Pages

Dram etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dram etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2017 Cumartesi

Kitap Yorumu: Bronz Atlı - Paullina Simons

Merhabalar
Şimdi size yorumunu yazarken aşırı zorlandığım bir kitaptan bahsedeceğim: Bronz Atlı. Yorum konusunda beni çok zorladı çünkü hem kalın bir kitap hem de kendi içinde de iki kısımdan oluştuğu için spoilersiz bir şeyler yazmak imkansızdı. Bir şeyler yazdım umarım kitabın hakkını vermişimdir. 👀
Bronz Atlı buram buram tarihi aşk kokan bir kitap. Sayfa sayısı -823- sizi hiç korkutmasın çünkü çok akıcı. Bunun sebebi elbette yazarın dili ve çevirmenin (Leyla İSMİER ÖZCENGİZ) çevirisi kesinlikle. Savaş terimleri, uzun betimlemeler o kadar güzel çevrilmiş ki kitap cidden su gibi akıp gidiyor. 👌
Gelelim hem karakterlere hem kurguya... Olaylar Rusya'da geçiyor. Yıl 1941 ve tam savaşın patlak verdiği zaman. Baş karakterimiz Tatyana, henüz on yedisinde çok güzel, sempatik, saftirik ama aynı zamanda çok cesur bir kız. Kalabalık ailesiyle (anne-baba, ablası Daşa, ikiz erkek kardeşi Paşa, büyük anne-baba) beraber kutu gibi bir evde yaşamaktadır. Bir gün savaş haberi radyodan duyulunca babası, Tatya'yı erzak almaya yollar. Pek yiyecek bir şeyler bulamayan Tatya en sevdiği dondurmadan almaya karar verir. Bir yandan dondurmasını yiyip bir yandan bankta otobüsünü beklerken birinin onu izlediğini fark eder. Uzun boylu, yapılı, pek Rus erkeklerine benzemeyen ama çok yakışıklı üniformalı bir genç adam karşı yoldan Tatyana'yı izlemektedir. Sonrasında genç adam yanına gelip kendini tanıtır. Alexander Belov, 22, Kızıl Orduda subaydır. 😍
Gel zaman git zaman bu ikili Tatya'nın iş çıkışlarında buluşup eve yürüyerek giderken sohbet etmeye başlarlar. Savaş iyice yüzünü göstermeye başlamıştır. Orduya alınmaması için Paşa başka bir yere yollanmıştır. Bu sırada Alexander'ın emrinde olan ama aynı zamanda yakın arkadaşı olan Dimitri de kıza vurulmuştur. Açlık, kıtlık sorunları derken bir gün şaşırtıcı bir şey olur. Bu üçlü beraber Tatya'nın evine erzak taşımaya giderler. Kapıdan içeri adım attıkları an Daşa, Alexander'ın boynuna atlar. Ta ta taaam! Çıkmaza hoşgeldiniz. 😒

"Aşk, sevdiğin kişi tarafından sevilmektir."

Yani bundan sonrasını anlatmayayım gidin, okuyun kafayı yiyin demek isterdim. Ama yo, daha durun. Kurguyla ilgili daha fazla bir şey söyleyemem çünkü kitabın ikinci kısmı spoiler kaynıyor. Şunu söyleyebilirim; yazar savaş olayını öyle gerçekçi anlatmış ki... Adeta o sahneleri yaşadım. Sanki Rusya'dayım ve savaşın içindeyim. O açlık sorunları, karneyle yemek sırasına girişleri, kışın getirdiği buz gibi havayı, imkansızlıkları, zorlukları... Müthiş ötesi anlatmış. Yok böyle bir şey. Savaşın masumlar üzerindeki etkisini sayfalarca okumak tüylerimi diken diken etti. Çaresizliği iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Kesinlikle tam bir tarihi aşk romanıydı! 👍
Şimdi gelelim karakterlere... İki baş karakter de süper dengesizdi. Yani Tatya'yı çok sevdim. Böyle kıpır kıpır ama aynı zamanda çok saf bir kız. Ailesi onu zayıf halka olarak görse de en güçlüleri oydu. Ki zaten kitabın ikinci yarısında da Tatya'nın farkını anlayacaksınız. Mücadele etmeyi, sevdikleri için kendini paralamayı çok seviyor. Şey böyle, kölelik ruhu var kızda resmen. Herkes her işini ona yaptırıyor ve onun gıkı çıkmıyor. Bu durumlara sinir olsam da Tatya baya halinden memnundu. Ona dengesiz dememin sebebi de şuydu; Alexander'a deli gibi aşık ama ablasının da ona aşık olduğunu bildiği için uzak durmaya çalışıyor. Sonra yapamıyor, kendini salıyor. Sonra vicdandan geri çekiliyor. Öyle böyle derken kitabın sonuna kadar böyleydi. Hep aklında Daşa vardı. Bırak ya, ablası süper uyuzun tekiydi! 😔

"Benim senden öte bir dünyam yok," dedi Tatyana kırgın bir sesle. "Ne oyun oynamayı bilirim ne de numara yapmayı. Yalan söyleyemem, içim dışım birdir."

Alexander yakışıklısına gelirsek... Ya dehşet-ü-l vahşet bir çekiciliği var adamın. Tatya'ya olan ilgisini okurken erimek mümkün. Ama Daşa'yı bırakmaması çok uyuzuma gitti. Sen ne iş? Böyle bazı yerlerde çok pasif geldi. Sonra baktım ooo erkek olmuş, tavır koymalar falan. Tamam, dedim oluyor bu iş. Ama o kadar dengesiz davranıyor ki... Dimitri salağı Tatya'nın ağzının içine girecek hiç tepki vermiyor. Neymiş, Daşa öğrenmesin. Dimitri de bilmesin yoksa Tatya'ya daha çok bağlanır. Bazen cidden kafayı yedirtecekti. Kitabın ikinci kısmından bahsetmeyeceğim ama Alexander'ı o zaman göreceksiniz... Neden gerçek değilsin sen! diye isyan edebilirsiniz. 😃 
Dimitri isminden soğutan bu karakteri bir kaşık suda boğmak isteyebilirsiniz. Alexander'ı sürekli kıskanan, ne yapsa taklit eden, Tatya'yı da sırf Alexander kapmasın diye gözüne kestiren pisliğin tekiydi. Alexander'ı son ana kadar fena süründürüyor çünkü onun büyük ve etkileyici bir sırrını biliyor. Bunu sürekli koz olarak kullanıyor. Ay popişimin kenarı. Ölse de kurtulsak diye söylendim ama mübarek dokuz canlı. 😒
Kitabın sonu ayrı bir işkenceydi. Fuarda ilk kitabı alırken 'bence ikincisini de alın' diyen kadını dinlemeyen bendeniz, sürünüyor şuan. Alexander'ı, Hulk'ın Loki'yi yerden yere vurduğu gibi vurasım geliyor. Ya fedakarlık yapmasan ne olur? Gerçek aşkı bulmuşsun dibine kadar yaşasana! Şimdi ikinci kitabı okuyana kadar yerimde duramayacağım. O yüzden en kısa zamanda kitabı alacağım. Bronz Atlı'yı okumaya karar verdiyseniz ikisini birlikte alın. 3.kitabı da çok bekletmezler diye umuyorum. 😪

"Avucunu aç, içine benim için bir öpücük kondur ve sonra elini kalbine bastır."

Bronz Atlı, dolu dolu aşkı ve savaşı anlatan, Tatyana ile Alexander'ı unutulmaz kılan, fedakarlıklarla dolu ve heyecanı hiç bitmeyen bir roman. Okurken gerçek hayattan kopacaksınız, karakterleri benimseyip sanki aralarında yaşıyormuşsunuz gibi hissedeceksiniz. 💚

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

21 Eylül 2017 Perşembe

Kitap Yorumu: Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali

Merhabalar

Bu aralar birbirinden çok zıt kitaplar okuyorum. Bir gün fantastik bir gün şiir bir gün de Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sı gibi... Bu kitabı okumayan sayılı insanlardandım sanırım. Ama iyi ki geç okumuşum dedim. Hem yaşımın getirdiği olgunluk sayesinde içime sinerek okudum hem de 'okumuş' olmak için değil anlamak, doymak ve benimsemek için okudum. 
Ve böylece Sabahattin Ali işe tanışmış oldum. Yazarın düşünce tarzına bayıldım. Çünkü bu konuda çok benziyoruz. İnsanları analiz etmeyi, mimiklerinden ya da dış görünüşlerinden hayatlarına dair tahminler yapmaya bayılıyoruz. Sabahattin Ali gibi ben de çoğu zaman sokakta yanımdan geçen bir insanın hayat hikayesini çok merak ediyorum. Makyajın dibine vurmuş bir kadının aslında ne tür acılar çektiğini, kızların peşinde sülük gibi koşan bir erkeğin aslında nasıl bu kadar sevgisiz kaldığını merak ediyorum. Ve bu kitap resmen duygularıma tercüman olmuş. Kitaba birçok yönden bayıldım. 
Öncelikle kitaba başlarken beklentisizdim ve olayların birden farklı bir boyuta geçmesi beni şaşırttı. 

"... Tamamen yalnızım... Ama Berlin'de değil... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri..."

Kitabın kahramanı (ismi?) Ankara'da yaşayan biridir ve işsiz geçirdiği bir gün eski dostu Hamdi Bey'le karşılaşır. Hamdi Bey bir şirkette müdür yardımcısıdır ve arkadaşına iş ayarlar. Kitabın kahramanı diğer gün işe gider ve bir mütercimle aynı odayı paylaşmaya başlar. Raif Efendi (mütercim), kendi halinde sessiz sakin bir adamdır. Bir süre sonra yakın arkadaş olurlar. Raif Efendi birkaç gün hastalanır ve evinde dinlenir. Bu sırada kitabın kahramanı sık sık onu ziyaret etmektedir. Bir gün yine gider ve Raif Efendi ondan iş yerindeki eşyalarını getirmesini rica eder. Eşyaların arasında bir defter vardır. Raif Efendi'nin yazdığı... Kitabın kahramanı merakına yenik düşer ve Raif Efendi'den izin alarak bir günlüğüne defteri okumak ister. Böylece sessiz sakin, kendi halinde olan Raif Efendi'nin on yıl önceki hayat hikayesini okumaya başlar.

"Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu hep böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?"

Kitabın bundan sonrası Raif Efendi ile Almanya'da tanıştığı Maria Puder (Kürk Mantolu Madonna) 'ın hikayesini anlatmaktadır. Buralardan bahsetmeyeceğim çünkü okunması gerekiyor. Yazar öyle güzel işlemiş ki konuyu... Dün gece başladım kitaba ve sabah erkenden kalkıp okumaya devam ettim. Kitabı bitirdiğimde böyle göğsüme öküz oturmuş gibi hissettim. Kitabın sonlarına gelirken bazı şeyleri tahmin etmeme rağmen okuması farklı etki yarattı. Romantik seven biriyim ama sonu dramla biten romantik kurguları daha çok seviyorum. Nedense çoğu zaman mutlu sonlar bana yapmacık gelir. Bu kitapta ise her şey doğaldı. Maria Puder karakteriyle o kadar benzeşiyoruz ki... Post-it ile doldu kitap. 👀 Çoğu yerleri fosforlu kalemle işaretledim. Çok eski bir zamanda yazılmış olmasına rağmen günümüzdeki duyguları hala kapsıyor bu kitap. Kesinlikle okunmalı. "Ben o kitabı okudum ya," demek için değil, "Sabahattin Ali ile tanıştım," demek için okunmalı. Kitabı sindire sindire, her sayfasını acele etmeden okudum. Birkaç eski kelime vardı ama takılmadım ona. Zaten günümüz Türkçe sözcük karşılıkları sayfaların alt kısımlarında mevcut. 

"Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilmediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilemeyiz."

Eh ne diyebilirim? Okuyun, okutun. Kürk Mantolu Madonna'yı Instagram'da 'popi' diye değil edebiyatımızın bir parçası olduğunu bilerek anın. 

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

5 Eylül 2017 Salı

Film Önerileri: Fosforlu Kalemlerle İşaretli Film Listem

Merhabalar

Size son zamanlarda izlediğim ve listeme eklerken fosforlu kalemimle işaretlediğim filmleri önermek istedim. Böyle bir filmi ya da dizi çok severek izlemedikçe ya da 'kesinlikle bir kez daha izlerim' demedikçe önermem. Yani bu yazdıklarım kesinlikle bayıldığım filmlerdir. Önerilerime güveniyorsanız, boş zamanlarınızda izleyin derim. 😈

Öncelik olarak dün izlediğim filmden başlıyorum. Hangi tür film seversin diye sorsanız ilk aklıma gelen aksiyon-komedi olur. Çünkü cidden sağlam aksiyon sahneleri olan ve bir de üstüne beni güldüren filmlere ayrı bir bağımlıyım. Kim oynuyormuş diye bakmadan filmi izlerim. Fragmana göz atmam yeterlidir. The Hitman's Bodyguard da bunlardan biriydi. Dün gece canım çok sıkılınca bir film sitesi açtım. Amacım Baby Driver'ı izlemekti ama internete daha düşmemiş. 😔 Ben de bu filme denk geldim. Fragmanın da bile krize girdim. Üstüne Ryan Reynolds ve Samuel L. Jackson'ın başrollerde olduğunu görünce kimse beni tutamazdı. Film hem acayip komik hem de bazıları aşırıya kaçsa da süper aksiyon sahnelerine sahip. Ay, bir de film Amsterdam'da geçiyor. Nasıl sevmeyeyim? Resmen büyülenerek izledim. Kesinlikle izleyin. Konusundan bahsetmiyorum bile direk öneriyorum. Çünkü; aksiyon-komedi + Amsterdam + Ryan & Samuel ❤ ben.


Şimdi önereceğim film beyin yakabilir. Çünkü film çok kişilikli bir karakteri konu ediniyor. Split filmini izledikten sonra kendinizi bile sorgulayabilirsiniz. Kelimenin gerçek anlamıyla çok değişik ve etkileyici bir filmdi. Ve yine çok sevdiğim oyunculardan biri olan James McAvoy başroldeydi. Ben çok etkilenerek izledim ve bazı sahnelerde tırsmadım da değil. Yanlış hatırlamıyorsam gerçek bir olaydan esinlenilmiş. Yani aslında çoklu kişiliklere sahip insanlar var ve çoğu zaman bu durum iyi yönde olmuyor. Eğer değişik bir şeyler izlemek istiyorsanız kesinlikle öneririm!

Yeri geliyor film izlerken kendimi bir kategoriye sokuyorum. Nasıl mı oluyor? Ya bir oyuncunun tüm filmlerini izliyorum ya aynı tarzda ya da klasik ve eski filmleri izliyorum. Amelia ve Leon (the Professional) filmleri de arka arkaya izlediğim ve mest olduğum iki filmdi. Aslında Leon'u çok küçükken izlemiştim ama hatırlamıyordum. O yüzden tekrar izledim. Kesinlikle unutulmayacak filmlerden biri. Jean Reno ve Natalia Portman ikilisinden etkilenmemek imkansız. Özellikle Portman'ın o yaşlardaki performansı insanın tüylerini diken diken ediyor. Milyon kez bıkmadan izleyebilirim. Leon, aksiyon filmlerini sevmemin kaynağı bile olabilir. Amelia zaten 'daha öncen neden izlememişim' pişmanlığını yaşattı. Bir Paris aşığı olarak bu filmi daha önce nasıl izlemem?! Audrey Tautou'yu bu filmle tanıdığıma da çok memnunum. Artık onun filmlerini de izleyeceğim. Ve tüm içtenliğimle söylüyorum ki Amelia'yı çok severek ve etkilenerek izledim. Bazen izlediğim filmler çok boş geliyor ve zaman kaybı yaşatıyor. Ama bu iki film kesinlikle zamanımı daha da dolu dolu hale getirdi. İzlemeyeni taşlıyoruz! 😍

Biraz da modern zamanda geçen ama eskiler tarzında olan bir film önereceğim: La La Land. Bu yıl Oscar'ları toplayan ve hakkında çok konuşulan filmlerden biriydi. Açıkçası Oscarlı filmler izleyeceğim diye kendimi kasan biri değilim. İşin içinde Emma Stone ve Ryan Gosling olduğu için ve müzikal tarzda olduğu için izlemek istedim. Ve tam bir aşk insanı olarak filmi izlerken mest oldum. Aşk dolu biriyim ama sonu acıklı, dram ya da böyle kalp kırıcı bir şekilde biten her şeyi de severim. Böyle boğazımı düğümleyen, yatağıma kıvrılıp hayallere dalmamı sağlayan her şeyi severim. Böyle de cins bir insanım. Sanırım bu yüzden La La Land'i çok sevdim. Filmi izledikten sonra kendi etrafımda dönerek dans edesim gelmişti. Kesinlikle tüm ödülleri hakkediyor. Ve müzikal hayranlığımı daha da arttırdı. İzleyin canlar. Yerinizde duramayacaksınız. 😘

Ve şimdi de genel bir şey diyeceğim. Tüm bu filmlerin soundtracklarını kesinlikle dinleyin. Ben filmlerin müziklerine ayrı ilgi duyarım. Çünkü bence filmleri tamamlayan özelliklerden biri de çaldıkları şarkılardır. İstinasız bu yazdığım tüm filmlerin müziklerine göz atın. Özellikle La La Land'in bir ara bağımlısıydım. Onu dinlemeden ne ödev yapabiliyordum ne de çeviri. Yani gerisini siz düşünün... Filmleri izledikçe, müzikleri de dinledikçe yorumlarınızı bekliyorum. 👀

Not 1: Uzun zamandır film önerisi yapmamışım. Halbuki ben izlediklerimi yazdım sanıyorum. 😔 Bir sonraki film önerisi yazısını çok bekletmeyeceğim.

Not 2: Aksiyon-Komedi tarzında önerileriniz varsa tamamen açığım! Ah bir de animasyon. Instagram'dan da buradan da mail üzerinden de önerebilirsiniz. 👊

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

31 Ağustos 2017 Perşembe

Kitap Yorumları: Eğer Yaşarsam 1-2 / Gayle Forman

Merhabalar

Size şimdi 'bu seriyi okumayacağım' deyip de arka arkaya iki kitabını da okuduğum serinin yorumunu yazacağım. Gerçekten Eğer Yaşarsam serisini okumayacaktım. İlk kitabıyla karşılaştığım zaman filmi de çıkmıştı ve merak edip fragmanını izlemiştim. Konusu bana çok tanıdık geldiği için kitabı da filmi de es geçtim. Sonra, kader işte, Gayle Forman'ın Sadece Bir Gün kitabını okudum. Açıkçası Eğer Yaşarsam'ın, Gayle Forman'a ait olduğunu bilmiyordum. Ve Sadece Bir Gün kitabının bendeki yeri çok ayrıdır. Kitabı o kadar çok sevdim ki yazara bir şans daha verdim ve Eğer Yaşarsam serisini okudum. İyi ki de okumuşum. Ön yargılarım boşunaymış. Yazar hiç çizgisini bozmamış. Romantiklik konusunda tam bir uzman. Klişelerden süper uzak duruyor ve tam kendi tarzında yazıyor. O yüzden bu seriyi de sevdim. 😍

Eğer Yaşarsam, Mia adındaki bir genç kızın ailesiyle beraber trafik kazası geçirip, hastaneye kaldırılmasıyla olaylar başlıyor. Başta size sıradan bir kurgu gibi gelebilir. Evet, aslında öyle. Kaza olur, kız çok ağır yaralıdır ve kaza anından sonra olayları dışarıdan izlemeye başlar. Bir nevi ruh-beden ayrımı yaşar. Ama yazar kurguyu öyle dolu dolu yazmış ki... Hastanedeki zamanında sadece oradaki olayları anlatmıyor Mia, aynı zamanda kazadan önceki yaşamından da bahsediyor. Geçmiş ve şimdiki zaman arasında süper bağlantılar kurmuş yazar. Mia'nın ailesiyle olan iletişimi, çellist olmaya karar vermesi, onun tam tersi bir müzik anlayışına sahip ve bir rock grubunda olan erkek arkadaşı Adam ile tanışması ve devam eden ilişkileri, yakın arkadaşı Kim'le olan diyalogları, aile yakınlarıyla olan anıları ve daha aklıma gelmeyen bir sürü güzel sahneler vardı. Yazar bir insanın hayatta kalması için gereken en güzel anıları bu kitapta toplamış. Mia komada ama etrafında onu sevenlerinin olduğunun farkında. Aslında kitap güzel bir ders veriyor; hayatınız yokuş aşağı yuvarlanabilir ama yolun sonunda sizi güzel şeyler de bekleyebilir. Kısa ve basit bir anlatımı olduğu için rahatlıkla okuyabilirsiniz kitabı. Gayle Forman'ın daha da hayranı oldum.🙌 (Ve filmi de izlemeyi düşünüyorum. İzleyenler varsa yorumlarını bekliyorum.)

