada bitecek derken bambaşka bir kurgu ortaya çıkıyor. Ve "oh be, devam ediyor" diyeceksiniz. :D 

"...Sen anlat ve benim aklım senin güzelliğinden başka bir yere kaysın."

Ben çok severek, zevk alarak ve heyecanlanarak okudum. Zaten çok basit bir dili var, anlatılanları hayal etmesi hem kolay hemde heyecan verici. Güzel bir deneyimdi benim için. Her ne kadar e-kitap okumak gözlerimi mahvetse de hikayenin buna değdiğini düşünüyorum. Ve elbette bir süre geçtikten sonra yazarın diğer hikayelerine de göz atacağım.

"Tek bir dokunuşunla yerle bir oluyorum Lilian." Başını iki yana salladı. "Bir de bana yenilmez savaşçı diyorlar." 

Şimdi, bu hikayeyi okumak isteyenler için yardımcı olayım ; Facebook sayfasından ya da e-kitap olarak indirip okuyabilirsiniz. Zaten çok uzun bir şey değil. 225 sayfa ve dolu dolu. Yarıyıl tatilinizi ya da bir haftasonunuzu bu hikayele ile geçirebilirsiniz. Rick Adrian'ı tanımalı ve okumalısınız. Ben okurken habire ahh ahh'lar çektim. Bir de şansıma, hikayeyi okumadan önce numune gelen parfümleri kokluyordum. İçlerinden biri erkek parfümüymüş ve odam o kokuyla doldu. Hikayeyi okurken bir yandan o kokuyu çekip bir yandan Rick'i okumak... Ateş ve Barut diyeyim siz anlayın. :D Bu işkence hem tatlı hemde fenaydı. O yüzden diyorum ki bu yazarı ve Rick'i keşfedin ! 

Sevgiler, öpücükler ; Jane 

18 Ocak 2014 Cumartesi

Jane'den Bir Haftasonu Sohbeti : Kendi Terapinizi Kendiniz Oluşturun

Merhabalar !

Az önce bir günlük defterinin daha sonuna geldim. Defteri, diğer günlüklerin yanına koyarken bir baktım ki bir sürü defterim olmuş. Hepsinin içi yamuk yazılarımla dolu. (Şükürler olsun ki blog'da el yazımı kullanmıyorum.) Bir gelenek haline gelmiş olan, eski günlükleri karıştırma zamanı olarak yatağın üzerine hepsini koydum. Lise yıllarımdaki günlüklere şöyle bir göz attım. Resmen kendimden soğdum. :D Günlük tutmak iyi bir şey mi kötü bir şey mi henüz anlamış değilim. Daha hayatın gırgır şamatasındayım. Belki şöyle 30'lu yaşlarıma geldiğim zaman günlüklerimin değeri artacak. Deneyimlerinizi, yaşadıklarınızı, gizli saklı duygularınızı kağıtlara yazmak... gelecekteki benliğinize inanılmaz bir miras olacak.

Her zaman insanların deneyimlerine hem merakım hemde saygım vardır. Bu yüzden günlüklere aşırı merakım var. Şuana kadar bi PuCCa'nınkileri okudum. Ama her fırsatta yayınlanan günlükleri okumak istiyorum. İnsanın neler yaşadığı o kadar ilgi çekici ki... Her insan bambaşka şeyler yaşıyor. Bazen ortak yaşadığınız şeylerde oluyor. 
Ve bunları kayıt altına almak cidden cesaret verici bir şey. Günlük yazıp, onları saklamak ise bambaşka bir olay. Tumblr'da hep "Günlüğümden bile gizlediğim şeyler var." ya da "Günlüğüm okunsa mahvolurum." gibisinden yorumlar görüyorum. Haklılar yani... En açık, en doğal, en içten olduğunuz yerdir günlükler.

