Pages

Pegasus Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Pegasus Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Haziran 2019 Çarşamba

Kitap Önerisi: Sabit Hat - Rainbow Rowell

Merhabalaaar

Rainbow Rowell'ı çoook sevdiğimi söylemiş miydim? *-* Sarılmak istediğim yazarlardan biri kendisi. Geçen hafta New York Kitap Fuarı'na katıldığını duyunca ağlayasım geldi. O fuarda olabilirdim ben de ama ekonomik durumlar sağ olsun bu sene her şey yalan oldu. -.-
Neyse, sinirlenmeyeceğim sinirlenmeyeceğim. Güzel günler bizi bekler. La la laa laaaaaağ...

Gelelim Sabit Hat'a... Ya ben basit konulu kitapları ayrı seviyorum sanırım. Klişe olmadığı sürece. :) Böyle saf, sade, kendi halinde olan karakterleri ve akışkan kurgusu olan kitapları herkese önermeden duramıyorum. Hatta kitap şu an bir arkadaşımda, tatilde okuyor. *-*

Sabit Hat da sırıtarak ve "yiaa" diyerek okuduğum bir kitaptı. Kitabın arka kapak yazısındaki şu cümle direkt beni kendine çekmişti zaten: Aşkta ikinci şansı yakalasaydınız, aynı kararları mı verirdiniz? Yani böyle bir şey yaşamadım özel hayatımda ama kurgu olarak nasıl işlenmiş çok merak ettim.

Evli ve iki çocuklu Georgie, çok önemli bir dizinin senaryosu için Noel'de çalışması gerekir ve bu da ailesiyle olan planını iptal etmesi anlamına gelmektedir. Bu duruma çok bozulan eşi Neal, kızları alıp annesine gider. Georgie bir yandan senaryo üzerinde çalışırken diğer yandan her gün eşine telefonla ulaşmaya çalışır. Ama ya çocuklar ya da kayın validesi telefona çıkar. Morali bozulduğu ve yalnız kalmak istemediği için annesinin ve kız kardeşinin yanına gider. Ergenliğinde kaldığı odasına gidip, oradaki sabit telefondan tekrar eşine ulaşmaya çalışır. Ve bam! Neal'le telefonda konuşmaya başlarlar. Fakat telefondaki Neal, 17 yaşındadır.

Ahhhh, şimdi yazarken bile içim kıpır kıpır oldu. Çok eğlenceli diyaloglara şahit olacaksınız. Georgie'nin baştaki şaşkınlığı, sonra olayları toparlayışı, kız kardeşinin her şeyi yanlış anlaması... Hem komik hem dram hem de fantastik bir hikaye! Rainbow ne yazsa gözüm kapalı alırım artık.

Okumadığım son bir kitabı (İlişkiler) kaldı, onu da alıp okuyacağım en kısa zamanda.

Ne olur okuyun bu kitabı. <3 Duygusuz gibi duran ama aşka aşık olan bir yengeç öneriyor bu kitabı size. 💚

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane 

24 Mart 2019 Pazar

Jane Neler Yapıyor?

Ah Jane neler yapmıyor ki...


Merhabalar efenim. Tam bir aydır sesim soluğum çıkmıyor. Beni tanıyanlar depresyondayım sanıyor. Oysa depresyona ayıracak bile vaktim yok. :) İş hayatına öyle bir daldım ki henüz gökyüzünü göremiyorum. Şikayetçi değilim yahu, tam tersine keyfim yerinde. Şubat ayı sosyal hayatım açısından dopdoluydu. Bazen hala onun sarhoşluğunu yaşamıyor değilim. 😎 Mart ayı ise tam tersine iş odaklı bir aydı benim için. Bunun yanı sıra inanılmaz bir şekilde bir sürü kitap okudum. Hepsini burada, minik minik yorumlayayım dedim.
Öncesinde de ufak bir şeyden bahsedeceğim. Başlarda iş gereği sonra okuma tarzımın değişmesiyle çok farklı kitaplar okumaya başladım. Lise hayatım çoook sıkıcı olduğu için kendimi hep fantastik dünyalara saldım. Vampirler, kurt adamlar, cadılar, periler, melekler, uzaylılar, distopik dünyalar derken hayal gücüm her zaman ayrı bir moddaydı. Bu ister istemez yaşantımı etkiliyordu.(Neden hala bekarım anladınız mı? *kıskıskıs*) 
Gel zaman git zaman, acısıyla tatlısıyla hayatın gerçekleriyle yüzleşmeye başladım. Özellikle son bir senedir gerçekten yaşlandığımı ve olgunlaştığımı hissettim. Başlarda, neler oluyor bana ya falan diyordum. Sonra kendimi dinledim. Memnunum bu halimden dedim. İnsanlara hayır diyebiliyorum, sevgimi kontrol edebiliyorum, içime ölmek yerine duygularımı karşı tarafa hissettiriyorum. Boş konuşan insanlar hala var etrafımda, maalesef! Yine de öğreniyorum, nasıl kendimi daha çok sevebilirim diye.
İşte bu sırada devreye okuduğum kitaplar girdi. Biraz daha gerçek hayatta geçen hikayeler okuyorum. Tek bir yere odaklanmıyorum. Daha çok Türk yazar okuyorum. Daha çok bilinmeyen yazarlara yöneliyorum. Daha, daha hep daha. 
Yepyeni yayınevleri keşfettim. Hepsi birbirinden değerli. Yeni çevirmenler tanıdım. Çevirdikleri kitapları deli gibi takip ediyorum. Aynı şekilde editörleri de öyle.
Ay neyse. Çok uzattım. :) Hemen okuduklarımdan bahsedeyim.

Bridget Jones 2 - Mantığın Sınırı: Ahhh Bridget Jones! İçimden bir ses 30'larıma geldiğimde senin gibi olacakmışım diyor. Umarım olmam ama olursam da gülüp geçeceğim. Komedi dram ilerleyen serinin ikinci kitabını da sorunsuz okudum. Göz devirdiğim yerler de vardı kahkaha attığım yerler de. Seriye devam edeceğim. Mutlaka alın, okuyun diyemem ama.

On Numaralı Kamara: İthaki Yayınları'ndan çıkan Ruth Ware'in ülkemizde yayımlanan ilk kitabı. Polisiye ve gizem dolu bir romandı. Agatha Christie'nin Doğu Ekspresi'nde Cinayet romanının bir gemide geçtiğini düşünün, kurgu bu. Beklentisiz okudum, beklentisiz bitirdim. Yazarın bir diğer romanı Kapkaranlık Ormanda'yı da okuyacağım çünkü yazar nisanda İstanbul'a geliyor. :) Benden söylemesi... Detayları Instagram'dan duyarsınız.

Savaşı Bitiren Sinek: Yolda gidip gelirken, bir günde okuduğum kitap. Çocuk kitabı ama yetişkinler de okumalı. Çok anlamlıydı. Kitabın isminden belli zaten nasıl kaliteli bir kitap olduğu. Sanırım daha çok Can Çocuk okuyacağım. *-*

ArtıkAranmayanlar Gezegeni: İlk kez Sevinç Erbulak okudum. Daha da okurum sanırım. Bu kitabı, bence, tipik bir distopya dünyasıydı. Okuması zor, anlaması daha da zor ama altını çizdiğim cümleler çoktu. İsimleri belirsiz iki baş karakter var. Bulundukları gezegende bir sürü kapı var. Her kapının arkasında ayrı bir dram yer alıyor. Tek tek kapıları geziyorlar ve hayatın gerçekleriyle yüzleşiyorlar. Ben hayranlıkla okudum. Dediğim gibi, okuması zordu. Yine de bir göz atın derim.

Mahcubiyet ve Hasiyet: Allaaam bu kitap beni kanser edecekti ki tek değilmişim. Kitap çok ince, çok! Ama kurgu çok ağır işliyor. Norveç'te bir öğretmenin hayatının okuyoruz. Günümüzdeki eğitimi eleştirirken eskiye ışınlanıp, geçmişini okuyoruz. Aslında sakin kafayla düşününce çok anlamlı bir hikaye ortaya çıkıyor ama bazen okurken beynimin zonkladığını hissetmedim değil. :D Ve kitabı bitirmeden Ayfer Tunç'la Murat Gülsoy'un "Diyaloglar" etkinliğine gittim. Bu ay bu kitap üzerine konuştular. Daha da aydınlandım. Mayıs ayında tekrar bir etkinlikleri olacak. Seçecekleri kitabı merakla bekliyorum. *-*

İyilik: Şebnem İşigüzel sonsuz kaaalp ben. Bu kadının kalemini çok seviyorum. Daha önce Ağaçtaki Kız'ı okumuştum. Diğer romanlarını okumam için daha zamanım var. Karamsar yazıyor, insanı içine içine öldürüyor ama okumayı çok seviyorum. İyilik de öyleydi. Kanser olduğunu öğrenen bir kadının yaptığı seçimleri ve bu seçimleri seçme nedenini anlatıyor. Tam hayatın içinden geçen bir romandı benim için.

Yedi Yıl: Peter Stamm, yeni keşfettiğim bir yazar. Yazdığı roman iliklerime kadar deli etti beni ama okuduğuma sevindim. Hayatın gerçeklerini anlatıyor. (Taktım bu konuya.) Baş karakter erkek. İki kadın arasındaki ikilemlerini anlatıyor. Bir kadın lüks yaşamlara sahip, diğer kadın tam tersi yoksulluk içinde. Şaşırtıcı bir son okumaya hazır olun. Dili çok sadeydi, sıradan bir konusu vardı ama iştahla okudum. Bazen cidden basit bir hikayeye ihtiyaç duyuyorum...

Naif. Süper: Erlend Loe'u çoook sevdiğimi söylemiş miyim? Doppler serisini çok severek okumuştum ama bu romanı pek benlik değildi. Sıradan bir gencin, gerçekten çok sıradan bir hayatını okuyoruz. Loe'nun sıradanlığa taptığını bir kez daha anladım böylece. Çerezlik bir kitaptı.

Hepyek: Canım Seray Şahiner... Ne yazsa okurum. Okudum ama pek beğenmedim. Ya da beklentim süper yüksekti. Yine de bir günde yedim bitirdim kitabı. *-* Çok seviyorum bu kadını ya...

Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu: İlk Şermin Yaşar kitabımdı. Kitabın içindeki her bir hikayeye bayıldım! Bu kadar mı doğal yazar bir insan... Bazı hikayeleri o kadar çok sevdim ki arada açıp okumak için işaretledim. Bir doz Şermin Yaşar öneririm!