Sen Gittiğinde, serinin ikinci kitabı. Bu yorum ilk kitapla ilgili SPOILER içerebilir. Çok detay vermeyeceğim ama yine de siz bilirsiniz. Sen Gittiğinde'yi Adam'ın gözünden okuyorsunuz. Mia komadan çıkmıştır ve bir yıl geçmiştir. Bu süreçte çok farklı olaylar gerçekleşiyor. Mia kendini tamamen çellosuna odaklıyor ve New York'a taşınıyor. Adam ise bir süre içine kapansa da sonrasında harika şarkılar yazarak grubuyla başarıdan başarıya atlıyor. Dünya turneleri, albüm tanıtımları falan derken Adam da baya değişiyor. Hayatında başkası vardır ama Mia'nın yeri hala ayrıdır. Derken kader Adam ve Mia'nın yolunu kesiştiriyor. Yazar yine bir geçmişten bir de şimdiki zamandan sahneler yazarak ortak noktalar oluşturuyor. Yazarın bu anlatış şeklini çok sevdim çünkü çok başarılı! Adam ve Mia'nın bir gecelik New York maceralarını okumanızı çok isterim. Hem eğlenceli hem buruk hem de heyecanlıydı. Yani Gayle Forman'a bir kez daha hayran kaldım. Kadın kesinlikle nasıl etkileyici bir kurgu yazacağını biliyor. Ve bu kitap ilkinden çok daha iyiydi. Hatta ilk kitap da neymiş falan oldum ama tabii olaylar birbirleriyle süper bağlantılı. Bir de Adam'ın ünlü olma yolundaki anıları bana nedense One Direction grubundan bir üyeymiş hissini verdi. 😄 Yazar öyle bir anlatmış ki acaba dedim 1D üyelerinden birini mi örnek aldı? Ama yok, Adam çok farklı bir karakter ve kesinlikle çok sevdim. 👌

Kitabın sonunda yazar, kitabı yazarken dinlediği birkaç şarkıyı da eklemiş. Bu yorumu yazarken de onları dinliyorum. Ne diyebilirim ki? Gayle Forman tamamen favori yazarlarım arasında ve bir sonraki romanını okumak için cidden sabırsızlanıyorum!!!

"New York'ta yaşayan herkes bu şehri farklı sebeplerden seviyor. Sahip olduğu kültür. İnsan çeşitliliği. Koşturmacası. Yemekleri. Ama ben burada kendimi bir masal aleminde Paskalya yumurtası arıyormuş gibi hissediyorum. Her köşede karşına küçük sürprizler çıkıyor." -Mia

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Kitap Yorumu: Fangirl - Rainbow Rowell

Merhabalar

Size şimdi pamuk şekeri tadında bir kitabı anlatacağım. Rainbow Rowell'ın okuduğum ikinci kitabı ve yazarı giderek sevmeye başladım. Özellikle de Fangirl kitabı ile daha da kanım kaynadı. Aslında Fangirl'i İngilizce olarak okumak istiyordum ama sevdiğim bir çevirmen (Müge KOCAMAN ÖZÇELİK) tarafından çevrildiğini duyunca Türkçe olarak pdf formatında okudum. Ve kesinlikle en kısa zamanda alıp, kitaplığıma koyacağım. O yüzden pdf yerine bence direk kitabı alın derim. 😻

Fangirl, dediğim gibi tam pamuk şeker tadında. Kendimle süper özdeştirdiğim bir baş karakter var: Cath. Bu sevimli karakterimizin bir de ikiz kız kardeşi (Wren) var. Beraber üniversiteye başlarlar ama ikizi farklı ortamlarda takılmaları gerektiğini düşündüğü için ayrı yurtlarda kalırlar. Böylece Cath'in hayatına biraz renk gelir. Başta kendi kabuğundan çıkmaz ve yıllardır hayranı olduğu bir kitap serisinin 'hayran yapımı hikayelerini' yazmaya devam eder. Aynı zamanda bunları internette yayınlamaktadır ve bir sürü okuyucusu vardır. Ama bu 'yazar kimliğini' ikizi dışında kimse bilmemektedir. Müthiş yazarlığı dışında Cath çok kendi halinde biri. İkizi gibi alkol kullanmaz, gece dışarılara akmaz ya da arkadaş ortamlarına girmez. Bu demek değil ki tamamen yalnız. Yeni oda arkadaşı Reagan ve onun arkadaşı (aynı zamanda eski erkek arkadaşı) Levi daha ilk günden Cath'le tatlı tatlı uğraşmaya başlar. 


Kitabın genel hatları böyle ama inanılmaz sevimli sahneler vardı. Cath'in yazı yazmak için yalnız kalmaya çalışmaları, Simon Snow (hayranı olduğu kitap karakteri) takıntılığı, Levi ile olan komik diyalogları ve yazarlık dersindeki partneri olan Nick'le geçirdiği vakitler kesinlikle kitabın dolu dolu olmasını sağlamış. Böyle çok eğlenceli bir şekilde okudum. Elbette drama şeklinde birkaç daha olay vardı. Onları anlatmak istemiyorum, okudukça kendiniz keşfedin. 😊 

Cath'te kendimi çok gördüm çünkü; bir zamanlar ben de Alacakaranlık için hayran hikayeleri yazardım. Baya baya takıntılıydım ve hala benim için yeri çok ayrıdır. Yazarlığa merakım var ama daha çok okumayı seviyorum. Edebiyat okumak hayallerimden biri. Gözlük takmayı da seviyorum. Alkol alışkanlığım ve merakım yok. Doğal olarak gece dışarıya akmalar gibi bir olayım da yok. İçimin çok ısınmadığı insanlar dışında çok nadir birileriyle takılırım. Arkadaş ortamı yapmak için kendimi kasmam, genellikle kendiliğinden oluşur. Sonracığıma ilişki konusunda da çok benzerdik. Birini gerçekten sevmeden, benimsemeden ilişki yaşamayı sevmiyoruz. Öpüşmek, elele tutuşmak gibi şeyler çoğu insan tarafından sıradan bir şey gibi görünse de biz o anları özel olarak, taa içimizde hissederek yaşamak istiyoruz. Sıradanlığı sevmiyoruz. Makyaj yapmak ya da sürekli podyuma çıkıyormuş gibi giyinmeyi çekici bulmuyoruz. Ne bileyim, Cath resmen ben. Yazara gidip sarılasım geldi. Böyle karakterler bulunmuyor çünkü. Ya vahşi olacak, ya ağzı iyi laf yapacak ya da ne bileyim ilişkide uzman olan karakterler ön planda bu tarz kurgularda. Gözlüklü, balık etli, ilişki konusunda süper seçici olan kızlarımız nerede? İşte Cath onlardan biri ve onu çok sevdim. Favorilerim arasına girdi bile!

Levi'yi de çok sevdim. Genelleme yapacağım ama günümüz erkeklerinden çok farklı. Eğer üniversitede okuyorsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. 20'li yaşlardaki erkeklerden uzak durun. Levi gibiler hariç. Eh onlar gibisini bulmak da şu an yeni bir kıta keşfetmek gibi bir şey. Günümüzde artık yapay ve çıkarcılık içeren ilişkiler var. Açık konuşacağım erkeklerin tek derdi oranızı buranızı mıncırmak. Ben eski kafalıyım. O yüzden de Levi'yi çok sevdim. Pes etmiyor. Erkeğin yapması gereken şeyleri yapıyor. Çabalıyor, değer verdiğini farklı yollarla göstermeye çalışıyor. Böyle resmen "ah işte aklımdaki tanıma uyan"erkek figüründeydi. Ne demek istediğimi kitabı okuyunca çok iyi anlayacaksınız. Şu an spoiler vermeden ya da sürprizleri bozmadan detay veremiyorum ama okuyun. Bana kitap konusunda güveniyorsunuz, okuyun! 😃

Kitap yorumu diye başka konulara da saptım ama bakmayın bana. Bazen okuduğum kitaplar resmen güncel hayatımdaki olayların eleştirisi gibi geliyor. O yüzden yorumda da araya katabiliyorum. Kısacası demek istediğim; içimi ısıtan bir kitap okudum ve yine okurum. Fangirl'ü çok sevdim. Ben yazsam anca bu kadar sevebilirdim. 💚

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

20 Haziran 2017 Salı

Kitap Yorumu: Bülbül - Kristin Hannah


Merhabalar

Blog'a yazacak milyon konum var ama zamanım yok. Yani yoktu şu aralar rahat rahat yazabilirim. 
Okulu bitirdim gençler. 3 yıllık Safranbolu maceram bitti. Ama okul hayatım bitmedi, merak etmeyin. :D Eylül ayında inşallah güzel haberlerle geleceğim size. 
Şimdi gelelim geçen aylarda okuduğum enfes kitaplara. İlk sırada elbette Kristin Hannah var. Bu yazarı lise zamanında tanımıştım ve cidden bir ara bağımlısı oldum. 8 kitabını okudum. Ve işin ilginç yanı Polonya'dayken Bülbül kitabı çıkmıştı. Daha Kristin Hannah'ın kitabı olduğunu bilmeden kitabın kapağına aşık olup, kesinlikle okuyacağım demiştim. Bir baktım ki bir Kristin Hannah eseri. Eh, sonrasında da döner dönmez kitabı aldım. Pegasus Yayınlarını seviyorum, efsane bir kitap çıkarmışlar ortaya. 