Ben kendimi bildim bileli günlük tutuyorum, yazıyorum. Elbette bazılarını ya kaybettim ya da okunmayacak bir hale getirip sinirden çöpe attım. Hiç unutmuyorum, 7.sınıfta tuttuğum günlüğün sayfalarını guaj boyalarıyla linç etmiş, ateşe vermiştim. Sanki devlet sırrı var içinde! :D Tabii böyle yapma sebebim ise küçük yaşlarda tuttuğum günlüğün babamın eline geçmesiydi. Hani sadece sizin bildiğiniz bir sırrınız vardır. Bir günlüğe yazmışsınızdır o kadar. Kimse bilmiyordur. İşte o "sırrımı" babamın ağzından duyunca tüm günlüklerimi okuldaki kağıt atık kutusuna atmıştım. Kimse karıştırmasın, direk öğütücüden geçsin diye. Ve umarım cidden birilerinin eline geçmemiştir !

Neyse, günlük tuttuğumdan bahsediyordum. Yazmayı zaten çok sevdiğim için günlük tutmak benim için büyük bir hobi. O kadar alışmışım ki bir gün yazmasam sanki yaşadığım o günü unutuyormuşum gibi hissediyorum. Her fırsatta yazıyorum. Bazen minik kağıtlara, bazen özel tuttuğum defterlere... Bir de şöyle bir huyum var günlükte açık açık isim vermiyorum. Herkesin bir takma adı var. :D O kişiler takma isimlerini okusalar kesin beni taşlarlar. Ama öyle yazmak daha eğlenceli. Sadece senin bildiğin bir oyunu oynuyormuşsun gibi oluyor. Ve özgürce, içimden geldiği gibi yazıyorum. Elbette bazı minik şeyleri günlüğüme yazmıyorum. Her ne kadar kişisel olsa da günlüklerini karıştırmak için fırsat kollayan minik bir kardeşiniz olabilir. Ya da ileride büyüyüp, afacan bir yeğeniniz olabilir. Önlem almak lazım.

Ama genel olarak benim her şeyimi günlüklerimden öğrenebilirsiniz. Motora bağlanmış gibi yazıyorum. Yazmak, artık benim bir terapim olmuş. Anlatmaya çekindiğim, anlatmak istemediğim ya da anlatsam da karşımdaki insanın anlamayacağını düşündüğüm şeyleri yazıyorum. İçimde kalırsa daha kötü. Hepsini yazıya döküyorum ve benden hafifi kimse olmuyor. Öyle bir rahatlıyorum ki... Zaten çok konuşmayı seven biri değilimdir. Her zaman dinleyici tarafı olmuşumdur. Karşımdaki anlatsın, ben dinleyeyim. Ama bana "ee sende ne var ne yok" demesin. Anlatamam. Bir kıtlık gelir. Ki ben içtenlikle anlatamam da. Bir an önce konuşma bitsin diye kelimeleri arka arkaya sıralarım ve bir süre sonra kekelerim. "Eee-ee öyle işte" diye cümleyi sonlandırırsam zaten pilim bitmiş demektir. :D 

Günlüklere yazmak, en büyük terapim. Hayatımın bir parçası. Kurtarıcım. Bazen insan kimseye bir şey anlatmak istemez. İşte o zaman yazıya dökün. Saklamak istemiyorsanız bile yazın ve sonra yok edin. Bir şekilde dışarı yansıtın ki rahatlayın. Kendi terapinizi kendiniz oluşturun. Tamam, bu biraz tuhaf olacak ama her ne kadar psikolog olmak istesem de psikolog'a gidip, bir şeyler anlatmak istemiyorum. Ama psikolog olup, insanları dinlemek istiyorum. Ne yazık ki bu dünyaya dinleyici olarak gelmişim. :D Bu yeteneğime alıştım ve sevmeye başladım.
Anlatamadıklarınızı, içinizde yaşadıklarınızı yazın. Bir şekilde dökün, kurtulun. Günlük yazmak gibisi yok. Şuan içimi dökmek için yazıyorum ama ileride bana yol gösterek bir etken olabilir. O yamuk yazılarda, sayfalarca kağıtlarda yaşadıklarım, iyi veya kötü deneyimlerim, yaşadığım her yılın bir profili yer alıyor. Bir gün yaşlandığımda, sallanan sandalyemde oturup, sıcak kahvem yanımda dururken hepsini tek tek açıp, okuyacağım. Hayatın aslında ne kadar kısa olduğunu, nasıl değerlendirdiğimi ve tüm pişmanlıklarımı, keşke'lerimi, acaba'larımı ve iyi ki'lerimi göreceğim. Bundan güzel bir mutluluk olabilir mi ? 