Yalnızca Yavaşladığında Görebileceğin Şeyler: Pegasus'tan çıkan bu minnak kitap nasıl dolu dolu! Normalde kurgu dışı kitaplar okumayı hiç sevmem, hiç! Ama bu kitap çok hoşuma gitti. Özellikle aşkla ilgili olan kısım beni benden aldı. (Bu duruma şaşırdık mı? HAYIR!) Löp diye bitecek bir kitap değil. Sindire sindire okuyun. Terapi gibi adeta. *-*

Unutmanın Genel Teorisi: Gelelim 2019'un bombasına. Sanırım en hızlı ve en zevkle okuduğum kitaplardan biriydi. Son üç aydır okuduğum en etkileyici romandı. Devrimden bol bol bahsediyor ve ben bu konuları aşırı merak eden ama pek anlamayan bir insanımdır. Bu kitabı okurken aydınlandım. Konusunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Çok farklı bir kurgusu var. Kitabı anlatamam ama alın okuyun derim elbette! Çevirmeni de çoook sempatik. <3 İyi ki okumuşum dedim.

Şimdilerde fantastik dünyama da sığınıyorum. Hep iş hep gereksiz insan nereye kadar. Cassandra'cığımın güvenli dünyasına sığındım. Yepisyeni yorumlar gelmeye devam edecek. Ben üşenmediğim sürece... :D 

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

29 Kasım 2018 Perşembe

Kitap Yorumu: Yaz Bahçesi - Paullina Simons

Selamlar
2018'in bitmesine günler kala kendi kendime bir rekor kırdım arkadaşlar. 989 sayfalık bir kitabı hiç söylenmeden, bıkmadan okudum ve bitirdim. Tabii bu 18 günümü aldı ama olsun. 
Bronz Atlı'nın üçüncü ve son romanı olan Yaz Bahçesi'nden bahsediyorum. Serinin ikinci kitabını geçen mart ayında okumuştum. O zamandan beri deli gibi üçüncü kitabı bekliyordum. Aslında İstanbul Kitap Fuarı'nda çıkacağını az buz tahmin ediyordum. Ve çok kalın bir kitap olacağını da biliyordum. Ama fuarda ilk kez kitapla karşılaştığımda kalakaldım. Öyle görkemli duruyordu ki... Gidip gelip etrafında dolandım. Alsam mı almasam mı... Malum, fuarlarda artık pek indirim yapılmıyor. Ancak Pegasus, kitabı yeni çıkarmasına rağmen %50 indirimle satıyordu. Ben aldığımda 50 TL bayıldım. Şimdi her yerde indirimli satılsa da 60 TL civarı bir şey sanırım. (Orijinal etiket fiyatı 99,99 TL. Valla bu kargaşaya şimdi değinmeyeceğim.)
Gelelim 989 sayfalık maceraya... Aslında bu kitap 4 kitaptan oluşuyor. Yani yazar, kitabın kurgusunu dört ana bölüme ayırmış. Ben de sindire sindire okudum. Kitabın yorumunu da dört parçaya ayıracağım zira hepsi birbirinden çok farklı.

*Spoiler tarzı minik bilgiler olabilir. Üzgünüm, bunlardan bahsedeceğim çünkü yorum yapmam çok sınırlanır. Bunu dikkate alarak okuyun lütfen. Dev spoiler vermeyeceğim.*

BİRİNCİ KİTAP
Tam bir göçebe hikayesi barındırıyor bu bölüm. Tatyana ve Alexander artık kavuşmuş, oğulları Anthony ile oradan oraya seyahat etmeye başlarlar. Bu sahneleri sevdim çünkü dümdüz okutturdu kendini. Alexander ıvır zıvır işler yaparken Tatyana tam bir ev hanımı modundaydı. Alexander'a zaman zaman uyuz oldum, sinirlendim. Ama suç kesinlikle Tatyana'da. Savaşta yaşadıklarından dolayı Alexander'ın davranışlarını çok doğal karşılıyor, ne dese hemen alttan alıyor. Meh... Ben olsam terk etmiştim. :D Bu bölümle ilgili söyleyebileceğim pek bir şey yok. Metrobüste başlamıştım kitaba ve 50 sayfayı anında okumuştum.

İKİNCİ KİTAP
İşler yavaştan kızışmaya başlar. Nasıl mı? Alexander ve Tatyana insanların arasına karışmaya başlar. Evleri, şehirden uzak ıssız bir yerde olsa da Alexander inşaat işine başlar ve bir yandan üniversiteyi de bitirir. Yani yerleşik hayata geçerler. Tatyana her zamanki gibi Alexander'ın her istediğini yapar. Bu arada müthiş, harika bir evlilikleri var diyemem. Tamam, Tatyana her şeyi alttan alıyor ama dillendiği zaman tartışmalar da patlak veriyor. Alexander içip içip geliyor. Böyle çıldırdığım yerler oldu. Ama...

ÜÇÜNCÜ KİTAP
Benim asıl sinir krizi geçirten bölüm işte!!! Ya, kitabı okurken tırnaklarımı yedim, söylendim, kitabı bir kenara bırakmayı bile düşündüm. O kadar leş sahneler vardı ki... Alexander'ı ateşe vermek, şiş kebap yapmak istedim. İlk iki bölüm boyunca,"Ya tamam öküzsün ama galiba seni seviyorum asker," derken bu bölümde "canın cehenneme pislik herif, bir yerlerin tutmasın e mi!" diye cırladım. Yok böyle bir şey! Neler olduğundan bahsetmeyeceğim. Okuyun, dehşete düşün. Genel olarak konu şöyle: Alexander artık kendi işini kurma kıvamına geliyor ve durumları baya iyi oluyor. Evlerinde partiler verip, yeni yeni insanlarla tanışıyorlar. Tatyana da kendi mesleğini yapmak istediği için bir hastanede hemşire olarak çalışmaya başlıyor. Sonra iş yükü giderek artıyor. Bu yüzden eve, Anthony'e ve bir bebek gibi davranan Alexander'a daha az zaman ayırmaya başlıyor. Çok bilmiş beyfendimiz söylenmeye başlıyor. Yok neymiş, onun çalışmasına gerek yokmuş zaten yeterince paraları varmış. Kadın dediğin evine vakit ayırıp, çocuğuyla vakit geçirmeli ve kocasını memnun etmeliymiş... Ben giderek alev almaya başladım bu tarz sahneleri okudukça. Çünkü hiç ama hiç katlanamadığım, böyle konuşmalar olduğunda anında tepki verdiğim bir durum söz konusu. Bunlar yetmezmiş gibi Alexander o kadar salakça davranıyor ki... Ya Tatyana'yla bir kavga sahneleri var abartmıyorum 20 sayfa sürüyor ve okurken kendimi o kadar kasmışım ki bir süre sonra boynum tutuldu. Bu kitap beni felç edecek! Daha neler neler oluyor, anlatamıyorum. Ama şunun garantisini verebilirim: Alexander'dan nefret edeceksiniz.

DÖRDÜNCÜ KİTAP
Gelelim son bölüme... Ya bence burayı yazmasa da olurmuş. Yani, o kadar sayfa okudum hiç söylenmedim, hepsi dolu dolu sahnelerdi ama dördüncü kitapta öyle saçmalamış ki yazar... Böyle kendini kasmış yazmak için ama cıks... Ben okurken hep uykum geldi. #SorryNotSorry Paullina Simons. 
Buralar spoiler olacak ama söylemem lazım. O kadar şiddetli, katlanılmaz kavga sahnelerinden sonra gel zaman git zaman Tatyana ve Alexander aileyi büyütür. Anthony dışında üç çocukları daha olur: Paşa, Harry ve Janie. Artık 50'li yaşlılara merdiven dayamışlardır. Anthony, büyüyüp kocaman adam olmuştur ve olaylar onun etrafında döner. Tutturur, babam gibi devlete hayrım dokunsun. Vietnam'a göreve gider. Sonra ortadan kaybolur ve deli gibi onu aramaya başlarlar. Bu sırada Anthony hakkında büyük bir sır öğrenirler. Valla itiraf edeceğim, daha neler efenim üstüme iyilik sağlık diyerek tepki verdim. :D 

Sonracığıma, oğlunu aramak için Alexander yaşına başına bakmadan yollara düşer ve kendini yine savaş meydanında bulur. Dürüst olacağım, çoook dandik bir bölümdü. Göz devire devire okudum. Bir ara yazar konudan o kadar kopmuş ki sayfa atladım sandım. 15 sayfa falan Sovyetler hakkında bıdı bıdı etmiş. 
En son, artık Tatyana ve Alexander'ın en yaşlı hallerini okuyoruz. 80 küsürler. Tüm çocukları evlenmiş çoluk çocuğa karışmış ve Noel yemeği için bir araya gelmişlerdir. Yazar, bu sahnede çocukların eşlerinden ve çocuklarından tek tek bahsediyor ama hiçbir isim aklınızda kalmayacak. Hızlandırılmış film gibiydi. Okuyorum, he tamam bu şu diyorum sonra hoop unutuyorum. Yani anlayacağınız dev bir aile oluyorlar. Mutlu son!
Ama son sahne çok güzeldi, gözlerim dolmadı değil. :) Tatyana ve Alexander, ton ton nine ve dede olarak dondurma yemeye giderler. Bir bankta oturup, eriyen dondurmasını yiyip, Rusça şarkı mırıldanan Tatyana başını kaldırıp, yolun karşısına bakar. İçecek almaya gitmiş olan Alexander, karşı tarafa geçmek için yolun karşısına bakar ve Tatyana ile göz göze gelirler. İşte, ilk karşılaştıkları sahne. *Kalpkalpkalp*
O sahnede bir an kalbim durdu. Kesin kötü bir şey olacak, biri ölecek dedim ama yazar öyle bir saçmalık yapmamış. :D 

Son olarak, Yaz Bahçesi'ni çok severek okudum ama dediğim gibi son kısımları çok gereksizdi. Onun dışında bu seriyi okuduğum için çok memnunum. İki ana karakterin gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerine şahit olmak inanılmaz bir şeydi. Onlarla beraber büyüyoruz resmen. Mutlulukları, acıları, sevinçleri, kayıpları, kavgaları... Her anlarına ortak oluyorsunuz. Yazar bu konuda inanılmaz yetenekli. Karakterleri çok güzel oturtmuş, kurguyu çok güzel düşünmüş. Bu bir gerçek aşk hikayesi dese inanırım. Belki de öyledir, kim bilir? :)
Tatyana ve Alexander'ı özleyeceğim. Ama umarım para için gereksiz yere ek kitap çıkarmaz bu seriye. 