Aşkta kim olmak istediğimizi, savaştaysa kim olduğumuzu keşfederiz. 


Yazarın şu ana kadar yazdığı en içten ve en içine sinen kitapmış, Bülbül. Ki gerçekten de yazar bu kitabında kendini aşmış. Kitabı okurken -abartmıyorum- resmen film izliyormuş gibiydim. Derslerin yoğunluğunu es geçip deli gibi okudum. Ve Literature Translation dersinde tanıtımını bile yaptım. O derece sevdim! 

Kurgu 2.Dünya Savaşı dönemindeki Fransa'da geçiyor. İki zıt kız kardeşin farklı hikayeleri anlatılıyor. Eğer eski zamanları seviyorsanız, gerçekçi bir kurgu arıyorsanız zaten Bülbül'ün bağımlısı olacaksınız.

Aşk romanları ilk kez anlam kazanmıştı. Isabelle bir kadının ruhunun manzarasının, savaştaki bir dünya kadar hızlı değişebileceğini anladı. 

Bu iki kız kardeş küçük yaşta annelerini kaybediyorlar ve annelerinin ölümünden sonra kendine gelemeyen babaları tarafından da terk ediliyorlar. Viann, büyük kardeş, çocukluk aşkı Antoine ile evleniyor. Isabelle, küçük kardeş, ise isyankar ve sıradışı biri olarak gittiği her okuldan atılıyor. Ve tam o sırada savaş patlak veriyor. Almanlar, Fransa'yı ele geçiriyor. Tüm düzen bozuluyor. Antoine savaşa gitmek zorunda kalıyor. Viann, kızıyla beraber hayatta kalmaya çalışıyor. Isabelle ise kimseyi dinlemeyerek isyan hareketlerinde görev almaya başlıyor.
Kurgunun genel hatları böyle ama inanın bana detayları okumak istersiniz. Şu ana kadar okuduğum en iyi tarihi yansıtan kitaplardan biriydi. Sıkmadan, boğmadan olayları çok gerçekçi anlatmış yazar. Okurken sanki bir yandan Viann bir yandan Isabelle oluyordum. 

Ve bu kitap feminist yönümü daha da alevlendirdi. Öyle körlük derecesinde 'kadınlar dünyanın merkezidir' diyenlerden değilim. Ama her hakkımızı savunanlardanım. Ve Kristin Hannah da her kadının gücünün farklı olduğunu bu kitabında öyle güzel belirtmiş ki... 

Ve kitabın sonunda gözlerim de doldu. Diğer kitapları gibi keskin bir acı son yapmamış. Tam tadında ve olması gerektiği gibi yapmış. 
Önerilerime güveniyorsanız hemen alın ve okumaya başlayın. Okuduğuna pişman olacak biri olacağını sanmıyorum. 👀

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

18 Eylül 2015 Cuma

Kitap Yorumu: Ben Ölmeden Önce - Lauren Oliver


Merhabaaa

Uzun zamandan sonra soluksuz bir kitap okudum dün gece. Sanırım 300 sayfaya yakın okudum ve kitap bitti. Cidden böyle elimden bırakamadım, merak içindeydim nasıl bitecek, nasıl bitebilir ki, sonrasında ne olacak, işler iyice karıştı falan derken kitap bitti. Ben Ölmeden Önce, size bazı şeyleri idrak ettirecek, gerçekleri yüzünüze vuracak ve acaba'larla yalnız bırakacak.

Kitap bitince zaten ne yapacağımı bilemedim. Nasıl yorumlasam bilemiyorum ama minik bir giriş var aklımda.

Geçen ilkbaharda yeni tanıştığım biriyle zaman kavramları hakkında falan konuşmuştuk. Resmen merak ettiklerimi ve aklımdakileri dile getirmişti. Biraz fazla detay içeriyor ve konunun içine girdikçe bir girdabın içine tıkılmış gibi hissedebiliyorsunuz. O yüzden üstün körü anlatacağım. Şey demişti, "biz şimdi bu yolda yürüyoruz ama diğer yolu seçseydik karşımıza ne çıkardı, ne hakkında konuşurduk ya da başımıza ne gelirdi. Ya da paralel evren var mı ? Senden benden bir tane daha var ve çok daha farklı hayatlar yaşıyorlar. Belki orada kardeşizdir belki sevgili belki de düşman. Zaman kavramı hem karmaşık hem de çok ilgi çekici bir şey, bence." O günden sonra zaten bu sohbet aklıma kazındı resmen. Ne zaman 'zaman kavramı' ile ilgili bir şeyler okusam bu sohbet aklıma geliyor. Hatta 'İki Hayat Arasında'yı okurken ve okuduktan sonra baya kafa patlatmış ve blog'da bir şey yazmaya karar verdim ama yok olmadı. :D Detayları boşverin.

"Böyle şeylerin olması tuhaf değil mi ? Her şeyin başka bir şeyden kaynaklanması ? Yani Lindsay o park yerini çalmasaydı..."

Bu kitap biraz da bu yüzden beni çok etkiledi. Spoiler vermeden gideceğim. Zaten kitabın ismi, arka kapak yazısı ve giriş yazısı benim size söyleyeceğim şeyi söyleyecek; "ölüm."

Sam adındaki bir kız ölümü iliklerinize kadar hisseterecek. Çaresizliğini, cesaretini, korkusunu ve çabalarını kitapta çok gerçekçi bir şekilde okuyacaksınız. Yazar nasıl düşünmüş, nasıl yazıya dökmüş bilemiyorum ama sanki bizzat kendisi yaşamış gibiydi.

Sam'in bir kız arkadaş grubu var. Lindsay, Ally ve Elody. Bu dört kız lise sondalar ve klasik Amerikan Gençlik hayatını yaşıyorlar. Alt sınıftakileri, eziyorlar, ölümüne eğleniyorlar, partilere katılıyorlar, sarhoş oluyorlar ve müthiş hatalar yapıyorlar. Bu hatalar sonucu Sam, iki dünya arasında sıkışıp, kalıyor gibi bir şey. Bir gece parti sonrasında kaza oluyor. Sam öldüğünü düşünüyor ama gözünü açtığında yine kendisini odasında buluyor. Tek fark dünü yeniden yaşamak. 12 Şubat'ı 6 ya da 7 kere tekrar tekrar yaşıyor. Güne uyanıyor, ailesini es geçip kızlarla buluşuyor, okula gidip kendisinden çok hoşlanan Kent'i görmezlikten geliyor, yılışık sevgilisi Rob'u gözlüyor, küçükleri eziyorlar falan filan. Sonra gerçek kafasına dank ediyor. Ve bazı olayları değiştirmeye çalışıyor. Bunları yaparken aslında etrafındaki insanları tam tanımadığını ve süresinin çok olmadığını anlıyor. Günü aynı olsa da farklı şeyler yaparak olay zincirlerini değiştiriyor. Sonrasında amacına ulaşıyor ama böyle okurken elim ayağım titredi ters bir şeyler olacak diye. Kitabın sonunda ağlamadım ama içim boşaldı sanki. Şey gibi oldu, lunaparakta gondolun en ucuna binersiniz ve ilk havaya kalkıp, indikten sonra vücudunuz teslim olurcasına titrer ve kendinizi aşağıya atmak isterseniz ya, kitap bitince aynen böyle hissettim. Ay çok fena bir şeydi. Her şeyi iliklerime kadar hissettim. Müthişti.

Spor salonundan uzaklaşırken insanların ne kadar tuhaf olduğunu düşünüyorum. Onları her gün görebilir, tanıdığınızı sanırsınız. Sonra birgün onları hiç tanımadığınızı fark edersiniz. Bir girdabın içinde fır dönüyor, aynı insanlara ve aynı olaylara gitgitde yaklaşıyor ama her şeyi farklı bir açıdan görüyor gibiyim.

Böyle, gerçek hayatla ilgili darbe edici bilgileri öğrenmek, ölümün aslında göründüğü gibi olmadığını, yaşarken hiçbir şeyin farkında olmadığınızı ama fark etmek istediğinizi düşünüyorsanız kitabı okuyun. Sam, düşüncelerini öyle güzel aktarmış ki... Şöyle bir durdum da yaşıyorum dedim. Kitabı okuduktan sonra hayatınıza şükredip, bazı yanlışlarınızı fark edebilirsiniz. Güzel bir şey bence.

Sam'in çok güzel vurguladığı yerler vardı. Post-it'ler yerlerini aldı zaten. Kitabı 'en etkilendiğim' bölüme koyacağım. Okuyun valla. Sıradan hayatımıza bir şeyler katacak türden bir kitap.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

KOCAMAN NOT: Ya böyle zamanla ilgili iç içe geçen kurgulu kitap önerisi istiyorum. Fırtına ve Aşk Tüm Zamanların İçinden Geçer serisi listemde. Onların dışında bilmediğim varsa bana her yerden ulaşıp, önerebilirsiniz. *-*

5 Eylül 2015 Cumartesi

Kitap Yorumu: Sınırları Zorlamak - Katie McGarry


Merhabalarrrr

Nabersiniz ? Sizin de tatiliniz bitti mi ? Okul hazırlıkları başladı mı ? Okuyacak kitabınız kalmadı mı ? Benim hala on tane var. Rahatım. :D

Bu yaz harbiden baya kitap okudum. Kendimle gurur duyuyorum resmen. Tatilimi bir nebze olsa da boş geçirmedim. Birkaç tanesi dışında okuduklarım müthişti. Zevk alarak okudum. İyi ki almışım dedirttiler. Sınırları Zorlamak da bunlardan biri kesinlikle.