Yazın, yazabildiğiniz kadar. Boş bir sayfayı önünüze alın, kalemi parmaklarınıza tutturun, sonrası zaten kendiliğinden gelecek. Arka fonda favori şarkılarınızın çalmasını ihmal etmeyin !

Kocaman sevgiler, öpücükler : Jane

Not : Bir gün öldüğüm zaman günlüklerime el atacak kişiye de minik bir yazı yazdım. Umarım etkileyici bir yazı olur ve okumaz ! :D 

9 Ocak 2014 Perşembe

Kitap Yorumu: Çıplak Ölüm - Nora Roberts


Aslında kitap okumaya kısa bir ara verecektim. Kafam rahatlasın, az biraz beynim karakterlerden ve çılgın yazarların stres oluşturan romanlarından uzak dursun diye böyle bir şey düşünmüştüm. Ama taa ki telefonumda bir e-kitap karşıma çıkana kadar. Yani resmen "durmadan oku, yakanı bırakmayacağız" diye gözüme gözüme sokuyorlar kitapları. Normalde e-kitap okuyamam ve sevmem de. Bir kaç yıl önce internet üzerinden bir hikayeyi öyle okudum. Sonrasında gözlerim iflas etmişti. O günden beri e-kitap okumaya karşıydım. Ama Nora Roberts'ın Ölüm Serisi'nin ilk kitabı karşıma çıkınca kendime engel olamadım ve her gece yorganın altına girip, ne kadar yorgun olursam olayım okumaya başladım. Aslında çok kısa bir kitaptı ama her gece gıdım gıdım okuyunca yeni bir rekor daha kırmış oldum. 

Bu yıl zaten bol bol polisiye okumak ve izlemek istiyordum. Bir yandan White Collar izlerken diğer yandan Çıplak Ölüm'ü okudum. Resmen kendimi FBI ajanı ya da Teğmen gibi hissettim. Ki, dedektifliğe bir ara kafayı takmış bir insanım ben. Bu polisiye aşkımın debreşmesi normal. 
2014 yılının ilk kitabı olarak Nora Roberts'la başladım. Umarım aynı performansla devam ederim. :D

Ölüm Serisi'nin ilk kitabı Çıplak Ölüm'den bahsetmeye gelirsek... Baş karakterimiz Eve Dallas, bir Teğmendir. Hemde iyi eğitimli bir Teğmen. New York Polis Departmanın'da , tüm suçların işlendiği yerde görevini yapmaktadır. Serimiz, 2050'li yılların New York'unda geçmektedir. Yazar, polisiye türüne bir farklılık katmak istemiş sanırım. Ve günümüzden çok ilerideki bir dünyayı kendi hayal gücü ile ele almış ve süslemiş. Ki bence çok iyi düşünmüş. Geleceğe dair hayal dünyalarını okumayalı baya olmuştu. 2050'li yıllarında dünyada bir çok değişiklikler var. Bir kere, teknoloji o kadar gelişmiş ki okurken "cidden bunlar mı olacak" diye sormadan edemedim. En çok dikkatimi çeken gelişme ise silah kullanımı yasak fakat ondan daha tehlikeli ve hızlı olan lazerler mevcut. Polisler için bir avantaj iken suçlular için aslında bir dezavantaj. Bunların dışında, teknolojide ne kadar gelişim gösterilebilir ki diye soruyorsanız, cidden büyük gelişmeler var. Kitabı okurken daha rahat keşfedersiniz.