Not: Parmaklarım ağrıdı yazmaktan! Tanrım, bu kitap beynimi kemirdi. Birkaç gün kitap okuyamayacağım sanırım. Damn!
Not 2: Özellikle bu kitabın çevirmenine buradan saygılarımı iletiyorum. Sayın Solina Silahlı, kaleminize sağlık. Her yiğidin harcı değildir böyle dev bir kitap çevirmek. <3
Not 3: Kitabı okurken cidden boynum tutuldu ve parmaklarım, kitabı tutmaktan ağrıdı. Hem çok ağır hem kitaba bir şey olmasın diye resmen parmaklarımı feda ettim. -.-

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

27 Ekim 2018 Cumartesi

Ekim 2018: Son Zamanlarda Neler Okudum?

Selamlar efenim
Beni bir süredir takip ediyorsanız aslında ne kadar üşengeç biri olduğumu keşfetmişsinizdir. Yazacağım şeyler ya yoldayken ya işteyken ya da biriyle sohbet ederken (insanları dinlemeyi çok severim ama bazen sohbetten kopup başka şeylere süper dalarım) aklımda tıkır tıkır işlerken, bunları klavyeyle buluşturmak istediğimde ya tıkanıp kalıyorum ya da "of şu an yapamayacağım" diyerek erteliyorum. Ama blog'a yazmayı gerçekten çok seviyorum! Benim sığınağım burası diyebilirim. Yüz yüze bu kadar konuşkan olamam. O derece...
Gelelim bunu neden açıkladım. Bu ay en az iki kitap yorumu gireceğim demiştim. Sonra listeme baktım. (Okuduklarımı yazdığım uzuuuun bir liste var. Goodreads bu konuda sağ kolum olsa da eski kafalıyım, kağıtlara not almayı seviyorum.) Ben baya kitap okumuşum. Üşendiğim için blog'a yazmamışım. Hepsini bir yazıda toparlayayım dedim. Haa, şöyle de bir şey var; eğer bir kitaba taptıysam kesinlikle ona özel bir yorum yazarım.😍
Hadi bakalım, listemde neler varmış.

Daha bugün bir kitap bitirdim. Onunla başlayayım. Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe, Genç Timaş tarafından bu ay yayımlandı. Yazar Paola Peretti, kendi yaşam hikayesinden esinlenerek küçük bir kızın görme yetisini kaybetme sürecini anlatıyor. Okumak için can atıyordum. Kitabı okuduktan sonra mahvolurum diye düşünmüştüm ama o kadar da etkilenmedim. Evet, çok etkileyici ve burun sızlatan bir kitap. Minnacık bir kızın gözünden nasıl görüşünü kaybettiğini okumak biraz da korkutucuydu. İster istemez empati kuruyorsunuz ve etkileniyorsunuz. Fırsatınız olursa okuyun derim.




YKY tarafından yayımlanan Doppler & Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Norveçli yazar Erlend Loe'nun kaleme aldığım harika bir seri. Çok naif ve kendi halinde bir seri. Keşfedenler enerjisine kapılıp gidiyor. Umarım benim aracılığımla siz de kitabı okursunuz. Çünkü gerçekten çok güzel. Evli, iki çocuk babası olan Doppler, bir gün yolda bir geyiğe rastlar. Ve onun peşinden ormana dalar. Sonra çok radikal bir karar alır; işinden istifa edip evini, ailesini terk ederek ormana taşınır. İlk kitap Doppler'de ormandaki yaşam maceralarını okuyoruz. İkinci kitap Bildiğimiz Dünyanın Sonu'nda ise eve geri dönüşünü ve tekrar hayata tutunmasını okuyoruz. Çok anlamlı bir seri. Yazar nereye atış yapacağını iyi biliyor. Özellikle ikinci kitabı çok sevdim. Erlend Loe okumanızı öneririm. :) (Bu ay başında İstanbul'a geldi ve Taksim'deki YKY Kitapevi'nde imza ve söyleşi günü yaptı. Katılıp, tanışma fırsatım oldu. Doppler = Erlend Loe diyebilirim! Oh, imzamı da kaptım. Hava atmak gibi olmasın da...)


Ah, gelelim Can Yayınları'ndan çıkan Ağaçtaki Kız'a... Bu sene kalemi sağlam birçok Türk yazarla tanışma fırsatım oldu. Bunlardan biri de Şebnem İşigüzel. Kendisiyle yüz yüze tanışma fırsatım da oldu. Hanımefendi, kendi halinde ve sıfır egoya sahip bir insan. O yüzden Ağaçtaki Kız'ı okumak için can atıyorum. Sonunda okudum! Değişik bir kurgusu var. Kitabın sonuna kadar baş karakterin ismini öğrenemiyoruz. Kendisi bir ağaçta yaşıyor. Evet, yanlış duymadınız. Herkese, her şeye tavır alıp ağaçta yaşamaya başlıyor. Kitapta zaman geçişleri oluyor. Gezi zamanına gidip, o dönemdeki aile ve arkadaş ilişkilerini okuyoruz. Sevdiği insanlarla olan anılarını ve acılarını anlatıyor. Kitapta ipuçlarını yakalayacağınız çok güzel vurgular var. Ve tam bir ergen kızın ağzından okuyorsunuz kurguyu. İnanılmaz! İşigüzel'in de bir genç kızı olduğu için bu dili çok rahat kullandığını fark edebilirsiniz. Kitap su gibi akıp gidiyor. Okuyun, pişman olmayacaksınız. 

Ve gelelim sona sakladığım kitaba... Taa yıllar önce Pegasus'un yayımladığı Bir Gün'ü anca okuyabildim. Filmi çıktığı zaman kitabından habersiz ilk olarak filmini izlemiştim. Ay nasıl etkilendim! Salya sümük ağladığımı hala hatırlıyorum. Gidip DVDsini bile almıştım. (O günden sonra izleyemedim ama olsun.) Nasıl sevmiştim, nasıl Dexter'a sövmüştüm. Of, adeta Emma'da kendimi görmüştüm. Gel zaman git zaman kitabı indirimde yakalayınca aldım. Hiç zaman kaybetmeden okudum. Filmi güzel uyarlamışlar. Tebrikler! Film daha iyi bile diyebilirim. Belki filmi izlemeseydim kitabı anlayamazdım. Yazarın değişik bir yazı tipi var. Şöyle; Emma ve Dexter 15 Temmuz 1995 yılından beri birbirilerini tanırlar. Her yıl 15 Temmuz'da bir şekilde bir araya gelirler. Sevgiliden çok arkadaş kalmayı tercih ederler ama aralarındaki çekim hissedilir bir şekilde göz önündedir. Mutluluk, üzüntü, acı, kayıp, başarı, ayrılık derken yıllar yıllar geçer ve en sonunda evlenmeye karar verirler. Dile kolay, yirmi yıl... Hayatlarında neler neler yaşarlar. Kitabın sonunda duvara toslayacaksınız. Sonunu bildiğim halde kitabın son sayfası gözlerimi doldurdu. :( Çok güzel bir hikaye. Kitabı okumanızı gerçekten çok isterim. Ama mutlaka filmini de izleyin. Benim gibi psikopatça mutsuz sonları seviyorsanız tam size göre bir kitap. 💚

Aslında okuduğum birkaç kitap daha var ama bahsetmeyeceğim. Çünkü hiç sevmedim... Goodreads'te bulabilirsiniz. Kitapları burada yerden yere vurmak istemiyorum. O yüzden onları es geçiyorum.
Ay, umarım arayı çok açmadan tekrar blog'a yazarım. Kasım'da özel Twilight yazısı gelecek. Ona hazırlık yapıyorum. Beklemede kalın. :)

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

30 Ağustos 2018 Perşembe

Kitap Yorumu: Asla Vazgeçme - Rainbow Rowell

Merhabalar

N'abersiniz? Sanki yavaştan havalar soğuyor? Dün akşam üşüdüğüm için uyandım ve burnuma dokundum. "Aaa üşümüşüm valla, en sevdiğim mevsim geliyor sanki," deyip geri uyudum. Bir yaz çocuğu olup da kışı bu kadar sevmek... Ne bileyim, zaten hiçbir zaman normal olduğumu düşünmedim. 
Neyse, konudan sapıyorum yine. Gelelim kitap yorumuna. Efenim, son zamanlarda okumaktan çok keyif aldığım yazarlardan biri de Rainbow Rowell'dır. Şu ana kadar üç kitabını (Eleanor & Park, Fangirl ve Asla Vazgeçme) okudum ve üçünü de ayrı sevdim. Böyle pamuk şeker tadındalar. Yazarın kendisinin de öyle olduğunu düşünüyorum. İsmi bile acayip sempatik değil mi? (Rainbow - Gökkuşağı) 
Asla Vazgeçme'nin değişik bir hikayesi var aslında. Buradaki kurguyu ve karakterleri Fangirl'de okumuştum. Fangirl'deki Cath, Simon Snow adındaki bir kitap karakterinin hayranıdır ve kendince hayran hikayeleri de yazmaktadır. İşte Simon Snow'un hikayesini bu kitapta okuyoruz. Yani yazar kurgu içinden kurgu çıkararak yeni bir kitap yazmış. Tebrikler valla. Büyük yetenek bence ve riskli de... 
Aynı zamanda Harry Potter izleri bol bol göreceksiniz. Hatta direk HP'nin başka bir versiyonu desem yeridir. Simon Snow, Watford Sihirbazlık Okulu'nda seçilmiş bir kişi olarak bilinmektedir. Okuldaki son senesini doyasıya yaşamak isterken başına gelmeyen kalmaz. Oda arkadaşı ve baş düşmanı Baz'ın (Hep bazlama diyesim geliyor ya...) ondan sakladığı sırları ortaya çıkar. En yakın arkadaşı Penelope çok zeki ve her şeye cevap veren bir kızdır. (Çok tanıdık geldi di mi?) Eski kız arkadaşı Agatha ise başta gıcık bir tip olarak gözükse de saftirik biri olduğunu düşünüyorum. 
Kitabı bu dörtlünün ağzından okuyorsunuz. Aslında kurguyu sevdim. Sadece bazen çok karakter olduğu için kafam karıştı. Okudukça her şey kafamda oturdu. Baz'ı ayrı sevdim. 😎 Adeta bir Adrian Ivashkov Jr. modundaydı. Ukala, egoist, bilmiş, gizemli, ağzı iyi laf yapan, güçlü, yakışıklı, varlıklı, zeki... Daha sayayım mı? En sevdiğim erkek tipi. 
Şimdi Baz ve Simon için bir şey diyeceğim ama bu spoiler olur mu bilemedim. Ya da en iyisi okuyunca keşfedin. Ben kitabı okumadan önce spoileri yediğim için olaylar geliştikçe şaşırmadım. Çünkü yazar "bunu" çok güzel gizlemiş. O yüzden öğrenince şaşırabilirsiniz.
Bol gizemli, macera dolu ve esprilerin havada uçuştuğu bu kitabı elbette öneririm. Dediğim gibi, HP izleri çokça var. Ama karakterler bakımından özgün bir kitap.
Rainbow Rowell candır. Bizde çevrilip de okumadığım tek bir kitabı kaldı: Sabit Hat. Zengin olunca alırım, malum para durumları süper düşüşte. :D 
İşte böyle gençler. Kısa zamanda görüşmemiz dileği ile...