Sınırları Zorlamak'ın konusuna bakmadan almıştım. Ama Goodreads'teki yorumlarını bir görseniz siz de hemen alırsınız. O derece. Ve haklılar. Cidden akıcı, etkileyici ve minik deprem etkisinde sarsan bir kitaptı. Ben sevdim. Post-it'lerle doldurdum ve alıntılara doyamadım.

Konusu ise şöyle; iki genç var. İkisinin ayrı hikayeleri, acıları ve yaşanmışlıkları var. Bunlar uzaktan klasik hikaye gibi durabilir ama kitabın derinlerine girdikçe iliklerinize kadar hissedeceksiniz. Zıt yönleri birbirlerine çekecek ve aslında çok benzer olduklarını fark edecekler. Echo, iki sene önce yaşanan tuhaf bir olayı hatırlayamıyor. Bazen bazı şeyler hatırlar gibi oluyor ama ruh dengesini bozuyor. Ve bu yüzden okula yeni gelen rehber hocası ile sürekli iletişim halinde. Anne ve babası ayrı. Abisi Aries askerdeyken ölüyor. *spoiler değil bunlar* Annesinin ayrı sorunları var. Babası, Echo'nun bakıcısı Ashley ile evlenmiş ve bir bebek bekliyorlardır. Başta bunları göreceksiniz. Sonrasında aslında olayların nasıl olduğunu öğreneceksiniz.

Noah'ın hikayesi ise ayrı. O da yaklaşık iki sene önce bir yangında anne ve babasını kaybediyor. Kendinden küçük iki erkek kardeşi bir ailede evlatlık olarak bakılıyor. Kendisi de sözde koruyucu aile ile birlikte yaşıyor. Beth ve Isaiah en yakın arkadaşları. Kötü yanları falan var ama detaylara girmeyeceğim. Noah da aynı rehber hocasıyla iletişim halinde. Bundan zevk almıyor ama yapmak zorunda. Çünkü onun geleceğe dair planları bu yolda geçiyor.

"Acılarımın kapanma düğmesini bulabilmeyi dilerdim." -Noah

Bir şekilde Echo ve Noah'ın yolu kesişiyor. Aslında hep birbirlerini görüyorlar. Aynı okuldalar. Ama bazı şeylerden sonra birbirlerini fark ediyorlar. Sonrasında gelsin dolu dolu bir aşk ve dram hikayesi... Çok akıcı bir kitaptı. Okurken sıkılmadım. Klasik Amerikan gençlik hikayesi gibi gelse de kitabın ayrı bir çekiciliği vardı. O yüzden rahat kafayla okudum. Bazı yerlerde baya güldüm. Noah, acısını içinde yaşayan biri ama dışında o kadar komik, umursamaz ve çapkın ki... Ve çok düşünceli, korumacı... Gerçek hayatta bulamayacağınız türden bir karakter yani. :D

Kitaptaki karakterleri sevdim. Yazarın dilini ve kurgusunu sevdim. İyi ki almışım dedim. Tek kitap değil. Seri şeklinde ama her kitapta başka bir karakterin hikayesini anlatıyor. Yani diğer kitapta Noah ve Echo yok. Diğer yan karakterlerden biri yer alıyormuş. Çıkarsa okurum. :D

Şimdilik bu kadar. Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

13 Ağustos 2015 Perşembe

Kitap Yorumu: İki Hayat Arasında - Jessica Shirvington


Merhabaaa

Geçen günlerde bende yazamama gibi bir sorun oluştu. Böyle havalarda sıcak. Tüm gün uzanıp, sadece kitap okuma modundaydım. Baya kitap okudum, bir yandan da yorumlarını yazmak istiyordum. Çünkü cidden çok güzel kitaplar okudum. Aşağıda yer alıyor hepsi. En güzelini sona sakladım millet.

İki Hayat Arasında, hem goodreads'de hem de instagram'da çok güzel ve olumlu yorumlar almış bir kitap. Ben de zaten oradakilere güvenerek internetten indirimli bir şekilde almıştım. Daha anca okumak için elime aldım. Okumak için niye bu kadar geç kaldım hayıflanmalarını, ıvır zıvırlarını geçiyorum. Beni biliyorsunuz. 

Ama cidden aldığı her olumlu yorumu hakkeden bir kitap olmuş. Kitaba gece yarısı başladım. Gece 2'de elimden zor bıraktım ve ilk 100 sayfa geride kalmıştı. Tahmin edersiniz ki diğer gün kitap bitti. Ay bitti ama nasıl bitti. Beni de peşinden sürükledi. Aramıza sadece uyku girdi. Ama cidden kitap bitince sanki çok eğlendiğim, benimsediğim bir yerden kovulmuşum gibi hissettim. Çat! Kapı kapandı. Ben de böyle kaldım.

"Ayrıca bazı şeyler o kadar gerçek ki onları iliklerine kadar hissedersin. Nereye gittiğinin bir önemi yoktur, seninle gelirler. Her yere."

Konusu ilginç. Hatta bu kitabı okuduktan sonra blog'da ayrı bir yazı yazma kararı aldım. Kafamda toparlayayım biraz, birkaç gün içinde ilginç bir yazı paylaşacağım. Gelelim kitabın konusuna. Sabine adında bir genç kız var. Ve kitabın isminden tahmin edeceğiniz gibi iki hayatı var. Biri Wellesley denen bir lüks yerde. Diğeri ise sıradan bir ailenin yaşadığı yer Roxbury'da. İki hayatta da ismi aynı. Aileleri, yaşam biçimleri, arkadaş ortamı ve hatta dış görünümü farklı. Ama Sabine aynı Sabine. Gece yarısı olduğunda uykuya dalar gibi dalıyor ve değişime uğruyor. Ya bunu nasıl anlatsam bilemedim. İlginç bir yöntemi var. Okuyunca çok rahat anlayacaksınız. Ki zaten bazı bölümler, bu yöntem sayesinde çok daha heyecanlı olmuş. Kitabı kısa sürede bitirmemi de etkiledi.

Kitap hakkında çok fazla bilgi vermek istemiyorum. Çünkü gerçekten okurken heyecanlanmanızı, meraklanmanızı istiyorum. Ben bile ojeli tırnaklarımı yemeye kalkıştım. O derece. Ya cidden abartmıyorum. 2015'te okuduğum en sağlam kurgulu kitaplardan biri oldu. Bir ara şey yapasım geldi. Böyle kitabı birden fazla alıp, etrafımdaki sevdiğim insanlara verip, 'ya mutlaka okuyun buna değecek' demek istedim. Böyle sizi sıkmayan, saçmalamayan, tam tersine heyecanlandıran ve düşündüren çok mu çok güzel bir kitap olmuş. Kitap bitince ilk sayfasına geri dönüp yeniden okumak istiyorum bile dedim. Kardeşimin attığı bakışlardan sonra kitabı yerine koydum elbette.

"Sana güveniyorum."
Eğer kelimeler can yakabilseydi... Bunlar canımı yaktılar.

Kesinkes okuyun. Ethan'ı çok seveceksiniz. Kim diye merak etmeyin. Okuyun. Ethan'ın yöntemlerine hem şaşırıp hem de güleceksiniz. Açıkçası bu ikili beni çok heyecanlandırdı, güldürdü, parçaladı ve ağlattı. Kitabın sonunda ağlayacaksınız. Çünkü çok içten yazılmış sahneler vardı. Ama yazar son sahnede gönlünüzü almak için bir şey yapmış. Böyle göz yaşlarınızın arasından gülümseyip, kalbinizin sıkışmasını engelleyeceksiniz.

Bu kitapla bağlantılı olan yazımı güzelce toparladıktan sonra -yani okunacak hale geldikten sonra- yayınlanayacağım. Sizin de görüşlerinizi beklerim o zaman.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Kitaba birkaç post-it koydum, bazı sayfaları fosforlu kalemle çizdim falan ama elimde olsa kitabın her sayfasına post-it koyardım. O derece.

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Kitap Yorumu: Siyah Damar - Tarryn Fisher


"Hayat hatalarınızı saklamak için çok kısa."

Ya Tarryn abla sen n'aptın demek istiyorum öncelikle. Bu yazarın Love Me With Lies ( Fırsatçı, Tehlikeli Kızıl, Hırsız) serisini okuduktan sonra dedim ki ne yazsa okurum. Hala da öyle diyorum. Ama Siyah Damar neydi öyle...

Şimdi okumadan önce şöyle düşünün. Çok sessiz bir ortamdasınız. Hava basık ve boğuk. İnsanlarla iletişiminiz yok. Çıt çıkmıyor. Etrafınız hep grinin tonlarından oluşuyor. Siz boğuluyormuş gibi hissetmez misiniz ? Kitabı okurken aynen bu moddaydım. Bir ara dedim ki 'ahaa bu sefer cidden bir kitap yüzünden kafayı yedim'. Bunu ciddi ciddi dedim. Durup dururken depresyona girdim. Dışarı çıkıp, hava almasam... Elveda Jane olurdu yani.

"Söyleyecek binlerce şeyim vardı ama hepsini içimde tuttum. Bir şeyler söylemekte o kadar iyi değildim. Ben yazmakta iyiydim." (Ahaa aynı ben. Gel de kadından tırsma.)

Zaten bu kitabı okuduktan sonra blog'dan uzak durdum. Kesin saçmalardım. Üstüne iki mükemmel kafa dağıtıcı kitap okuduktan sonra toparlandım ve 'oley, blog zamanı' diyebildim. Tarryn, sizi çarpıp, kamyon ezmiş gibi bir etki bırakabilir. Tabii bu kitabı okursanız.

"İnsanların başka bir insana bağlanmak gibi bir ihtiyaçları var."

"Bakmadığımı düşündüğün zamanlar var ya, aslında bakıyor oluyorum."