Kitap, Eve'nin bir kabustan uyanması ile başlıyor. Kabus görmesinin sebebi ise uyumadan önce görev gereği suçluyu vurup, öldürmesi ve çaresiz bir çocuğu kurtaramamanın verdiği vicdan azabı. Normalde, birini öldüren polis hemen psikolog tarafından tedavi edilmesi lazımdır. Ama Eve bunu kabul etmemiştir. Ve kabustan uyanır uyanmaz yeni bir göreve çağrılır. Sharon DeBlass, bir fahişedir ve aynı zamanda Amerika Senatör'ün torunudur. Kaldığı evde ölü bir şekilde bulunur. Eve, bu çılgın cinayeti araştırmak üzere görevin başına geçer. İşte bundan sonra başı beladan çıkmaz. Çünkü cinayeti işleyen katil, cesetle beraber bir not ve eski model bir silah bırakmıştır. Notta "Altının biri" yazmaktadır. Bu demek oluyor ki katil oyun oynamak istiyor. Dallas, soruşturma için iş arkadaşı ve yardımcısı Feeney ile işe koyulur.

Soruşturma sırasında elbette Sharon'un en son görüştüğü kişiler ön planda olur. Ve böylece serimizdeki ilk yakışıklı, göz alıcı bir erkek karakter ortaya çıkar.  Roarke'a merhaba deyin ! Kendisi Eve'nin gözünde bir numaralı şüpheli olarak gözükebilir ama çok çekici biri. İrlandalı, mavi gözlü, siyah saçlı ve boylu poslu. Sonunda bir İrlandalı karakter buldum diye sevinmedim değil. Karakteri okudukça aklıma Christian Grey geldi. Baya benzerlikleri var. Roarke, aşırı zengin, hakkında pek bilgi yok, çok ünlü ve her imkana sahip diyebilirim. Ve çapkın gibi. Eve ile karşılaştıktan sonra peşini bırakmaz. Her fırsatta dibindeydi. Ayrılmaz ikili oldular resmen. Eve, geçmişi yüzünden çevresine duvarlar örmüş genç bir kadın olduğu için ilkten Roarke'ı görmezlikten gelmeye çalıştı. Ama bir yere kadar... Kim İrlandalıya karşı koyabilir ki ? Cidden çok eğlenceli, komik ve romantik sahneleri vardı. Bende bir Roarke alabilir miyim ?

Kitabın sonlarına doğru her polisiye türünde olduğu gibi katil bulundu. Ama cidden okurken tahmin etmiştim ve hiç şaşırmadım. Bu konuda yazarı zayıf buldum diyemem çünkü bu türle çok içli dışlı olduğum için tahminimin doğru olması bir ihtimaldi. Artık her polisiye okurken ya da izlerken hiç katil olmayacak kişileri gözüme kestirmeye başladım. Ve o kişiler çoğunlukla katil oluyor. :D Yinede okurken çok zevk aldım. Uzun zamandır polisiye okumuyordum. (En son Millenium serisini okudum.) Nora Roberts da okumayı özlemişim. Kadın döktürmüş yine. Polisiye tarzında da çok iyi gerçekten.

İyi kurgulanmış bir kitaptı ama ilerleyen kitaplardan daha çok şey bekliyorum. Umudum yüksek. Roarke'ı tanıdığıma göre artık o da listeme eklendi. Fakat ne yazık ki hakkında çok bilgi  yok. Umarım ilerleyen kitaplarda bol bol bilgi öğrenirim. Ve Eve de çok içe kapanık bir karakter. Güçlü ve zeki ama geçmişindeki olaylar yüzünden savunmasız. Yazar cidden gizemli karakterler yaratmış...