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Bu bir seriymiş. İkinci kitap 2020'de çıkacak. Amin... Ne diyeyim?

30 Haziran 2018 Cumartesi

Kitap Yorumları: Seç, Beğen, Oku

Merhabalar
Şimdi arkanıza yaslanın ve aylar aylaaar önce okuyup da yorumunu girmeye üşendiğim kitapların kısa ama doyurucu yorumlarını okuyun. Ne yapayım? Bunlar da benim evlatlarım. Blog'a yorumlarını yazmasaydım içim sızlardı. Çareyi böyle buldum. Ki, daha önce de buna benzer bir şey yapmıştım. Tembel Jane...
Nisan ve mayıs ayında okuduğum kitapları blog'a girememiştim çünkü bir takım koşuşturmalı işlerim vardı. Hazır bu aralar vakit buluyorum, hemen yorumlarınızı yazayım dedi.

Sis Hırsızı, hiç aklımda olmayan bir kitaptı. Ta ki yazarı Lavinia Petti'nin İTEF için İstanbul'a geleceğini duyana kadar... Hemen kitabı kaptım ve okudum. Zaman yolculuklarını sever misiniz? Ben bayılırım! O yüzden severek okuduğum bir kitaptı. Alice Harika Diyarı havasında ama yazarın kendine özgü kurgusuyla ortaya çok enteresan bir kitap çıkmış. Lavinia Petti'ye bunu söylediğimde gülümseyip,"gerçekten mi?" demişti. Kendisi çok mütevazi ve sempatik bir yazardı. İyi ki okumuşum dedim. Ve Timaş Yayınları'ndan okuduğum ilk kitap diyebilirim. 😊

"Unutmak, hatırlamaktan daha büyük cesaret ister."

Oasis de okumayı düşündüğüm bir kitap değildi. Yazarı Eilis Barrett, İTEF için İstanbul'a geliyor diye hemen okuyayım dedim. Biraz beklentisiz başladım. Çünkü yazarımız bu kitabı 16 yaşında yazmış. Buna hem şaşırdım hem de imrendim. Çünkü Oasis bir distopya. Distopya türüne aşık olduğumu bilmeyen kaldı mı? O yüzden kitabı okurken beklentilerimi en düşük seviyede tuttum çünkü o kadar enfes distopyalar okudum ki, Oasis, yazarın ilk tecrübesi olduğu için bir şeyler beklemememin sebebiydi. Ki öyle de oldu. Bu kitabı ilk kez distopya okuyacaklara öneririm. Yoksa kurguyu basit bulabilirsiniz. İkinci kitabı Genesis'i de okuyup seriyi sonlandıracağım. 

Momo... Herhalde bu kitabı okumayan bir tek ben değilimdir. Geç kaldığımı da biliyordum ama nedense her zaman kitaptan uzak durdum. Bunun sebebi çok okunması ve herkeste yerinin ayrı olması. Bu tarz kitaplar nedense gözümü korkutuyor ve okumam için baya bir zaman geçmesi gerekiyor. Ama hiç unutmuyorum. Ortaokuldaydım ve en yakın arkadaşım Kabalcı Yayınları'ndan çıkan Momo'yu okuyordu ve "Hayatımda bu kadar harika bir kitap okumadım," diyordu. Ta o zamanlardan beri kitaptan tırstım. Neden bilmiyorum, belki sizde de öyle oluyordur. Neyse. Geçen gün baktım Pegasus enfes basmış. Hemen alıp, okudum. Evet, çok anlamlı ve etkileyici bir kitap ama favorim diyemem. Yine de iyi ki okumuşum dedim. Çünkü gerçekten çok güzel bir şeye değiniyor.

"Herkes çok iyi bilir ki bazen bir saatlik süre insana ömür kadar uzun gelirken, bazen de göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider. Zamanın bu garip kısalığı ve uzunluğu, o saat içinde yaşanan olaylara bağlıdır. Çünkü zaman, yaşamın kendisidir. Ve yaşamın yeri yürektir."

Ah Franz Kafka... Nedense aramızda bir bağ olduğunu hissediyorum. Tüm kitaplarını yalayıp yutmak ama aynı zamanda ağırdan almak istiyorum. Aforizmalar, eserlerindeki alıntılardan oluşuyor. En sevdiğim şey de yazarların favori kitaplarından alıntılar okumak... Keşke bunu tüm yazarlar için yapabilseler. Franz Kafka'nın alıntıları elbette enfesti! Bütün kitabı sarıya boyayabilirdim. Bazı cümleleri adeta beni yansıtmış. Kitabı bitirince Franz Kafka'yı neden bu kadar çok sevdiğimi anladım. Duygusal insanlarız yav.

"Belirli bir noktadan sonra artık geriye dönüş yoktur. İşte bu noktaya erişmek gerekir."

Franz Kafka'dan sonra kitaplarını okumak için sabırsızlandığım bir diğer yazar ise Stefan Zweig. Beni şaşırtan yazarlardan biri. Şu ana kadar iki kitabını okudum ve ikisinde de durağan başlayıp sonlara doğru beni sarmaladı. Özellikle Satranç, "nereden nereye be" dedirtti. Sıfır beklentiyle başladım ve kitabın sonunda aydınlandım. Kitabın adının neden Satranç olduğunu daha iyi anladım. Kurgu zekice düşünülmüş. Okurken, kurgudaki olayların bağlantısını çok seveceğinizi düşünüyorum. Dolandırmıyor ama ilmik ilmik işliyor. O zaman daha çok Stefan Zweig okumam dileği ile diyelim...



Sadece metroda okuyarak bitirdiğim bir kitaptan bahsedeyim. Tavşan Yılı. 41 dile çevrilmiş ve İskandinav edebiyatının kült eserlerinden biri olmuş. İlk kez Finlandiyalı bir yazar -Arto Paasilinna- okudum. İnanılmaz bir deneyimdi. Kitabı kesinlikle öneririm. Tarzı çok farklı. Herkes kaldırabilir mi bilmiyorum ama benim çok hoşuma gitti. Konusu şöyle: Orta yaştaki bir gazeteci maraton hayatından sıkılmıştır ve bir gün fotoğrafçı arkadaşıyla yol ortasında bir yaban tavşanına çarparlar. Vatanen, gazeteci, tavşanın yarasına bakmak için arabadan iner ve ormana kaçan tavşanın peşine düşer. Sonrasında tamamen kendi hayatından kopar ve tavşanla beraber bir sürü maceraya atılırlar. Dediğim gibi çok değişik ve ilk kez okuduğum bir türdü. Kısa ama eğlenceli ve anlamlı maceraları çok hoşuma gitti. Tavşan Yılı'na bir göz atın derim. 😍

Ve son olarak bugün bitirdiğim kitaptan bahsedeyim. Peter Ackroyd'ın Edgar Allan Poe'un biyografisini yazdığı "Poe: Kısacık Bir Hayat" kitabını okudum. Bunu okumamın sebebi haziran ayı şiir kitabı için Poe'nun Bütün Şiirler kitabını okuyorum ve şair hakkında da bir şeyler okumak istedim. Şiirlerinde hem kendini hem de yazdığı dönemi fazlasıyla yansıtıyor ve buna yabancı kalmak istemedim. Kitap incecikti. Sabah başladım, öğleden sonra bitti ve şu an her şey daha net. Poe çok başarılı, ünlü ve İngiliz edebiyatının en önemli ismi olabilir ama kısa hayatında (40 yaşında vefat etmiş) çok ızdırap çekmiş. Mutlu olduğu günler o kadar sayılı ki bunu biyografisini okuyunca daha iyi anlarsınız. Şu an gözümde bambaşka bir Poe var. Yarın şiir kitabı yorumunu yayımlayacağım.

O zamana kadar kendinize cici bakın. 

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane


18 Mart 2018 Pazar

Kitap Yorumu: Tatyana ve Alexander - Paullina Simons

Merhabalar
Bu aralar keyifle kitap okuyorum. Çünkü hayatımda başka heyecanlı bir şey yok. 😔 İş hayatı bazen cidden çok yorucu, sıkıcı ve stresli olabiliyor. O yüzden kendimi kitaplarla terapiye sokuyorum. Müthiş işe yarıyor, öneririm.
Gelelim benim aşkla okuduğum seriye... Tatyana ve Alexander macerası... İkinci kitabı okuyana kadar canım çıktı. Hem uzun hem karışık hem de kitabı okurken araya hep başka bir şeyler sokmak zorunda kaldım. Ve birkaç saat önce kitabı bitirdim. Uzun zamandır bir yolculuktan dönmüşüm gibi hissettim. Şöyle Rusya, Polonya, Almanya, Amerika yapıp geldim. 