Şimdi konusunu nasıl anlatsam... Senna diye bir baş karakter var. Kendisi yazar. Asosyal ve hep kendi halinde. Yazarlığa o kadar dalmış ki çok değişik bir karakteri var. Hatta okurken o kadar çok ortak yönümüz çıktı ki bir ara tırsmadım değil. 'Umarım sonumuz aynı olmaz. Ay acilen toparlanayım' dedim. Belki de bu yüzden kitap beni kasırga gibi sarstı. Neyse. Senna bir gün uyanıyor ve bambaşka bir yerde. Issız, insanlıktan uzak bir evde. Hava karlı. Birkaç kilometre ilerisinde bile bir şey göremezken evin etrafı elektrikli tellerle kaplı. Ama evde yalnız değil. Isaac de onunla beraber. Şimdi Isaac kim diyeceksiniz... Tam anlatamam ama Senna'nın geçmişinden biri. Aralarında bir şeyler olmuş ama öyle kalıcı ve uzun değil. Ya da onlar öyle zannediyor. Bunlar tam 14 ay boyunca eve tıkılı kalıyorlar. Bunları kim eve hapsettiyse her şeyi planlamış. Belli bir süre yetecek erzak var. Yakacak odunlar var. Sürpriz sırlarla dolu şeyler de var. 14 ay boyunca elbette insan yapacak bir şey bulamadığı için bunlar da sohbet ediyorlar. Bazen çıldırma noktasına gelip, birbirlerini teselli etmeye çalışıyorlar. Sırları çözmek için evi talan ediyorlar. Falan filan. 

"Hayatına ne kadar insan dahil edersen o kadar kötülük dahil edersin."

Okurken zaten diyeceksiniz ki 'hiç bi bok anlamadım.' Doğru yolda olacaksınız. Kitabı 1.5 günde okudum ama son sayfaya gelene kadar boynumdaki o gizli eller beni boğmaya devam etti ama kitabı da elimden bırakamadım. Fosforlu kalemle ve post-it'lerle dolaştım. Kitap rengarenk. Hayata dair çok güzel gözlemler vardı. Hatta sonunda biraz şaşırıp, 'vay be' diyebilirsiniz. Ama daha da başka bir şey diyemem. Oturun, okuyun, sırrı çözün. Hee, bir de kafayı yemeyin. Valla bak. Süperötesi sessiz bir kitap ama bu sessizlik bile insanı çıldırtıyor.

Tarryn abla beni böyle çarptı işte. Sonraki kitap kurtarıcım oldu. Ehem. Sonra görüşürüz.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Kitap Yorumu: Sadece Bir Yıl & Sadece Bir Gece


Merhabalar

Oralar da çok mu çok sıcak mı? Burada resmen dondurma dışarıda bırakılmış gibi eriyorum. Her geçen gün daha fazla eriyorum. Evimiz serin olmasına rağmen eriyorum. Geçen gün burnumu camdan dışarı uzattım. Kendimi zor toparladım. Yazdan nefret ediyorum!

Bu yüzden bu aralar ruh gibiyim. Kitapları okuyup, raflarına koyuyorum. American Horror Story izlerken bi canlanıyorum. Bölüm bitince yine ölü gibiyim. Sonumuz ne olacak bilmiyorum.

O yüzden bu kitabın yorumunu çok uzun tutmayacağım. Zaten yazıp yazmama konusunda kararsız kaldım. Çünkü bu seriyi çok mu çok seviyorum. Karakterlerin her birine hayranım. Bu kitabı da o kadar çok sevdim ki paylaşmaya kıyamıyorum. Zaten okumayın. Sıkılırsınız bence. 

Bazen rüzgar sizi hiç tahmin etmediğiniz yerlere sürüklüyor bazen de sizi oralardan alıp götürüyordu.

Gayle Forman'ın Eğer Yaşarsam serisini okumadım, okumayı da düşünmüyorum ama bu serisi... Cidden öyle güzel öyle etkileyici ki... Sadece Bir Gün'ü tesadüf eseri almıştım. (Ah şu tesadüfler...) İyi ki aldım dediğim kitaplardan biri oldu. Kitabı yiyip, bitirmiştim. Ki sonunda etkisinden bile çıkamamıştım. En sonunda son kitap olan Sadece Bir Yıl'ı ve ek kitap olan Sadece Bir Gece'yi okudum. Çok yüksek beklentilerim vardı. Valla hepsini de karşıladılar. Yazarı ayakta alkışlıyorum. Favorilerim arasına kesinkes girdi.

Sadece Bir Yıl'ı Willem de Ruiter'in gözünden okuyoruz. İlk kitapta olayları Allyson'ın gözünden okumuştuk ve sonu cidden fenaydı. Şimdi her şeyi baştan sarıyoruz ve Willem'in gözünden okuyoruz.

Sahip olduğunu bildiğin bir şeyi kaybetmekle sahip olduğunu yeni keşfettiğin bir şeyi kaybetmek arasında çok fark vardı. İlki hayal kırıklığı demekti. Diğeriyse gerçek bir kayıptı.

Allyson'ı gerçekten terk edip, gitti mi ? Koca bir yılda Allyson onu ararken o neler yapıyordu? Allyson'ın o gece yanında gördüğü kadın kimdi? Allyson'ı hatırlıyor muydu? Sizi şimdiden uyarayım. Willem başınızı döndürecek. Çünkü belli etmese de çok renkli bir kişiliği var. Çevresi çok geniş. İnsanlarla iletişimi süper. Bir ortama çok iyi ayak uyduruyor. Ve sadece bir yılda başından neler neler geçiyor.

Hayat sana bir şeyler verirken bir şeyleri de alıp götürüyordu. Bu hep böyle mi olmak zorundaydı?

Okurken mest oldum ya. Realistik kurgu olmasına rağmen boğucu havası yok. Aşk ön planda olmasına rağmen vıcık vıcık bir sevgi gösterisi yok. Willem ve Allyson, birbirlerinden uzak bir yıl geçirmelerine rağmen ve haklarında hiçbir şey bilmeseler bile birbirlerine ulaşmak için mücadele etmeleri öyle etkileyiciydi ki... 

"Hayal etmekten korkma."
"Ah, elbette. Hayal etmekten daha cesurca bir şey olabilir mi zaten?"

Willem'i ilk kitapta çok okumamış olsam bile sevmiştim. Cümleleriyle, hareketleriyle, bakışlarıyla kişiliğini belli etmişti. Bu kitapta zaten her şeyi açıkça ortadaydı. Böyle okurken 'evet, işte benim asıl istediğim bu' dedim. Hem kitap dünyasında hem kendi yaşamımda istediklerimi bu kitap dile getirmiş. 

İkisi bir yapbozun parçaları gibi birbirini tamamlıyordu.

Kitap hakkında çok bir şey demeyeceğim. Kolay kolay bir kitaba övgü yağdırmam. Okuyun diye direnmeyeceğim. Merak eden zaten listesine eklemiştir. Daha fazla detaya girmeyeceğim. Willem'i de Willem'in Lulu'su Allyson'ı da çok mu çok sevdim. Kitaplığımın Kral ve Kraliçe'si oldular resmen. 

Sadece Bir Yıl kadar Sadece Bir Gece'yi de çok sevdim. Sonunda kitap bittiğinde oturup, ağlayasım geldi. Çünkü onların dünyası daha güzel. Daha renkli. Daha gerçekçi ve daha tesadüf dolu.

Etrafınız tesadüflerle dolu. Kapıyı aralayın ve hayatınızın değişmesine izin verin.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Kitabın çevirmenini az çok tanıyorum. Müge abla, diğer çevirilerini bilmem ama bu seriyi iyi ki sen üstlendin. O kadar akıcıydı ki kitap, çeviri kokusu almadım resmen. Ellerine, klavyene sağlık.

23 Haziran 2015 Salı

Dizi Önerisi (Şiddetle): Prison Break


Merhaba!

Çok ara vermeden yeni bir dizi önerisi ile geri gelmek istedim. Ki aslında bu yazıyı uzun zamandır planlıyordum. Eğer bana güveniyorsanız, bu diziye aşık olup, fena bağımlısı olacaksınız. Ve ben öyle her diziye kendimi kaptıran biri değilimdir. En favori dizilerin hangisi diye sorsalar hemen Lost ve Fringe diye atlarım. Çünkü bu dizileri cidden deli gibi izlemiştim. Hala izlemeye kıyamıyorum. Ve her fırsatta öneriyorum. (Eh, içinizde bu ikisini izlemeyen varsa yazıyı okumayı bırakın ve hemen başlayın!)

Sıra geldi yeni favorime. Prison Break! Dizi baya eski yapımlardan. 4 sezondan oluşuyor. Sizi sıkmayan, kurgusuyla her bölümün sonunda sizi daha çok bağlayan ve süperötesi şaşırtan biri dizi. Birkaç hafta önce benim hayatımı alt üst etti. Aslında birkaç yıl önce ilk bölümünü izlemiştim ama o sıralar hala Lost'un etkisinde olduğumdan olsa gerek pek anlamayıp, sevmemiştim. Daha sonra en yakın arkadaşım tutturdu izleyelim diye. Zaten sezonları indirmiştim. Başladık diziye. Ve işte o an hayattan koptuk. Tüm günüm, zamanım, hayatım Prison Break'le geçti. Kesinlikle izlenilmesi gerekiyor. Tabii siz bilirsiniz de...

Dizinin kurgusu cidden hem çok özgün hem de süper şaşırtmalı. Micheal Scofield bir mühendistir. Ama hapiste olan abisi Lincoln'ı kurtarmak için suç işler ve kendisini çok başka bir dünyada bulur. Fox River, cidden cehennemin somut halidir. Birbirinden beter serseriler, katiller, tecavüzcüler ve para göz gardiyanlar... Hepsini bir arada düşünün. Ama Micheal planını çoktan yapmıştır. Hapise girmeden önce binanın şemasını ve bazı ipuçlarını vücuduna dövme olarak yaptırmıştır. Geriye sadece göze çarpmadan bu yerden abisiyle kaçmak kalıyor. Ama tabii o kadar kolay değil hiçbir şey. Micheal sadece abisiyle kaçmayı planlarken ister istemez bir grup oluşturuyor. Ve inanın bana bu gruba bayılacaksınız. Bir yandan sevip, bir yandan sövüceksiniz. Çünkü herkes birbiri arkasından işler çeviriyor. Hepsi çakal. Hepsi büyük paralar ve bu delikten kaçma peşinde.