Seri baya eski olduğu için ilk kitabı, kitapevlerinde bulamadım. Fuarda yayınevine yeni basımı sordum fakat şuan için yeni basım yok. Yani Çıplak Ölüm'ün baskısı tükenmiş durumda. E-kitap indirip, okuyabilirsiniz. Ve sanırım e-kitap okumaya alıştım. Seriyi böyle okumaya devam edebilirim. :D

Bir sonraki Nora Roberts kitabında görüşmek üzere !

Sevgiler, öpücükler : Jane

Not: Ülkemizde şuana kadar seriden 14 kitap yayımlandı. Yurtdışında ise yazarımız 37 kitap yayımlamış. Şubat ayında ise 38.kitap çıkıyor. Seriye başlamadan önce bunları bilmek istersiniz diye düşündüm. :D Serilerin uzun olmasını seven ben, biraz gözüm tırstı ama seri cidden akıcı ve 400 sayfayı geçen kitabı yok sanırım.

Not 2 : Kitabı okurken habire aklıma Fringe geldi. Hem polisiye olması hemde gelişmiş teknolojisi ile Fringe'ı hatırlatıp, özlemimi arttırdı. :(

1 Ocak 2014 Çarşamba

Kitap Yorumu : Lux 3 - Opal / Jennifer L. Armentrout




Nereden başlasam acaba ? Yılın son günlerinde beni çok ters köşeye yatıran Jenn'e sevgiler ! Bende deliler gibi seviniyorum "Ehehe 2013'ün son günlerinde Daemon okuyorum. Hayattaki mutluluk, huzur bu işte." diye geriniyorum. Ama bir bakıyorum, kitabın sonu saç yoldurtmalık bir şekilde bitiyor. Oldu mu bu şimdi ? Ne güzel cıvık cıvık iki aşığı okuyorduk burada. Bir dakika ! Ne cıvık cıvığı ! Daemon bu, aşkı hiç cıvık cıvık olur mu ? :D

Parmaklarımı saçlarının arasında gezdirmeye, kıvırcık buklelerini çekip düzleştirmeye bayılıyordum; hemen eski hallerini alıyorlardı. O da saçlarıyla oynamamdan hoşlanıyordu.

Şimdi, Daemon'ı göklere bile sığdıramadığım için beni taşlamak isteyenler olabilir ama lütfen seriyi okuyun ve ona göre söylenin bana. Hiçbir erkek Daemon gibi olmaz. Cidden. Şeey belki Adrian hariç. Hoş o da hayali bir karakter. Neyse, kitaba yöneliyorum ben. Kitap sonrası beynim error vermeden yazıp, White Collar izlemem lazım.

         Kitap, Dawson ve Katy'le başlıyor. Bir önceki kitabın sonunda Daemon'nın ikizi Dawson geri dönmüştü. Savunma Dairesi'nden bir şekilde kaçmıştı. Ama kız arkadaşı Beth hala Daidalos'un elindedir. Yani denek olmaya devam etmektedir. Dawson ise onu kurtarmak için habire sıvışmaya çalışıyor ama başında Daemon gibi bir kardeş olunca bu biraz imkansız elbette. Bunun sonucunda Katy, Dawson'a Beth'i kurtaracaklarına dair bir söz verir. Daemon ve Dee'de eli mahkum bu sözün arkasında durmak zorunda kalırlar. Dee ve Katy'e gelirsek... Aralar feci bir şekilde açık. O kadar açık ki Katy'nin en gıcık olduğu insan (?) Ash'le Dee beraber takılıyordur. Adam'ın ölümünden sonra Dee, Katy'i suçlu bulur ve ondan tamamen uzaklaşır. Katy ise tatlı blog'u ve Daemon'la zaman geçirir. Daemon'la o kadar mükemmel zamanlar geçirdiler ki çok fena bir şekilde kıskançlık krizlerine girdim. Hani böyle surat asıp da okuyamıyorum ama sırıtıp da okuyamıyorum. Kitap, dengesizleştirdi beni. :D Daemon'dan resmen romantiklik akıyordu. Öyle böyle değil... Yazar döktürmüş. Cidden dil ısırtacak, saç yoldurtacak ve ahh ahh'lar çektirecek bir şekilde romantik sahneler vardı. Vallahi çok imrendim. Daemon'ın gerçek olmasını o kadar diledim ki yılbaşı gecesi karşıma çıkarsa şaşırmam. Katy'i de çok seviyorum ama bu kitapta baya kıskandım kızı ya... Ne ballıymış arkadaş. Daemon gibi bir sevgilisi var, sıradan maraton hayatından kopup Melez bir Luxen oldu. Özel güçleri falan var...