İlk kitap Bronz Atlı bitince serinin devamı için baya panik oldum. İlk kitabı okuduğunuzu varsayarak birkaç bilgi vereceğim. Aşırı zorlu savaştan bahsetmeyeceğim. Okurken boğazım milyon kez düğümlenmişti. Böyle tarihi ama savaş detayları içeren kitapları okumayı cidden seviyorum. Bronz Atlı o yüzden beni fazlasıyla doyurmuştu. Tatyana'nın bütün ailesini açlık sebebiyle kaybetmesi, Alexander ile çok ama çok zorlu bir yolculuğa çıkmaları, evlilikleri sonrasında Alexander'a atılan "ihanet" iftirası ve idam kararı, Alexander'ın Tatyana'yı kurtarmak için planlar yapması, hamilelik ve sonunda yollarının ayrılması. Alexander giderek daha fazla kızgınlaşan savaşın içinde yaşam mücadelesi verirken Tatyana'nın Amerika'ya ulaşması... Adeta film tadında bir kitaptı.
İkinci kitap kaldığı yerden devam ediyor. Çok ama çok uzun bir yolculuk sizi bekliyor. Yazar adeta döktürmüş. Tek sorun çok fazla savaş terimleri olmasıydı. Ben tarihi çok seven biri değilimdir. O yüzden kitapta yer alan tarihi bilgiler beni boğdu. Sabırla okudum ama bana bir katkısı olmadı. Yazar sanırım karakterlerine sığınıp biraz tarih dersi vermek istemiş. Eh, ben derslerde olduğum gibi ilgisiz bir şekilde okuyup geçtim. Ama bildiğim yerler hakkında -Rusya ve Polonya, özellikle Polonya'nın Krakow şehrinden bahsederken- bilgiler olduğunda dikkatimi verdim. Yazar Türkiye hakkında da bir şeyler biliyor ki bizden de bahsetmiş. Ankara kelimesini görünce ister istemez sırıttım. Yani kitapta yok yok.

"Bu dünyada yalnız yürürüz ama eğer şanslıysak bir şeye, birine ait olduğumuz bir an gelir, bu da bir ömür yalnızlığımız boyunca bize güç verir."

Gelelim karakterlere... Tatyana şu an benim gözümde en güçlü kadın karakterlerden biri. Çok ağır bir savaştan çıkarak Amerika'ya ulaşması, tek başına çocuğunu doğurup bakması, hastanede çalışmaya başlaması, Alexander'ı unutmayıp ve ona sadık kalarak kendi halinde yaşaması... Ve sonra bir ipucu ile Alexander'ın yaşayıp yaşamadığını öğrenmek için harekete geçmesi... Yemin ederim şu hayatta Tatyana gibi birini bulmak neredeyse imkansız. Kadın adeta Superwoman. Kitabı okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız. Öyle hayranlıkla okudum ki... Ve gurur duydum. İnanılmaz güçlü bir karakter. Özellikle kitabın sonlarına doğru ben bile hırslandım. Böyle o amacına ulaşıp, rahat bir nefes alınca oturup ağlayasım geldi. Sanki yıllarca onunla beraber nefesimi tutup ne olacak diye beklemişim gibi zafere ulaşmış gibi hissettim. Cidden bu duygu anlatılmaz, okuyup yaşanılması lazım. 😍

Alexander'a gelirsek. Adam sürprizlerle dolu. Tatyana'nın onun öldüğünü düşündürtüp tam savaşın göbeğinde mücadele etmeye devam etti. Hakkında çıkan ihanet suçlamalarından, idamlardan, tutuklanmalardan mücadele ederek üstesinden geldi. Bunun bir sebebi de çocuğunun ve eşinin hayatta kalarak Amerika'ya ulaştıklarını ummasıydı. Bir gün onlara kavuşacağını düşünerek yaşam mücadelesi verdi. Ama ne mücadele! Bir ara kesin umudunu kesip, tamamen teslim olacak sandım. Ben bile okurken beyaz bayrak sallayasım geldi. Sınırlarını fazlasıyla zorladı. Savaş sırasında birçok şaşırtıcı olayla da karşılaştı. Spoiler vermeyeceğim ama 'yok artık, daha neler' dedirten şeyler de yaşadı. Tam ben böyle "ah çocuğum be daha ne kadar işkence çekeceksin," derken Tatyana adeta şimşek gibi ortaya çıkıp kurtarıcı melek oldu. Ve işte o zaman Alexander'ın içinden adeta bir öküz çıktı. Balyozla kafasına kafasına vurmak istedim. Anneannemin meşhur bir sözü vardır: "Acıma yetime döner koyar popona." 
Belki burası birazcık spoiler olabilir ama inanın masum bir spoiler. Yani Alexander'a sövmem için bu kısımdan bahsetmem lazımdı. Acayip öküz biri oldu. Tamam, ona bir şey olmasın diye çabalıyorsun, okey deneyimlerin daha fazla ama Tatyana sana ulaşabilmek için kız neler yaptı be! Sonra gelmiş kızı tersliyorsun. Ya şu erkekleri anlamak mümkün değil. Hep o güçlü hep o haklı hep onun dediği olacak. Dolma biberi oyar gibi oymak istedim. Neyse. Kitabın sonuna doğru acayip kıl oldum ama kitabın sonu bir nebze olsa da iyi bitince sakinleştim. Çok kötü bitseydi ortalığı ateşe verebilirdim. 😒
Üçüncü kitap için yerlerde sürünebilirim. Çünkü yazar nasıl devam edecek, karakterlere nasıl işkence çektirecek çok ama çok merak ediyorum. 
Bence bu seriyi hemen hemen herkes sever. Çünkü aşk hikayesi çok dokunaklı ve yapmacık değil. Çok gerçekçi. Tarihi aşkın savaşla harmanlanıp size sunulduğunu düşünün. Bana göre bu karışım tadından yenilmez bir şey. Bu tarz kitap önerilerine sonsuza kadar açığım. 💛

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

20 Aralık 2017 Çarşamba

Kitap Yorumu: Bridget Jones'un Günlüğü - Helen Fielding

Merhabalar
Bu aralar birbirinden çok farklı kitaplar okuduğumu fark ettim. Bunu biraz bilinçli yapıyorum çünkü kitaplığımda farklı türlerden okunmayı bekleyen bir yığın var. Hazır bu dönem boş vaktim var dedim doyasıya okuyayım. 1984 sonrası kafamı hafif bir şeylerle dağıtmak istedim ve elime Bridget Jones'un Günlüğü geçti. 
Aslında bu seriyi okumak hiç aklımda yoktu. Benim gibi bir kitap kurdu olan teyzem seriyi toplu alıp okumuş. Geçenlerde, 'mutlaka oku' diyerek kitapları kucağıma verince ben de merak edip seriye başlayayım dedim. İyi de oldu aslında. Tam romantik-komedi kıvamında ve sizi hiç boğmayan bir anlatımı var.
Ortada belli bir kurgu yok aslında. Bridget Jones, 30'lu yaşlarında ve hala bekar olan bir kariyer sahibi genç kadındır. Ülkemizde de aşina olduğumuz gibi 'evlilik' baskılarına maruz kalmaktadır. Ama onun aklı hala beş karış havadadır. Bkz; bu ben oluyorum. 22 yaşında olmama rağmen 'eee birileri yok mu hayatında, üniversitede hiç mi olmadı' gibi sorulara maruz kaldıkça, 'hayır kimse yok hayatımda, oldu ama istemedim, ay ben kariyer yapacağım evlilik ve çocuk bana göre değil' diye sıvışmaya çalışıyorum. Yani bu baskı neden yapılır bilmiyorum. Bekarım ve süper mutluyum. Genelleme yapmak istemiyorum ama şimdiki dönemdeki erkeklerin kısıtlamalarını, kıskançlıklarını ya da sorumsuzluklarını çekmek istemiyorum. Sevmeyi seven biri olarak bile artık gözüme birine kestirip dede soyuna kadar derinlemesine bir araştırma yapmıyorum artık. En son göreceğimi gördüm ve şimdi kendi halimde memnunum. Bridget Jones da böyle düşünüyordu ki hayatı birden karman çorman oldu. 😃 Çok komik bir anlatımı var. Bazen daldan dala atlıyor ama dediğim gibi ortada bağlantılı bir kurgu olmadığı için bu göze batmıyor. Bizim PuCCa tarzında bir seri olmuş. Hatta onun yabancı versiyonu bile diyebilirim. Tek fark, bu yazarın bir kurgusu. Yani gerçek hayatından da alıntılar yapıyor olabilir, bilemedim. 

(Eski sevgilisi ve onun yeni kız arkadaşından bahsederken...) "Umarım ikisi de obez olur da vinçle camdan çıkarmak zorunda kalırlar."

Neyse. Tam zaman öldürmelik, çerez bir kitap olmuş. Bayıldım, hastası oldum diyemem ama hafif bir şeyler okumak isteyenlere öneririm. Seriye devam edeceğim. Okurken illaki Bridget'tan kendinize ait bir şeyler buluyorsunuz. Mesela ben de onun gibi yediklerime çok dikkat ederim, hiç üşenmem kalori hesabı yaparım, tatlıyı aşırı kaçırınca vicdan azabı çekerim, kendime bir şeyi yapmayacağıma dair söz verip diğer gün dayanamayıp yaparım, erkekler konusunda hep yanlış kapıyı didiklerim falan filan. O yüzden Bridget Jones'u çok sevdim ve sıradan bir konusu olmasına rağmen okumaya devam edeceğim. Size de öneririm. 👀

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

25 Kasım 2017 Cumartesi

Kitap Yorumu: Bronz Atlı - Paullina Simons

Merhabalar
Şimdi size yorumunu yazarken aşırı zorlandığım bir kitaptan bahsedeceğim: Bronz Atlı. Yorum konusunda beni çok zorladı çünkü hem kalın bir kitap hem de kendi içinde de iki kısımdan oluştuğu için spoilersiz bir şeyler yazmak imkansızdı. Bir şeyler yazdım umarım kitabın hakkını vermişimdir. 👀
Bronz Atlı buram buram tarihi aşk kokan bir kitap. Sayfa sayısı -823- sizi hiç korkutmasın çünkü çok akıcı. Bunun sebebi elbette yazarın dili ve çevirmenin (Leyla İSMİER ÖZCENGİZ) çevirisi kesinlikle. Savaş terimleri, uzun betimlemeler o kadar güzel çevrilmiş ki kitap cidden su gibi akıp gidiyor. 👌
Gelelim hem karakterlere hem kurguya... Olaylar Rusya'da geçiyor. Yıl 1941 ve tam savaşın patlak verdiği zaman. Baş karakterimiz Tatyana, henüz on yedisinde çok güzel, sempatik, saftirik ama aynı zamanda çok cesur bir kız. Kalabalık ailesiyle (anne-baba, ablası Daşa, ikiz erkek kardeşi Paşa, büyük anne-baba) beraber kutu gibi bir evde yaşamaktadır. Bir gün savaş haberi radyodan duyulunca babası, Tatya'yı erzak almaya yollar. Pek yiyecek bir şeyler bulamayan Tatya en sevdiği dondurmadan almaya karar verir. Bir yandan dondurmasını yiyip bir yandan bankta otobüsünü beklerken birinin onu izlediğini fark eder. Uzun boylu, yapılı, pek Rus erkeklerine benzemeyen ama çok yakışıklı üniformalı bir genç adam karşı yoldan Tatyana'yı izlemektedir. Sonrasında genç adam yanına gelip kendini tanıtır. Alexander Belov, 22, Kızıl Orduda subaydır. 😍
Gel zaman git zaman bu ikili Tatya'nın iş çıkışlarında buluşup eve yürüyerek giderken sohbet etmeye başlarlar. Savaş iyice yüzünü göstermeye başlamıştır. Orduya alınmaması için Paşa başka bir yere yollanmıştır. Bu sırada Alexander'ın emrinde olan ama aynı zamanda yakın arkadaşı olan Dimitri de kıza vurulmuştur. Açlık, kıtlık sorunları derken bir gün şaşırtıcı bir şey olur. Bu üçlü beraber Tatya'nın evine erzak taşımaya giderler. Kapıdan içeri adım attıkları an Daşa, Alexander'ın boynuna atlar. Ta ta taaam! Çıkmaza hoşgeldiniz. 😒

"Aşk, sevdiğin kişi tarafından sevilmektir."