Konuyu oturup saatlerce bıkmadan anlatabilirim ama ne yazık ki yazıyla olacak iş değil. Gerçekten izlenmeyi hakkeden bir diziymiş. Zaten Dünya çapında baya sevilmiş. Hala izlenilen biri dizi. Tamamen gerçek hayattan oluşuyor ama o kadar özgün bir kurgusu var ki sıkılmıyorsunuz. Açıkçası bu diziyi izlerken 'iki bölüm izleyip, bırakacağım bugün' diyemedim ve demek istemedim. Hiç bunaltmadığı için canımın istediği kadar izledim. Son sezonda özellikle 9 bölüm arka arkaya izlemişim. Kardeşim dürtüklemese hipnoz olmuş gibi izlemeye devam edecektim.

Bu dizi aynı zamanda birçok kategoriye girebilir. Dram, aksiyon, gizem, aşk, komedi... Her şeyden bir şeyler var. Ah, aşk demişken... Ya öyle güzel bir aşk hikayesi var ki cidden imrendim. :D Micheal Scofield'a aşık olmayacak kız tanımıyorum. O bakışları, keskin zekası, zarifliği, korumacı halleri... Ellerimi yelpaze yapmak zorunda kalıyordum hep. Aşık olduğu kadın da The Walking Dead'in zillisi Lori'ymiş. TWD'de kadından ne kadar nefret ettiysem bu dizide bir o kadar çok sevdim. Buradaki adı Sara'ydı. Ve öyle güzel bir ikili olmuşlar ki... Hani günümüzdeki dizilerde çiftler ya vıcık vıcık aşk yaşıyıp, löp diye ayrılıyorlar ya da yataktan çıkmak bilmiyorlar ya... Bu dizide açık seçik bir şey bulmak imkansız. Saf aşkı bulabilirsiniz. Ki bu diziye daha çok renk ve özgünlük katmış. Kocaman bir artı daha!

Dizideki karakterlerden bahsedersem... Her türden var. Psikopat olanı mı dersin dosttan öte kardeşliğe adım atan mı dersin... Müthiş bir ekip kurmuşlar. Karakterleri canlandıran oyuncuları ayakta alkışlamak istiyorum. Bu kadar mı mükemmel rol yapılır. Nedense bu dizide oyuncuların performanslarını takip edip, takdir ettim. Resmen gerçeklermiş de gerçek bir şeyi yakınlarından izliyormuşum gibi hissettim. Micheal-Sara çiftine yanıp tutuşacaksınız. Micheal-Fernando dostluğuna imreneceksiniz, T-Bag ve Bellick'e süperötesi kıl olabilirsiniz. Ajan Mahone ve Ajan Kellerman sinir krizlerine sokacaktır büyük ihtimalle. Gretchen'ın güzelliğine kapılmayın, tam bir şeytandır kendileri. Ajan Don'ı nedensizce sevdim. Micheal'ın abisi olmasına rağmen Lincoln'a gıcık olabilirisiniz. Bir karakter bu kadar odun olmamalı! Ay, resmen dedikodularını yapıyorum şuanda. İçimi döktüm. Diziyi izleyenler varsa yanıma uğrasınlar. İçimdekileri dökmem lazım.

Sezonları da değerlendirmek istiyorum. Birinci sezon, dizinin ilk sezonu olmasına rağmen çok heyecanlı ve akıcıydı. Tüm karakterleri tanıma imkanı sağlayıp, diğer sezonların alt yapısını oluşturan ve kurguyu akıcı hale getiren bir sezondu. İkinci sezon baya şaşırtmalı ve komedi dolu bölümlerle çevriliydi. Her bir karakteri ayrı ayrı analiz etmişlerdi. Yeni gelen karakterleri de hemen sevdiren ve tanıtan bir sezondu. Üçüncü sezonda resmen level atlamışlar. İzlerken tırsmadım değil. Çok başka bir dünyada geçiyor olaylar sanki. Çok etkilenerek izledim. İnsanların analizlerini yaptım resmen. Ve gerçekten bana bir şeyler kattı. Son sezon ise... Resmen kalbimi parçaladı. İlk yarısı mükemmeldi. Cidden. Ekibi daha ne kadar sevebilirim bilmiyorum ama son sezonda yerimde duramadım. Tam benim istediğim ve sevdiğim şekilde olaylar gelişti. Kurgularına daha da aşık oldum. Ama ikinci yarıda bir kötü oldum. Hayır niye içim buruk bir şekilde bitirdiler ki diziyi. Rezil olacağımı bile bile söylüyorum; son bölümü ve ekstra iki bölümü zırlayarak izledim. Sanki ben yaşıyormuşum gibi. Dizi tamamen bitince 'kesinlikle favorim oldu, mahvetti beni, gerçek hayata dönmek istemiyorum' dedim ama bitti işte. Nasıl bitirirler ya! Son zamanlarda tekrardan devam edecekleri haberi geldi ama cıkss izlemem. Son sezonu izleyin, neden böyle dediğimi anlayacaksınız.

Of, son sezondan bahsedince yine kötü oldum. Daha ne diyebilirim bilmiyorum. İzleyin canlarım. Cidden izlenmeye değer bir dizi. Müthiş zekalar bir araya gelmiş, çılgın entrikalar dönüyor. En bi sevdiğimdir.

Ve size küçük bir sır vereyim mi ? Bu diziyi izledikten sonra bir cesaret geldi bana. Micheal'ı örnek alıp, ortalığı karıştırmak istercesine olaylara atlamak istedim. Ama popom yemiyor.

Son olarak favori repliklerim. Eminim ki bir yerlerde görmüşsünüzdür. İşte bu efsanevi replikler aslında Prison Break'den! (Üstlerine tıklayın.)


Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Durun son bir şey daha! Micheal'ı canlandıran Wentworh Miller, gerçek yaşamında eş cinsel olduğunu kabul etmiştir. Hadi toplanıp, ağlayalım kızlar. -.-

5 Mayıs 2015 Salı

Kitap Yorumu: Kurtlara Söyle Eve Döndüm


Mayıs ayından herkese merhabalar !

Şaka maka yine yaz geldi. Ki benim pek sevdiğim bir mevsim değildir. Nisan ayında takılıp, kalmayı tercih ederim. O yüzden sıcak havalarda genellikle evde takılırım. Bu süre zarfında kitaplar nasıl bitiyor, anlamıyorum. Kurtlara Söyle Eve Döndüm de bunlardan biriydi. Neredeyse 1 hafta önce okudum. Biraz sindirip, öyle yorumunu yapmak istedim. Ve işte başlıyoruz.

Kurtlara Söyle Eve Döndüm -kısacası KSED diyeceğim- normalde gözüme çarpıp, okuyacağım bir kitap değildi. Ama başta SaklamaKabı olmak üzere birçok blogger bu kitabı övünce ve Instagram'da paylaşımları artınca ben de bu akıma dahil oldum. İndirimden faydalanıp, kitabı kaptım ve sonunda okudum. En azından 'okumadım, nasıldı acaba' demeyeceğim. 

Kitaptan beklentim o kadar yüksekmiş ki okuduktan sonra 'hmmmmm' dışında pek bir yorum yapamadım. Kitap hakkında yorumları görseniz... Elbette çok seveni vardır ama ben 'aşırı' abartıldığını düşündüm. Kitap güzel miydi ? Evet. Kurgusu, karakterlerin mizah anlayışları, verilmek istenen ders... Bunu güzel ve okunulur bir kitap haline getirmiş. Ama 'mutlaka okuyun!' ya da 'okumazsınız çok şey kaçırırsınız' da demem. Sadece şans verin ve okuyun derim. Çünkü bazı yerleri çok ama çok anlamlıydı. Hayatın gerçeklerinden kesitler okuyorsunuz ve okudukça daha çok farkına varıyorsunuz. Çünkü şöyle de bir şey var ki başımıza gelmediği sürece trajedileri anlamak imkansız hale geliyor. Anlık hüzüntü ve kısa bir süre için sizi o ana sokuyor ama sonra unutulup, gidiliyor. Bu kitapta ise döngünün hep içindesiniz. Okurken başımın üstünde hep kara bulutlar varmış gibi hissettim. O ortamında içinde yer almışım da uzaktan olayları izleyip, daha çok boğulduğumu hissettim. İşte kitap bana bunu verdi. Belki de bundan sonra AIDS'i daha ciddiye alacağım.

"Bazen ortalıkta dolaşıp bu zamanabırakılmış orta çağdan gelen bir çocuk gibi davranıyorum. Bu yüzden de etrafımdaki her şey tuhaf, yeni ve saçma görünüyor, tamam mı ?" -June

Kitabın konusu AIDS hastalığı üzerine kurulu desem yeridir. June Elbus, yaşıtlarına göre sıradışı bir genç kızdır. Orta Çağ meraklısı, farklı giyim tarzı olan ve gerçekten diğerlerine benzemeyen bir kız. Düşünce tarzı, verdiği kararlar, konuşmaları... June'ı sevdim. Mizah anlayışı, yaşına göre olgun ve ilgi çekici biri. Aynı zamanda AIDS olan dayısı Finn'e çok bağlıdır. Son zamanlarını hep onunla geçirir. Finn, ölmeden önce June'un ve ablası Greta'nın bir portresini çizer. Çünkü o aslında ünlü bir yazardır. Eşcinseldir ve aynı zamanda ölümcül hastalığa bulaşmıştır. Bunlar spoiler değil. Kitaba başladıktan hemen sonra göreceksiniz.