"Seni özledim." diye itiraf ettim.
"Biliyorum. Bensiz yaşayamazsın."
"O kadar da uzun boylu değil."
"Hadi, kabul et."
"Al işte. O koca egon yine engel oluyor," diye takıldım.

Tabii bu güçleri boşu boşuna harcamadı. Okulda, karşısına aniden Blake çıkınca tüm hırsını ondan aldı diyebilirim. Önceki kitapta Blake baya sinir bozucu şeyler yapmıştı ve bu kitapta pişmiş kelle gibi sırıtarak geri döndü ve bizimkileri Savunma Dairesi'ne ispiyonlamakla tehdit etti ! Amacı, Daidalos'ta tutulan en yakın arkadaşı Chris'i kurtarmak. Ve bunun yanı sıra Beth'i de kurtarmak. Bu fikir ilkten bizimkilerin hoşuna gitmedi ama Dawson'a verdikleri bir söz var... Bu yüzden eli mahkum kabul ettiler. Blake'e güvenmemek şartıyla... 
Yalnız bir sorun vardır. Daidalos çok güçlü bir şekilde korunmaktadır. Oraya elini kolunu sallayarak girmek imkansız. Bu yüzden Blake'in dostu Luc'dan yardım almaya giderler. Çook eğlenceli bir sahneydi. Gülmekten artık karnım ağrımıştı. Luc ise... Bana direk Once Upon A Time'daki Peter Pan'i hatırlattı. Ergen biri gibi duruyor ama patron havasında. Konuşmaları zaten beni bitirdi... Bizimkilerin ağzı açık kaldı. Luc karakterini çok sevdim ! Umarım ilerleyen kitaplarda da karşımıza çıkar. Ve cidden zeki biri. Bizimkilere baya yardımcı oluyor. Her ne kadar ilk Daidalos baskını olumsuzlukla sonuçlansa da bizimkiler pes etmiyor. Sorun ise oniks etkisi. Oniks, Luxen ve Melezleri etkileyen bir taş. Hemde öyle böyle değil... Önceki kitapta Katy baya acı çekmişti. Oniks'den korunmalarını sağlayan bir şeyi de bu kitapta öğrenirler. Opal ! Evvet, yazarımız yine iş başında ve kitabın adının nereden geldiğini bizi bilgilendirmiş. Bu Opal taşı, Luxenler için elmas değerinde. Detaylar kitapta. Sürpriz olsun. Ama cidden etkileyici bir özelliği var.


"Delisin sen!"
"Deliliğime bayılıyorsun ama."

Ve evet, bu Opal sayesinde Daidalos'a çok rahat bir şekilde girerler. Plan kusursuz devam etmektedir. Kitabın sayfaları biterken, yazar sizi ters köşeye adeta çiviler. Son sahneyi okurken zaten kendimden geçmişim. Kitabı okumadan önce kat kat giyinmiştim. Donuyordum resmen. O son sahnede resmen üstümdekileri fırlattım, ağzım kurudu. Gözlerim pörtlemiş bir şekilde son cümleye odaklandım. Ama yazar o kadar müthiş o kadar mükemmel hayal edip, betimlemiş ki... Hayran kaldım ve yazara sevgim, saygım sonsuz arttı. Resmen bir uzaylı filmi izler gibi oldum. Çok güzel hayal etmiş, kıskanmadım değil. Jennifer'ı özenti gibi görenlere güzel bir cevap olabilir bu kitap. Kadın resmen kalemini konuşturmuş. Utanmasam yazara aşık oldum diyeceğim. :D Cassandra'nın eline kimse su dökemez diyordum ama Jennifer'da az değilmiş hani... Son sahneyi çok sevdim, evlenebilirim bile hatta. Of burada çatır çatır anlatmak istiyorum ama sonra spoiler verdim diye bir sürü beddua da yemek istemiyorum. O yüzden gidin kitabı alın, okuyun ve çektiğim acıları sizden çekin ! :D