Yani bundan sonrasını anlatmayayım gidin, okuyun kafayı yiyin demek isterdim. Ama yo, daha durun. Kurguyla ilgili daha fazla bir şey söyleyemem çünkü kitabın ikinci kısmı spoiler kaynıyor. Şunu söyleyebilirim; yazar savaş olayını öyle gerçekçi anlatmış ki... Adeta o sahneleri yaşadım. Sanki Rusya'dayım ve savaşın içindeyim. O açlık sorunları, karneyle yemek sırasına girişleri, kışın getirdiği buz gibi havayı, imkansızlıkları, zorlukları... Müthiş ötesi anlatmış. Yok böyle bir şey. Savaşın masumlar üzerindeki etkisini sayfalarca okumak tüylerimi diken diken etti. Çaresizliği iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Kesinlikle tam bir tarihi aşk romanıydı! 👍
Şimdi gelelim karakterlere... İki baş karakter de süper dengesizdi. Yani Tatya'yı çok sevdim. Böyle kıpır kıpır ama aynı zamanda çok saf bir kız. Ailesi onu zayıf halka olarak görse de en güçlüleri oydu. Ki zaten kitabın ikinci yarısında da Tatya'nın farkını anlayacaksınız. Mücadele etmeyi, sevdikleri için kendini paralamayı çok seviyor. Şey böyle, kölelik ruhu var kızda resmen. Herkes her işini ona yaptırıyor ve onun gıkı çıkmıyor. Bu durumlara sinir olsam da Tatya baya halinden memnundu. Ona dengesiz dememin sebebi de şuydu; Alexander'a deli gibi aşık ama ablasının da ona aşık olduğunu bildiği için uzak durmaya çalışıyor. Sonra yapamıyor, kendini salıyor. Sonra vicdandan geri çekiliyor. Öyle böyle derken kitabın sonuna kadar böyleydi. Hep aklında Daşa vardı. Bırak ya, ablası süper uyuzun tekiydi! 😔

"Benim senden öte bir dünyam yok," dedi Tatyana kırgın bir sesle. "Ne oyun oynamayı bilirim ne de numara yapmayı. Yalan söyleyemem, içim dışım birdir."

Alexander yakışıklısına gelirsek... Ya dehşet-ü-l vahşet bir çekiciliği var adamın. Tatya'ya olan ilgisini okurken erimek mümkün. Ama Daşa'yı bırakmaması çok uyuzuma gitti. Sen ne iş? Böyle bazı yerlerde çok pasif geldi. Sonra baktım ooo erkek olmuş, tavır koymalar falan. Tamam, dedim oluyor bu iş. Ama o kadar dengesiz davranıyor ki... Dimitri salağı Tatya'nın ağzının içine girecek hiç tepki vermiyor. Neymiş, Daşa öğrenmesin. Dimitri de bilmesin yoksa Tatya'ya daha çok bağlanır. Bazen cidden kafayı yedirtecekti. Kitabın ikinci kısmından bahsetmeyeceğim ama Alexander'ı o zaman göreceksiniz... Neden gerçek değilsin sen! diye isyan edebilirsiniz. 😃 
Dimitri isminden soğutan bu karakteri bir kaşık suda boğmak isteyebilirsiniz. Alexander'ı sürekli kıskanan, ne yapsa taklit eden, Tatya'yı da sırf Alexander kapmasın diye gözüne kestiren pisliğin tekiydi. Alexander'ı son ana kadar fena süründürüyor çünkü onun büyük ve etkileyici bir sırrını biliyor. Bunu sürekli koz olarak kullanıyor. Ay popişimin kenarı. Ölse de kurtulsak diye söylendim ama mübarek dokuz canlı. 😒
Kitabın sonu ayrı bir işkenceydi. Fuarda ilk kitabı alırken 'bence ikincisini de alın' diyen kadını dinlemeyen bendeniz, sürünüyor şuan. Alexander'ı, Hulk'ın Loki'yi yerden yere vurduğu gibi vurasım geliyor. Ya fedakarlık yapmasan ne olur? Gerçek aşkı bulmuşsun dibine kadar yaşasana! Şimdi ikinci kitabı okuyana kadar yerimde duramayacağım. O yüzden en kısa zamanda kitabı alacağım. Bronz Atlı'yı okumaya karar verdiyseniz ikisini birlikte alın. 3.kitabı da çok bekletmezler diye umuyorum. 😪

"Avucunu aç, içine benim için bir öpücük kondur ve sonra elini kalbine bastır."

Bronz Atlı, dolu dolu aşkı ve savaşı anlatan, Tatyana ile Alexander'ı unutulmaz kılan, fedakarlıklarla dolu ve heyecanı hiç bitmeyen bir roman. Okurken gerçek hayattan kopacaksınız, karakterleri benimseyip sanki aralarında yaşıyormuşsunuz gibi hissedeceksiniz. 💚

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

12 Kasım 2017 Pazar

36. İstanbul Kitap Fuarı - TÜYAP

Merhabalar

Size tam bir hafta gecikmeli olarak İstanbul Kitap Fuarı maceramı anlatacağım. Geçen hafta bugün, yani fuarın 2.günü koştur koştur kitapların arasına daldım. Instagram'dan gideceğimi bildirmiştim ve birçok kişi görüşmek istediğini de yazmıştı ama hiç öyle bir fırsatımız olmadı ne yazık ki. İstanbul'da çok kısa bir süreliğine kaldığım için fuarda da çok oyalanamadım. Ki zaten dediğim saatten tam üç saat sonra fuara gelebildim. Düşünün bendeki tembelliği... 😃 Neyse, keyifli maceramı anlatayım.
Fuara adım atar atmaz Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'na uğradım çünkü çok yakın arkadaşlarımdan biri orada çalışıyordu. Başı çok kalabalık olmasına rağmen kitap kurdu arkadaşımla ayaküstü sohbet ettik ve bir tane klasik almaya karar verdim. Gurur ve Önyargı'yı sonunda aldım! Başka bir yayıncıdan almayı planlıyordum ama sonra vazgeçtim ve en iyisi klasikleri Türkiye İş Bankası'ndan okumaya devam edeyim dedim. Bir Uğultulu Tepeler faciası da yaşamak istemiyorum.
Efenim, sonra Yabancı Yayınları'na uğradım. Sırf Merve Özcan'ı ve Thpensieve'yi görmek için. İkisiyle de yüz yüze tanışabildim sonunda. İkisi de birbirinden sempatik ve sıcakkanlı insanlardı. Çok yoğun oldukları için ayaküstü sohbet ettim onlarla da. Ama o bile yetti. Oradan kitap almadım çünkü listemde Yabancı'ya ait bir kitap yoktu. Sonrasında Pegasus'a gittim. Esra Nazenin'i orada görünce baya şaşırdım çünkü çalışacağını bilmiyordum. Onunla da yüz yüze tanışmış oldum. O zaten her daim sempatik bir blogger. Pegasus'tan Bronz Atlı'yı aldım. Bu fuarda kayda değer indirimleri vardı cidden. İnternetteki fiyatlarıyla hemen hemen aynıydı.
Uzun aramalarımdan sonra Artemis Yayınları'nı bulabildim. Bu sefer fuar nedense çok karışık geldi. 😃 Olsundu, İpek Ongun imzalı Bir Genç Kızın Gizli Defteri'nin 100.baskını ve tabii ki Cassandra Clare'in yeni kitabı Gölgelerin Lordu'nu aldım. Artemis beni hep mutlu eden indirimler yapıyor. Canımsınız.
Sonrasında YKY'dan Kasım ayı için şiir kitabı aldım. Edip Cansever'in Yerçekimli Karanfil'ini aldım okudum bile. Yorumu gelecek. Bir de Can Yayınları'ndan George Owell'ın 1984 kitabını aldım. Bu yıllardır aklımdaydı ama nedense geçen gün sınıfta bir çocuk bu kitabı öyle ballandıra ballandıra anlattı ki fuarda alacağım dedim ve aldım.
Son olarak Arkadya Yayınları'na uğradım. Çünkü orada benim canım stajyer amirim Yasemin hanım vardı. Onu görmeden gidemezdim. Kısa ama çok keyifli bir sohbet ettik. Yasemin hanımı gördükçe bana ilhamlar geliyor çünkü resmen hayal ettiğim hayatı yaşıyor. Tüh tüh nazar değmesin. 😃 "Bana hangi kitabı önerirsiniz?" diye sordum ve direk "Kelebek ile Keman" kitabını hediye etti. Acayip merak ediyorum çünkü Arkadya'nın tarzı bana baya baya uyuyor. Dram, aşk, tarih...
Bunların dışında... Valla ilk defa jet hızıyla alışveriş yaptım. İnsanın alacakları belli olunca baya hızlı geçiyor fuar. Bir de artık insanlar fuara sadece gezip, blogger'larla tanışmak için geliyor bence. Çünkü internette fiyatlar çok daha uygun. Özellikle Pegasus'un. Çok nadir alıyorum ama alınca tam alıyorum. O yüzden bu seneki fuar hem bütçeli hem çok keyifli hem de sakindi. Resmen üç yıl sonra fuara gidebildim. Sözde İstanbul'da yaşıyorum ama okul için sürekli evden uzak olduğum için bu sene anca gidebildim.
Eğer Ankara'da olursam Ankara Kitap Fuarı'na da katılacağım. İzmir Kitap Fuarı'na da katılmak istiyorum nedense orası daha eğlenceli gibi. Ve Sevinç ablayı görmek istiyorum deli gibi. 😃 Bakalım, ben böyle diyorum ya illa bir aksilik çıkar.