"Portren çizildiği zaman nasıl görüneceğine bir başkası karar veriyordu. Seni nasıl görmek istiyorsa öyle çiziyordu. Ama fotoğraf makinesi, düğmesine basıldığında her nasıl görünüyorsan onu yakalıyordu." -June

 Ama asıl konu Finn öldükten sonra ortaya çıkan Toby ile başlıyor. June'un ailesine göre Finn'in katili Toby'dir. Hastalığı o bulaştırmıştır. Yani istenmeyen kişi. Ama bu June'un ilgisini çeker. Finn'i ondan başkası kim bu kadar çok sevebilir ? Kim onun hakkında June'dan daha fazla şey bilebilir. June'un bilmediği her şey Toby'de gizlidir. Ve bu da onu daha gizemli kılar. Kitap, June'la Toby'nin baştaki çekingen hallerini ve zamanla dost olma süreçlerini akıcı ama aynı zamanda gizli bir şekilde hüzünle anlatıyor. Sanki her an ağlama modunda oluyorsunuz. İki laflarından biri Finn. Finn'nin sahneleri çok az ama June ve Toby sayesinde o karakteri çok iyi tanıyorsunuz. Seviyorsunuz. Ve öldüğü için üzülebilirsiniz bile. 

"Romantik olmak demek her zaman güzel olan şeyleri görmek istiyorsun demektir. İyi olan şeyleri. Hayatın acı gerçeklerini görmek istemediğini, her şeyin sonunda yoluna gireceğine inandığın anlamına gelir." -Finn

Ama depresyonda olan bir tek June'la Toby değildir. June'ın ablası Greta'ya dikkat edin. İlkten çok cadaloz gelebilir. Ama onun da aklına takılan, üzüldüğü noktalar var. Kitabın sonlarına doğru her şey ortaya çıkıyor. Ama dikkatinizi vererek okuyun. Bu kitabı okuyacaksanız eğer ona ayrı bir zaman yaratın. Her gece birkaç bölüm okumakla olmuyor maalesef. Değişik, doğru yerlere parmak basan ve ilginç bir aşk hikayesini konu edinmiş yazarımız. İlk romanı. Umarım başka romanlarını da okuruz.

"Belki yıllarca Toby'nin ya da Finn'in yarısı kadar iyi bir insan bulmayı bekleyerek senelerce yalnız kalacaktım." -June

AIDS hastalığı hakkında insanların neler düşündüğünü az çok biliyoruz. Kitap bunu çok güzel yansıtmış. Ve bu konuda June'a hayran kalmamak mümkün değil. Okuyun ve görün derim.

Kitap hakkında başka neler söylesem bilemiyorum. Çok ama çok beklentileriniz olmasın. O zaman daha çok seveceksiniz. Ve ön yargılarınızı alıp, gidecek.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

11 Nisan 2015 Cumartesi

Kitap Yorumu: Kan ve Yıldız Işığı Günleri


Merhabalar...

Direk konuya atlamak istiyorum. Duman ve Kemiğin Kızı'nı okudunuz mu ? Hani, birkaç hafta önce blog'da ballandıra ballandıra anlattığım şu esrarengiz seri ? Okumadıysanız ilk kitabı kapın ve sonra ikinci kitabın yorumunu buradan okuyun. Çünkü şimdi ilk kitabın yorumunda anlatamadığım dedikoduları anlatıp, ikinci kitabı çekiştireceğim.

Her şeyin değişmesi ve hiçbir şeyin değişmemesi...

Duman ve Kemiğin Kızı, özgün kurgusu ve farklı karakteri ile diğer serileri direk solluyor. Gerçekten, bu konuda abartmıyorum. Mutlaka okumanız gereken ve kitaplığınızda olması gereken bir seri. İlk kitabın başlangıcı kafa karıştırıcı olabilir demiştim. Hatta anlamadığınız yerlerde olabilir. Benim de var çünkü. Bu konuda elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışırım. İlk kitabın üstünden kısaca geçmek gerekirse; Karou'nun ve Akiva'nın geçmişteki ilgi çekici aşkını öğrenip, şaşırtıcı detaylarını görmüştük. Karou'nun geçmişteki yaşantısı, Akiva'yla karşılaşması, yaşadıkları yasak aşk ve sonundaki ölüm cezası. Kitabı okurken merak ettiğiniz her soruyu, son sayfalarda bulmanız mümkündü. Brimstone'nun ve diğerlerinin Karou'yu neden aileden biri gibi sevdiğini, ölümlerinin Akiva yüzünden olduğunu ve asıl savaşın başladığı sinyallerini almıştınız. İşte, her şey kaldığı yerden ve daha karmaşık bir halde devam ediyor. İnanın bana, bir an yanlış kitabı okuyorum sandım. Ama sonra öyle bir ters köşeye sıkıştırıldım ki... Laini Taylor, okuyucusu ile kedinin fareyle oynaması gibi oynuyor. Her şeye hazırlıklı olun. Hiçbir şey göründüğü gibi olmayacak ve ihanetlerin aslında birer plan olduğunu anlayacaksınız. Ama en önemlisi bu kitapta dostluklar ve aşklar bitmiyor. Elbette savaşlar da...

Kitabın ilk yarısına kadar olayları anlamaya çalıştım. Bir kere, kitaba tamamen beklentisiz başlayın. İlk kitabın büyüsüne kapılıp, ikinci kitaptan daha çok beklentiniz olmasın. Süper hayal kırıklığı yaşarsınız. Beklentisiz ve sakin bir şekilde okuyun. Her şeyin açıklaması yine kitabın sonunda geliyor ve yazara hayran kalacaksınız. Bu yazara güvenim ve oyum tam!

Bu kitap, sadece bir karaktere bağlı kalmamış. Olayların oluş şekilleri, farklı zamanlarda farklı karakterler ağırlıklı olmak üzere anlatılmış. Karou'nun en yakın arkadaşı Zuzana ve onun erkek arkadaşı Mik, Karou ortalıktan kaybolduktan sonra onu aramaya çalışırlar. Zuzana durmadan Karou'ya e-mail atar. Ve en sonunda bir ipucu yakalar. Mik'i de beraberinde sürükleyerek kendilerini çöl sıcaklığında bulurlar.

Akiva, ihanet ettiği kardeşlerinin yanına yani Hazael ve Liraz'a gider. Üçü beraber, hem çıkacak savaş için hazırlanırlar hem de Kimeralar'ın öldürülmemesini engeller. Elbette gizli planları vardır ama inanın bana hiç ummadıkları bir şeyle karşılaşırlar. Yazarın şaşırtıcı kurgusundan biri bu. Ve aynı zamanda Akiva, Karou'yu öldü sanmaktadır. Yine de onu aramaya devam eder. Ve ilginç bir ipucu bulur. Bu ipucu, Karou'nun tüm hayatını geri getirebilir.

Herkes tarafından öldü sanılan Karou ise bambaşka planlar peşindedir. Fas'ın uçcuz bucaksız bir Kumdan Kalesi'nde, Kasbah'da yeni planlar peşindedir. Ama aynı zamanda tutsaktır da. İlk kitaptan Thiago'yu hatırlıyor musunuz ? Beyaz Kurt. Karou'nun geçmişteki yaşamında yani Madrigal olduğu dönemde beraber olmaya zorlandığı lider Beyaz Kurt'tan söz ediyorum. Kendileri geri döndü. İlk kitapta çok göremesek de bu kitapta ön planda. Karou'yu hem koruyor hem de kendi çıkarları için kullanıyor. Bunu yapmasının sebebi ise Karou, yeni dirilticidir. Brimstone'nun yaptığı işi devralmıştır ve Melekler tarafından öldürülen Kimeralar'ın buhurdanlarını alıp, onları yeni bedenlerinde diriltimektedir. Thiago'nun asker adamlarını. Yani bizim mavi saçlı kızımız, savaş için çalışmaktadır. Ama asıl amacı bu değildir. Bu sadece göz yanılması. Olaylar bambaşka bir boyut alacak ve yazarın şaşırtıcı kurgusuna hayran kalacaksınız. Benden söylemesi.

Belki yazdıklarım çok kafa karıştırıcı gelebilir ama inanın bana gerçekten kafa karıştırıcı. :D Kitabı okurken bir an cidden algılayamadım. Ne olduğunu, neler döndüğünü, yeni gelen karakterlerin neler yaptıklarını... Evet, birçok yeni karakter geliyor. İçlerinden sadece ikisini hatırlıyorum. Ten ve Ziri. Ten, bir kadın Kimera ve Thiago'nun sağ kolu. Karou'nun baş düşmanı diyebiliriz. Çok sinir bozucu bir karakter ama sonunda öyle bir şey oluyor ki en sevdiğim karakterlerden biri olabilir. Ziri ise Karou'nun bir nevi akrabası gibi. Madrigal  zamanında Ziri daha küçücük bir çocukken bile ona hayranmış. Bu kitapta Thiago'nun asker adamlarından ama hiç ummadığınız bir anda Karou'nun en büyük destekçisi olacak ve inanılmaz bir fedakarlık yapacak. Yazarın bir şaşırtıcı kurgusu daha!

Bunların dışında... Karou'ya her zamanki gibi hayran kaldım. En bi' sevdiklerimden oldu. Tarzıyla, düşünceleriyle ve dayanıklılığı ile tam puan alır benden. En yakın arkadaşı Zuzana ve Mik kesinlikle favorilerimden! Yazar iyi ki onları da kurgunun için almış dedim. Bu iki tatlı insan, Kimeralar dünyasında oldukça cesurdu. Akiva'ya gelirsek... Soğuk bir tip ama çekiciliği de var. Onu nasıl anlatsam bilemedim ve şunu içtenlikle söyleyebilirim ki bu kitapta açık saçık bir aşk yoktu. Ama aşkın gücünü iliklerinize kadar da hissedeceksiniz. Yazarın sihirli kalemi derim buna.

Seri giderek mükemmel olmaya devam ediyor. Son kitabı çok ama çok merak ediyorum. İkinci kitabın sonu öyle planlı, öyle heyecan verici bir şekilde bitti ki... Cidden üçüncü kitabı hemen istiyorum! İstanbul'a döndüğüm zaman bu seriyi kitaplığımın baş tacı yapacağım.

Anlamadığınız yerler olursa buralardayım. Dedikodusunu da yaparız. Ama şimdilik bu kadar.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Bunu dediğime inanamıyorum ama bu serinin dizisi ya da filmleri yapılsa... Müthiş olabilir. Okurken bile hayal etmesi çok zevkli. Hem de çok!