Erkeksi güzelliği dünya dışı ve ürkütücüydü. Bir tek okuduğum kitapların sayfaları arasında var olan bir şeydi. Bazen kendimi, onun gerçek olduğuna inandırmakta zorlanıyordum.

Son sahne haricinde kitabın geneli romantik - komedi diyebilirim. Hem gülmekten hemde erimekten ölecektim. Daemon'a bir kez daha tutuldum. Yok böyle bir karakter. Kısacık bir konuşmasıyla bile ağzım kulaklarıma varıyordu. Romantik olduğu sahnelerde gözlerim adeta kedilere özgür bir çizgiyle kısılıyordu. Adam işini biliyor. Ne diyeyim daha. Jennifer'ı da dövmek istiyorum ! Daemon gibi bir karakteri beynime montelediği için. Kitaplığımda zaten hem uyurken hemde uyandığımda gözlerini bana dikmiş bir Daemon kartpostalı var... Hayatım Daemon'lı geçiyor. Bu kitabın sonu'ndan sonra Köken'e hücum etmek istiyorum. Ama hayır, irademi kullanıp okumayacağım. Çünkü son ve final kitap yurtdışında Ağustos'ta çıkıyor. Bizde de Eylül gibi çıkar. Yokkk, dayanamam ben. Beklerim biraz daha... (Ve bi hafta sonra Köken bitmiş oluyor falan. :D)

Hmmm, bu kitap hakkında diyecek çok şey var ama çenemi tutuyorum. Yoksa taş yağmuruna tutulabilirim. Tek diyebileceğim seri giderek mükemmelleşiyor. Yazar bildiğiniz döktürüyor. Hayal gücü inanılmaz ! Son 4 günüm resmen Daemon'la dolu dolu geçti. 

"Dudaklarım hayatları değiştirir, bebeğim."
Onun akşam yemeğinde üç hambuger ve iki patates vardı. Bu kalorilerin nereye gittiğini hiç bilmiyordum. Egosuna mı gidiyordu acaba ?


Yılbaşındaki en içten dileklerimden biri; başıma, Daemon gibi öküz, ego tavan yapmış ama bir o kadar da korumacı, ölümüne seven, komik, eğlenmeyi bilen ve karşısındakini eritebilecek laflar eden bir bela gelsin istiyorum ! Jenn n'aptın allasen ya ? Bu nasıl mikemmel bir karakter ? Bende istiyorum -.-

Köken'e kadar kocaman sevgiler, öpücükler : Jane



Not : Yazarı cidden çok seviyorum. Bana çok samimi geliyor. Kitaplarında her fırsatta kitap kurtlarına ait bir özellikten bahsediyor. Bu da, kitaba daha çok bağlanmamı sağlıyor. Bir de Jennifer, çok iyi bir izleyici. İzlediği dizileri filmleri kitapta bahsetmesi zaten beni aşırı mutlu ediyor. Kendileri Supernatural ve The Walking Dead delisi. Aynı benim gibi. Ve bu kitapta hem Dean Winchester'dan hemde John Connor'dan (Terminetör dizisindeki karakter) bahsetmesi beni baya sevindirdi. İki karakteri de seviyorum. Ve sayesinde bol bol korku film adlarını listeme ekledim. Evet, Jennifer da bizden biri !