İlerleyen günlerde kitaplarımı sakin sakin okuyup, enfes yorumlar gireceğim. Hazırlıklı olun!

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

1 Ekim 2017 Pazar

Kitap Yorumu: We Were Liars (Yalancılar) - E. Lockhart

Merhabalar
Günlerdir başka şeylerle uğraşmaktan blog'a yazamaz oldum ve elimdeki kitap süründü. Blog'u çok özledim! Şu anda hayatımdaki en renkli şey diyebilirim. 😍 O yüzden ilk iş buraya kaçtım.
Neler mi yaptım? Edebiyat alanında geniş kapsamlı araştırmalar yaptım ve yeni üniversitem için bölümümü kararlaştırdım. (Detaylar hafta içi gelebilir.) Farklı alanlardan kitaplar araştırdım ve birkaç düzen yaptım. Bununla ilgili bir yazı yazacağım ve sizin de fikirlerinizi alacağım.

Ama bu yaz yaptığım en iyi şey İngilizce kitap okumak oldu. Öncesinde hep kısa hikayeler okuyordum. Nedense orijinal dilinde roman okumak bana korkutucu geliyordu. En sonunda We Were Liars'ı elime aldım ve okudum. Taa iki yıl önce pdf indirip çıktısını almıştım ama okumak için daha yeni cesaretlendim.Kitabı uzun vadede okudum çünkü sadece akşamları göz atabildim. Yine de korktuğum gibi zorlu geçmedi. İngilizce seviyesi bana normal geldi. Betimlemeler sıkmadı ya da çok sık bilinmeyen kelimeler karşıma çıkmadı. Zaten ilk birkaç sayfadan sonra diline hakim oldum ve rahatlıkla okudum.Kitabı bitirince Pegasus Yayınları'ndan çıkan çevirisini de göz attım. Bakayım, kurguyu doğru anlamış mıyım diye. Thanks God! Ben bu işi çözmüşüm. Kitabı tamamen doğru anlamışım ve kurguyu çözmüşüm. O yüzden rahatlıkla yorumunu yapabilirim. 😏
We Were Liars - Yalancılar, bir gençlik kitabı. Kitapta çok fazla karakter var ama ana hatlarıyla durum şu; Sinclair adında büyük bir aile var ve bunlara ait bir ada var. Baş karakterimiz Cadence Sinclair Eastman. Olaylar onun gözünden anlatılıyor. Anne ve babası ayrı. Annesinin de iki kız kardeşi var. Kuzenleri Mirren, Johnny ve teyzelerinden birinin kocasının yeğeni olan Gat ile her yaz adada toplanıp tam olarak gençliklerini yaşıyorlar. Aile fazlasıyla kalabalık. Mirren'in ve Johnny'nin de kardeşleri var. Büyükanne ve büyükbaba faktörü de var. Yani anlayacağınız karakterlerle dolu bir kitap.
Bu dört karakter dediğim gibi her sene adada toplanıp, yazın tadını çıkarıyorlar. Ama bir yaz dönemi bir şey oluyor. Cadence hafızasını kaybediyor. Ve sürekli migreniyle beraber baş ağrılarıyla başa çıkmaya çalışıyor. Etrafına neler olup bittiğini soruyor ama kimse anlatmıyor. Çünkü doktorunun dediğine göre kendisinin hatırlaması lazım.
Ve Candence bir süre sonra hatırlamaya başlıyor. Açıkçası hatırladıkları şeyler deprem etkisi yarattı bende. Yavaştan sarsıntılı gerçeklere geçiş yapıyor ve kitabın sonunda böyle psikolojim bozulacak kıvamdaydı. Hiç beklemediğim bir sonla bitti. Yani 'beyin yakan' kurgulardan biriydi. Belki bazıları için basit gibi gelebilir ama ben okurken çok şaşırdım. Hatta acaba yanlış mı anlıyorum bile dedim. Doğruymuş... Sonu bana çok acı verici geldi. O yüzden kitabı çok sevdim. Acı sonlara bayılırım.👀
Kitabı öneririm. Çerezlik tadında okuyabilirsiniz. İngilizcesine güvenen de orijinal okusun derim. Baya katkısı olur. Ama çevirisi de güzeldi. Yalancılar'ı alıp okuyabilirsiniz. İlginç, şaşırtan ve sizi yormayan bir kurgusu var. 

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

31 Ağustos 2017 Perşembe

Kitap Yorumları: Eğer Yaşarsam 1-2 / Gayle Forman

Merhabalar

Size şimdi 'bu seriyi okumayacağım' deyip de arka arkaya iki kitabını da okuduğum serinin yorumunu yazacağım. Gerçekten Eğer Yaşarsam serisini okumayacaktım. İlk kitabıyla karşılaştığım zaman filmi de çıkmıştı ve merak edip fragmanını izlemiştim. Konusu bana çok tanıdık geldiği için kitabı da filmi de es geçtim. Sonra, kader işte, Gayle Forman'ın Sadece Bir Gün kitabını okudum. Açıkçası Eğer Yaşarsam'ın, Gayle Forman'a ait olduğunu bilmiyordum. Ve Sadece Bir Gün kitabının bendeki yeri çok ayrıdır. Kitabı o kadar çok sevdim ki yazara bir şans daha verdim ve Eğer Yaşarsam serisini okudum. İyi ki de okumuşum. Ön yargılarım boşunaymış. Yazar hiç çizgisini bozmamış. Romantiklik konusunda tam bir uzman. Klişelerden süper uzak duruyor ve tam kendi tarzında yazıyor. O yüzden bu seriyi de sevdim. 😍

Eğer Yaşarsam, Mia adındaki bir genç kızın ailesiyle beraber trafik kazası geçirip, hastaneye kaldırılmasıyla olaylar başlıyor. Başta size sıradan bir kurgu gibi gelebilir. Evet, aslında öyle. Kaza olur, kız çok ağır yaralıdır ve kaza anından sonra olayları dışarıdan izlemeye başlar. Bir nevi ruh-beden ayrımı yaşar. Ama yazar kurguyu öyle dolu dolu yazmış ki... Hastanedeki zamanında sadece oradaki olayları anlatmıyor Mia, aynı zamanda kazadan önceki yaşamından da bahsediyor. Geçmiş ve şimdiki zaman arasında süper bağlantılar kurmuş yazar. Mia'nın ailesiyle olan iletişimi, çellist olmaya karar vermesi, onun tam tersi bir müzik anlayışına sahip ve bir rock grubunda olan erkek arkadaşı Adam ile tanışması ve devam eden ilişkileri, yakın arkadaşı Kim'le olan diyalogları, aile yakınlarıyla olan anıları ve daha aklıma gelmeyen bir sürü güzel sahneler vardı. Yazar bir insanın hayatta kalması için gereken en güzel anıları bu kitapta toplamış. Mia komada ama etrafında onu sevenlerinin olduğunun farkında. Aslında kitap güzel bir ders veriyor; hayatınız yokuş aşağı yuvarlanabilir ama yolun sonunda sizi güzel şeyler de bekleyebilir. Kısa ve basit bir anlatımı olduğu için rahatlıkla okuyabilirsiniz kitabı. Gayle Forman'ın daha da hayranı oldum.🙌 (Ve filmi de izlemeyi düşünüyorum. İzleyenler varsa yorumlarını bekliyorum.)

Sen Gittiğinde, serinin ikinci kitabı. Bu yorum ilk kitapla ilgili SPOILER içerebilir. Çok detay vermeyeceğim ama yine de siz bilirsiniz. Sen Gittiğinde'yi Adam'ın gözünden okuyorsunuz. Mia komadan çıkmıştır ve bir yıl geçmiştir. Bu süreçte çok farklı olaylar gerçekleşiyor. Mia kendini tamamen çellosuna odaklıyor ve New York'a taşınıyor. Adam ise bir süre içine kapansa da sonrasında harika şarkılar yazarak grubuyla başarıdan başarıya atlıyor. Dünya turneleri, albüm tanıtımları falan derken Adam da baya değişiyor. Hayatında başkası vardır ama Mia'nın yeri hala ayrıdır. Derken kader Adam ve Mia'nın yolunu kesiştiriyor. Yazar yine bir geçmişten bir de şimdiki zamandan sahneler yazarak ortak noktalar oluşturuyor. Yazarın bu anlatış şeklini çok sevdim çünkü çok başarılı! Adam ve Mia'nın bir gecelik New York maceralarını okumanızı çok isterim. Hem eğlenceli hem buruk hem de heyecanlıydı. Yani Gayle Forman'a bir kez daha hayran kaldım. Kadın kesinlikle nasıl etkileyici bir kurgu yazacağını biliyor. Ve bu kitap ilkinden çok daha iyiydi. Hatta ilk kitap da neymiş falan oldum ama tabii olaylar birbirleriyle süper bağlantılı. Bir de Adam'ın ünlü olma yolundaki anıları bana nedense One Direction grubundan bir üyeymiş hissini verdi. 😄 Yazar öyle bir anlatmış ki acaba dedim 1D üyelerinden birini mi örnek aldı? Ama yok, Adam çok farklı bir karakter ve kesinlikle çok sevdim. 👌

Kitabın sonunda yazar, kitabı yazarken dinlediği birkaç şarkıyı da eklemiş. Bu yorumu yazarken de onları dinliyorum. Ne diyebilirim ki? Gayle Forman tamamen favori yazarlarım arasında ve bir sonraki romanını okumak için cidden sabırsızlanıyorum!!!

"New York'ta yaşayan herkes bu şehri farklı sebeplerden seviyor. Sahip olduğu kültür. İnsan çeşitliliği. Koşturmacası. Yemekleri. Ama ben burada kendimi bir masal aleminde Paskalya yumurtası arıyormuş gibi hissediyorum. Her köşede karşına küçük sürprizler çıkıyor." -Mia

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Kitap Yorumu: Fangirl - Rainbow Rowell

Merhabalar

Size şimdi pamuk şekeri tadında bir kitabı anlatacağım. Rainbow Rowell'ın okuduğum ikinci kitabı ve yazarı giderek sevmeye başladım. Özellikle de Fangirl kitabı ile daha da kanım kaynadı. Aslında Fangirl'i İngilizce olarak okumak istiyordum ama sevdiğim bir çevirmen (Müge KOCAMAN ÖZÇELİK) tarafından çevrildiğini duyunca Türkçe olarak pdf formatında okudum. Ve kesinlikle en kısa zamanda alıp, kitaplığıma koyacağım. O yüzden pdf yerine bence direk kitabı alın derim. 😻

Fangirl, dediğim gibi tam pamuk şeker tadında. Kendimle süper özdeştirdiğim bir baş karakter var: Cath. Bu sevimli karakterimizin bir de ikiz kız kardeşi (Wren) var. Beraber üniversiteye başlarlar ama ikizi farklı ortamlarda takılmaları gerektiğini düşündüğü için ayrı yurtlarda kalırlar. Böylece Cath'in hayatına biraz renk gelir. Başta kendi kabuğundan çıkmaz ve yıllardır hayranı olduğu bir kitap serisinin 'hayran yapımı hikayelerini' yazmaya devam eder. Aynı zamanda bunları internette yayınlamaktadır ve bir sürü okuyucusu vardır. Ama bu 'yazar kimliğini' ikizi dışında kimse bilmemektedir. Müthiş yazarlığı dışında Cath çok kendi halinde biri. İkizi gibi alkol kullanmaz, gece dışarılara akmaz ya da arkadaş ortamlarına girmez. Bu demek değil ki tamamen yalnız. Yeni oda arkadaşı Reagan ve onun arkadaşı (aynı zamanda eski erkek arkadaşı) Levi daha ilk günden Cath'le tatlı tatlı uğraşmaya başlar. 


Kitabın genel hatları böyle ama inanılmaz sevimli sahneler vardı. Cath'in yazı yazmak için yalnız kalmaya çalışmaları, Simon Snow (hayranı olduğu kitap karakteri) takıntılığı, Levi ile olan komik diyalogları ve yazarlık dersindeki partneri olan Nick'le geçirdiği vakitler kesinlikle kitabın dolu dolu olmasını sağlamış. Böyle çok eğlenceli bir şekilde okudum. Elbette drama şeklinde birkaç daha olay vardı. Onları anlatmak istemiyorum, okudukça kendiniz keşfedin. 😊 

Cath'te kendimi çok gördüm çünkü; bir zamanlar ben de Alacakaranlık için hayran hikayeleri yazardım. Baya baya takıntılıydım ve hala benim için yeri çok ayrıdır. Yazarlığa merakım var ama daha çok okumayı seviyorum. Edebiyat okumak hayallerimden biri. Gözlük takmayı da seviyorum. Alkol alışkanlığım ve merakım yok. Doğal olarak gece dışarıya akmalar gibi bir olayım da yok. İçimin çok ısınmadığı insanlar dışında çok nadir birileriyle takılırım. Arkadaş ortamı yapmak için kendimi kasmam, genellikle kendiliğinden oluşur. Sonracığıma ilişki konusunda da çok benzerdik. Birini gerçekten sevmeden, benimsemeden ilişki yaşamayı sevmiyoruz. Öpüşmek, elele tutuşmak gibi şeyler çoğu insan tarafından sıradan bir şey gibi görünse de biz o anları özel olarak, taa içimizde hissederek yaşamak istiyoruz. Sıradanlığı sevmiyoruz. Makyaj yapmak ya da sürekli podyuma çıkıyormuş gibi giyinmeyi çekici bulmuyoruz. Ne bileyim, Cath resmen ben. Yazara gidip sarılasım geldi. Böyle karakterler bulunmuyor çünkü. Ya vahşi olacak, ya ağzı iyi laf yapacak ya da ne bileyim ilişkide uzman olan karakterler ön planda bu tarz kurgularda. Gözlüklü, balık etli, ilişki konusunda süper seçici olan kızlarımız nerede? İşte Cath onlardan biri ve onu çok sevdim. Favorilerim arasına girdi bile!

Levi'yi de çok sevdim. Genelleme yapacağım ama günümüz erkeklerinden çok farklı. Eğer üniversitede okuyorsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. 20'li yaşlardaki erkeklerden uzak durun. Levi gibiler hariç. Eh onlar gibisini bulmak da şu an yeni bir kıta keşfetmek gibi bir şey. Günümüzde artık yapay ve çıkarcılık içeren ilişkiler var. Açık konuşacağım erkeklerin tek derdi oranızı buranızı mıncırmak. Ben eski kafalıyım. O yüzden de Levi'yi çok sevdim. Pes etmiyor. Erkeğin yapması gereken şeyleri yapıyor. Çabalıyor, değer verdiğini farklı yollarla göstermeye çalışıyor. Böyle resmen "ah işte aklımdaki tanıma uyan"erkek figüründeydi. Ne demek istediğimi kitabı okuyunca çok iyi anlayacaksınız. Şu an spoiler vermeden ya da sürprizleri bozmadan detay veremiyorum ama okuyun. Bana kitap konusunda güveniyorsunuz, okuyun! 😃

Kitap yorumu diye başka konulara da saptım ama bakmayın bana. Bazen okuduğum kitaplar resmen güncel hayatımdaki olayların eleştirisi gibi geliyor. O yüzden yorumda da araya katabiliyorum. Kısacası demek istediğim; içimi ısıtan bir kitap okudum ve yine okurum. Fangirl'ü çok sevdim. Ben yazsam anca bu kadar sevebilirdim. 💚

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Kitap Yorumları: Yorumlarını Yazmaya Üşendiğim Kitaplar


Merhabalar

Bu yaz, 'tatil yapmıcam beeen' deyip de tatil yapanlardanım. Her şey aniden gelişti zaten. O yüzden blog'a giremedim. 😊 Bir aylık anneanne tatilinden sonra eve döndüm, kitaplarımla özlem giderdim ve işte blog'uma kavuştum. Bu arada ilerleyen günlerde ilginç bir duyurum olacak. Daha önce böyle bir şey denemedim. Bakalım nasıl olacak? 😉 Ama onun öncesinde yorumlarını yazmaya üşendiğim üç kitap var. Onlardan sonra da iki mükemmel kitap yorumu gireceğim.

Tatile çıkmadan önce Ay Günlükleri serisinin yan kitabı olan Uzak Yıldızlar'ı okumuştum. Kısa zamanda ve hiç sıkılmadan okudum. Çünkü Marissa Meyer nasıl harikalar yaratacağını biliyor. Yazar artık kendini oturtmuş. Bu serinin kurgularını resmen döktürüyor. Bence gözü kapalı bile yazıyor olabilir. 😈 Uzak Yıldızlar'da baş karakterlerimizin merak edilen geçmişleri hakkında kısa hikayeler var. Yazar serinin açıkta kalan her bölümünü bu kitapta tamamlamış. Çok severek okudum. Son bölümde de çok renkli bir macera vardı. Böyle kitabı okurken içiniz sımsıcak oluyor. Sanırım şu ana kadar okuduğum en saf seriydi diyebilirim. Pamuk şeker tadında ve bu sizi hiç sıkmıyor. Yazar her duyguya yer vermiş, can sıkmayan karakterler yaratmış ve heyecanı hiç eksik olmayan bir kurgu yazmış. Her zaman önereceğim serilerden biri. Hiiiç çekinmeden alın alın okuyun.

Tatile çıkarken yanıma iki kitap almıştım. Bunlardan biri Trendeki Kız idi. Uzun zamandır polisiye okumadığımı fark ettim. Ve bu kitabın inanılmaz reklamı yapıldı. Filmi de çıktı sanırım. Hal böyle olunca baya meraklandım. Polisiye kurgusu bence en zorlu kurgulardan biri. Baya kafa patlatmak lazım. Yani ben en azından okuyunca ağzım beş karış açık kalsın istiyorum. Fakat ne yazık ki Trendeki Kız beni hiç şaşırtmadı hatta okurken yordu. Başta büyük beklentilerle başladığım için kitabın yarısına kadar okumak için direndim. "Allasen nasıl bitecek süper merak ettim!" diye diye olayı çözdüm ve "mehh bu muydu ya" moduna girdim. Yazarın acemi olduğu bariz belliydi ama keşke biraz daha üstünde dursaydı kurgunun. Kitabı bitirene kadar süründüm. Polisiye kitaplarında olayı çözünce bir anlamı kalmıyor zaten. Esrarengiz olmalı! Yani canlarım, benim gibi polisiye meraklısı iseniz bu kitabı önermiyorum. Nora Roberts'ın kitaplarına kurban olayım. 😢

Yanıma aldığım bir diğer kitap ise Alaska'nın Peşinde idi. 😎 Söz konusu John Green olunca ister istemez "bu kitapta ne ile karşılaşacağız acaba" diyorum. Çünkü yazarın mizah anlayışı çok farklı. Değişik karakter seçimleri oluyor ve bunun sonucunda da farklı diyaloglar ortaya çıkıyor. Nasıl desem, John Green ismini marka yapmasının sebebi bu bence. Gençlik üzerine yazıyor ama her zaman karşımıza çıkan gençleri konu edinmiyor. Farklı tarzları olan, özgür ruhlu ve absürt diyalogları olan gençleri kitabında ağırlıyor. Alaska'nın Peşinde de aynı bu şekildeydi. Üç ana karakter var. Olaylar genellikle bunlar arasında geçiyor. Alaska bu karakterlerden biri ve göz önünde olan da o aslında. Her şey Alaska ile bağlantılı. Başta kurgu çok hoşuma gitti. Sonra dönüm noktası tarzında bir şey oldu ve ne olacağını tahmin ettim. Hatta yazar biraz gizem katmak istemiş ama onu bile çözdüm. Kitabı dikkatle okuyanlar zaten John Green'in leb demeden leblebi diyeceğini anlar. Ama kitap güzel miydi? Güzeldi, ben beğendim çünkü yazarın dünyasını seviyorum. Okuduğum üçüncü kitabıydı. En güzeliydi diyemem ama farklı bir tarzı olduğu için seviyorum. Öneri seçeneğini size bırakıyorum. 😏

Yorumlarını yazmaya üşendiğim kitaplar bunlardı işte. Diğer iki kitap yorumu yayınlanmayı bekliyor.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane