Pages

Aksiyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aksiyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ocak 2019 Salı

Kitap Yorumu: Queen of Air and Darkness - Cassandra Clare

2019'un ilk blog yazısından herkese merhaba! 😊

Bilerek bu anı bekledim. Gelin, sizi uzun bir yolculuğa çıkarayım.
Efenim, Jane'i inatçı bilir misiniz? Bilmezsiniz ama süper inatçı biriyimdir. Kafama taktığım bir şey ya olacak ya olacaktır. 
Cassandra Clare'e aşık olduğumu bilir misiniz? Eh, bilmezseniz ayıp edersiniz. Zira kendisi benim favori yazarımdır. Bunu artık göğüs gere gere söylüyorum. Eskiden favori yazarlarımı çat çat sayardım ama güvendiğim dağlara kar yağdığı için şu an tek odak noktam Cassie. <3
Hal böyle olunca Karanlık Sanatlar serisinin son kitabı Queen of Air and Darkness için geri sayıma başlamıştım. 4 Aralık'ta çıkan kitaba ulaşmak için affedersiniz ama bir yerlerimi yırttım resmen. Amazon'dan mı sipariş etsem, yurt dışına giden birinden mi istesem, Pandora'ya mı getirtsem derken kitabın pdf'ni internette buldum. (Allah affesin bu korsancılık oluyor ama söz verdim hem Türkçesini hem de İngilizcesini alacağım.)
Pdf'i hemen hem bilgisayarıma hem de telefonuma indirdim. (O sırada gaza gelip Kindle da sipariş ettim ama şansıma tükenmiş... Gelmesini bekliyorum hala.) Sonra bir baktım 921 sayfa! "Jane, iyi güzel İngilizce kitaplar okumaya başladın ama Cassandra'yı okuyabilcen mi?" diye kendi kendime hayatı sorgularken Artemis Yayınları'nın editörüne mesaj attım: Kitabı ne zaman yayımlayacaksınız? Demez mi 2019'in ilk döneminde. Bu bir kaçamak cevaptır! Girdim zorlu bir yola ve iki haftalık bir beyin fırtınasından sağ salim çıktım.
Kendime şunu kanıtlamış oldum: Ben artık dilediğim İngilizce kitabı okuyabilirim. Wohooo, kim tutar beni beee! 😎

Tamam, konuyu toparlıyorum. Canlar, Cassandra Clare canınıza okuyacak. 😏
Kısa bir özet geçeyim: Bu kitap, Karanlık Sanatlar'ın son kitabı. Bir önceki kitap Gölgelerin Lordu'nda olaylar çok pis karışmıştı. Robert Lightwood ve Livia Blackthorn, Annabel tarafından öldürülmüştü. Sanırım, Cassie'nin yazdığı en acımasız sahnelerden biriydi. Queen of Air and Darkness'ta olaylar kaldığı yerden devam ediyor.
Julian ve diğer kardeşleri Livia'nın ölümüyle sarsılıyor. Konsey fena karışıyor. Herkes dağılmış durumda. Kitabın ilk sahneleri cidden ağır bir hava içeriyordu. Herkesin ruh hali çok farklıydı ama her zaman odak noktamız Julian oluyor.

Livia'nın cenazesinden önce Emma'yla yaşadığı yakınlık, sonra çektiği acı sebebiyle Julian bir karar veriyor. Bu kararı açıklamayacağım ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Will Herondale izleri göreceksiniz Julian'da. Espri yeteneği yok ama aldığı kararlarla Will'in yeni versiyonu diyebiliriz.
Julian'ın bu değişimiyle Emma çok zorlanıyor. Nasıl davranacağını da bilemiyor kızcağız. Yine de bu ikiliyi bol bol göreceksiniz. Bu kitapta yaşamadıkları macera kalmıyor. 
Diğer bir yandan yazarımız yine birçok açıdan olayları bize sunmuş. İkizinin ölümüyle Ty de kendince bir şeyler yapmaya kalkışır. Onun yol arkadaşı Kit'ti. Çoğu sahnede Dru da onlara katılıyor. Anlayacağınız, küçükler artık büyümüş ve sorumluluk almaya başlamış durumda. Bu arada Kit'le ilgili bir sır öğreneceksiniz. :)

Tessa ve Jem'le ilgili koca bir gelişme var! Okuduğumda küfretmiş olabilirim. "Ah benim Will'imden ne istedin Cassie!" diye söylenmiş de olabilirim. Oh herkes mutlu ama Will toprak altında. :( Neyse. 
Ay asıl bomba Mark, Cristina ve Kieran üçlüsünde. Yok artık diyeceksiniz. Yani böyle bir şey olmasını ben beklemiyordum. Pek de sevmedim. Mark'ı tokatlamak istiyorum. :D
Bu kitapta bol bol Jace, Clary, Alec ve Magnus da okuyacaksınız. Izzy ve Simon bir görünüp bir kayboldu. Hatta replikleri bile sayılıdır ama Alec'le Magnus'u sık sık göreceksiniz. Hatta çok güzel bir sahneleri de var. :)
Jace-Clary-Julian-Emma dörtlüsünün de birden fazla sahnesi var. Böyle merakla okuyacaksınız.

Şimdi bir sahneden bahsedeceğim. Bunu söylemezsem çatlarım. Çünkü bu sahneden bir kitap bile çıkabilir. Demedi demeyin. Para için insan neler yapmaz. :D Sahne şöyleydi: Bir şey bir şey oluyor *spoiler olmasın diye ne olduğunu yazmıyorum* ve Emma'yla Julian başka bir evrene geçiş yapıyor. (Ah bayılırım böyle geçişlere.) Bu evren, varolan tüm evrenlerin en beteriymiş. Okurken anlamamak imkansız. Bu evrende her şey çok kötü durumda: Sebastian yaşıyor ve hakimiyet onda. Jace onun kölesi durumunda. Clary öldürülmüş. Büyücüler bir hastalığa yakalanıyor ve ya ölüyorlar ya iblise dönüşüyorlar. Magnus da hastalanınca Alec'den kendisini öldürmesini istiyor. Alec, Magnus' öldürünce kendisini de öldürüyor. Livia bu evrende hayatta ve Sebastian karşıtı bir grubun başında yer alıyor. Falan filan. Emma ve Julian başta dehşete düşüyor. Özellikle Jace'i öyle görünce... Bu evrende kısa ama dolu dolu bir macera yaşıyorlar. 
Şimdi bunu niye anlattım size: Bu evreni boşuna yaratmadı Cassandra. Sebastian'ı canlandırması, kötülüklerin baş göstermesi... Kitabın sonundaki cümleyi okuyunca hele diyeceksiniz ki "Sıçtık!" Bence Cassandra Clare çok değişik bir şey planlıyor. Okuduğumuz bu karakterleri bambaşka bir evrende okuyabiliriz. Bir ihtimal... Valla yazarsa ben balıklama atlarım. Efsanevi şeyler ortaya çıkar. :D 
Oh, tamam bunu da anlattığıma göre... Sanırım şimdilik bu kadar. Kitabın Türkçesi çıkınca tekrar okuyacağım, atladığım bir şey var mı diye ama kurgu kafamda cuk oturdu. Taparak okudum. Bayıldım. Hayal kırıklığına uğramadım. Bir kez daha iyi ki Cassandra Clare'in yaşadığı dönemde yaşıyorum dedim. :) 
Enfes bir kitaptı. Beklediğime değmiş. Türkçesi çıkıp, herkes okuyunca daha farklı bir yorum yazabilirim. Bir de genel olarak Cassandra Clare kitapları hakkında bilgilendirme amaçlı bir yazı yazacağım. Serileri hangi sıraya göre okumak lazım, gelecekteki seriler neler, karakter analizleri... Biraz zamanımı alacak ama merak etmeyin 2019'da yayınlayacağım. :) 

2019'un herkese mutluluk getirmesi dileği ile sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Çok yüzeysel anlattım çünkü kitap o kadar kalın ve o kadar çok olay yaşanıyor ki... Hepsi iç içe geçirilmiş bir labirent gibi; bir şey yazsam spoiler olabilir. Spoiler isteyen yazsın, anlatayım hemen. :D Dedikoduya da beklerim. 

18 Mart 2018 Pazar

Kitap Yorumu: Tatyana ve Alexander - Paullina Simons

Merhabalar
Bu aralar keyifle kitap okuyorum. Çünkü hayatımda başka heyecanlı bir şey yok. 😔 İş hayatı bazen cidden çok yorucu, sıkıcı ve stresli olabiliyor. O yüzden kendimi kitaplarla terapiye sokuyorum. Müthiş işe yarıyor, öneririm.
Gelelim benim aşkla okuduğum seriye... Tatyana ve Alexander macerası... İkinci kitabı okuyana kadar canım çıktı. Hem uzun hem karışık hem de kitabı okurken araya hep başka bir şeyler sokmak zorunda kaldım. Ve birkaç saat önce kitabı bitirdim. Uzun zamandır bir yolculuktan dönmüşüm gibi hissettim. Şöyle Rusya, Polonya, Almanya, Amerika yapıp geldim. 

İlk kitap Bronz Atlı bitince serinin devamı için baya panik oldum. İlk kitabı okuduğunuzu varsayarak birkaç bilgi vereceğim. Aşırı zorlu savaştan bahsetmeyeceğim. Okurken boğazım milyon kez düğümlenmişti. Böyle tarihi ama savaş detayları içeren kitapları okumayı cidden seviyorum. Bronz Atlı o yüzden beni fazlasıyla doyurmuştu. Tatyana'nın bütün ailesini açlık sebebiyle kaybetmesi, Alexander ile çok ama çok zorlu bir yolculuğa çıkmaları, evlilikleri sonrasında Alexander'a atılan "ihanet" iftirası ve idam kararı, Alexander'ın Tatyana'yı kurtarmak için planlar yapması, hamilelik ve sonunda yollarının ayrılması. Alexander giderek daha fazla kızgınlaşan savaşın içinde yaşam mücadelesi verirken Tatyana'nın Amerika'ya ulaşması... Adeta film tadında bir kitaptı.
İkinci kitap kaldığı yerden devam ediyor. Çok ama çok uzun bir yolculuk sizi bekliyor. Yazar adeta döktürmüş. Tek sorun çok fazla savaş terimleri olmasıydı. Ben tarihi çok seven biri değilimdir. O yüzden kitapta yer alan tarihi bilgiler beni boğdu. Sabırla okudum ama bana bir katkısı olmadı. Yazar sanırım karakterlerine sığınıp biraz tarih dersi vermek istemiş. Eh, ben derslerde olduğum gibi ilgisiz bir şekilde okuyup geçtim. Ama bildiğim yerler hakkında -Rusya ve Polonya, özellikle Polonya'nın Krakow şehrinden bahsederken- bilgiler olduğunda dikkatimi verdim. Yazar Türkiye hakkında da bir şeyler biliyor ki bizden de bahsetmiş. Ankara kelimesini görünce ister istemez sırıttım. Yani kitapta yok yok.

"Bu dünyada yalnız yürürüz ama eğer şanslıysak bir şeye, birine ait olduğumuz bir an gelir, bu da bir ömür yalnızlığımız boyunca bize güç verir."

Gelelim karakterlere... Tatyana şu an benim gözümde en güçlü kadın karakterlerden biri. Çok ağır bir savaştan çıkarak Amerika'ya ulaşması, tek başına çocuğunu doğurup bakması, hastanede çalışmaya başlaması, Alexander'ı unutmayıp ve ona sadık kalarak kendi halinde yaşaması... Ve sonra bir ipucu ile Alexander'ın yaşayıp yaşamadığını öğrenmek için harekete geçmesi... Yemin ederim şu hayatta Tatyana gibi birini bulmak neredeyse imkansız. Kadın adeta Superwoman. Kitabı okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız. Öyle hayranlıkla okudum ki... Ve gurur duydum. İnanılmaz güçlü bir karakter. Özellikle kitabın sonlarına doğru ben bile hırslandım. Böyle o amacına ulaşıp, rahat bir nefes alınca oturup ağlayasım geldi. Sanki yıllarca onunla beraber nefesimi tutup ne olacak diye beklemişim gibi zafere ulaşmış gibi hissettim. Cidden bu duygu anlatılmaz, okuyup yaşanılması lazım. 😍

Alexander'a gelirsek. Adam sürprizlerle dolu. Tatyana'nın onun öldüğünü düşündürtüp tam savaşın göbeğinde mücadele etmeye devam etti. Hakkında çıkan ihanet suçlamalarından, idamlardan, tutuklanmalardan mücadele ederek üstesinden geldi. Bunun bir sebebi de çocuğunun ve eşinin hayatta kalarak Amerika'ya ulaştıklarını ummasıydı. Bir gün onlara kavuşacağını düşünerek yaşam mücadelesi verdi. Ama ne mücadele! Bir ara kesin umudunu kesip, tamamen teslim olacak sandım. Ben bile okurken beyaz bayrak sallayasım geldi. Sınırlarını fazlasıyla zorladı. Savaş sırasında birçok şaşırtıcı olayla da karşılaştı. Spoiler vermeyeceğim ama 'yok artık, daha neler' dedirten şeyler de yaşadı. Tam ben böyle "ah çocuğum be daha ne kadar işkence çekeceksin," derken Tatyana adeta şimşek gibi ortaya çıkıp kurtarıcı melek oldu. Ve işte o zaman Alexander'ın içinden adeta bir öküz çıktı. Balyozla kafasına kafasına vurmak istedim. Anneannemin meşhur bir sözü vardır: "Acıma yetime döner koyar popona." 
Belki burası birazcık spoiler olabilir ama inanın masum bir spoiler. Yani Alexander'a sövmem için bu kısımdan bahsetmem lazımdı. Acayip öküz biri oldu. Tamam, ona bir şey olmasın diye çabalıyorsun, okey deneyimlerin daha fazla ama Tatyana sana ulaşabilmek için kız neler yaptı be! Sonra gelmiş kızı tersliyorsun. Ya şu erkekleri anlamak mümkün değil. Hep o güçlü hep o haklı hep onun dediği olacak. Dolma biberi oyar gibi oymak istedim. Neyse. Kitabın sonuna doğru acayip kıl oldum ama kitabın sonu bir nebze olsa da iyi bitince sakinleştim. Çok kötü bitseydi ortalığı ateşe verebilirdim. 😒
Üçüncü kitap için yerlerde sürünebilirim. Çünkü yazar nasıl devam edecek, karakterlere nasıl işkence çektirecek çok ama çok merak ediyorum. 
Bence bu seriyi hemen hemen herkes sever. Çünkü aşk hikayesi çok dokunaklı ve yapmacık değil. Çok gerçekçi. Tarihi aşkın savaşla harmanlanıp size sunulduğunu düşünün. Bana göre bu karışım tadından yenilmez bir şey. Bu tarz kitap önerilerine sonsuza kadar açığım. 💛

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

16 Şubat 2018 Cuma

Dizi Önerisi: La Casa De Papel

Merhabalar!
Bendeniz Jane, yeni bir Netflix dizi önerisiyle karşınıza çıkıyorum. Ah, ne yapayım? Güzel bir dizinin kokusunu alınca kendimi kaptırıyorum. Kendimle övünmek gibi olsun, cidden sağlam diziler izliyorum. Yani izlediğim dizilerin arkasından "hayatımdan şu kadar zaman çaldı," demek yerine "bu diziyi izlemeden önce çok boş yaşıyormuşum," diyorsam doğru yoldayımdır. 
 Genellikle ailem Türk dizisi izlemeyip yabancı dizilere gömüldüğüm için benle uğraşıyorlar ama sorarım size Lost, Fringe ya da ne bileyim Black Mirror izledikten sonra nasıl bizim klişe dolu dizilerimizi izleyebilirim ki? Hiç izlemedim değil. Ama ne zaman bir Türk dizisi izlemeye başlasam birkaç bölüm sonra beni sinir krizlerine sokacak bir döngüye giriyor. O yüzden yaşasın yeni dönem Netflix dizileri! 
Netflix de cidden bağımlılık yapan dizilere sahip. Hayatımda ilk kez İspanyol yapımı bir dizi izledim. La Casa De Papel, İspanyolca merakımı daha da alevlendirdi. Sanki video hızlandırılmış gibi konuşuyor olsalar da diziyi aşkla izledim. Diziyi anlatmaya başlamadan önce genel bilgileri vereyim.
İlk sezonu Netflix tarafından alınıp, yayımlandı. Dizi, orijinal kanalında her bölümü 1er saat olmak üzere toplam 9 bölüm şeklinde yayımlanmış ama Netflix bölümleri 40-50 dakikaya düşürüp 13 bölümlük bir sezon yayımlamış. Ve dizinin 2.sezonu da yayımlanıp final yapmış. Henüz Netflix 2.sezonu yayımlamadı ama her yerde alt yazılı bir şekilde 6 bölümlük 2.sezonu bulabilirsiniz.
Gelelim La Casa De Papel macerama... Instagram'da sık sık karşıma çıkıyordu. Black Mirror'u bitirince direk izlemeye başladım. Açıkçası ilk bölümde biraz afalladım. Uzun zamandır(2009'dan beri) hep İngilizce diziler izliyordum. Bir anda İspanyolca bir dizi izleyince konuşulanlar, aksanlar falan çok garibime gitti. Zaten İspanyollar süper hızlı konuşuyorlar. O yüzden ilk bölümde alt yazıya odaklanmaktan birkaç sahneyi kaçırdım. Ama bir süre sonra buna alıştım ve dizinin bağımlısı oldum. Aralarda kaptığım İspanyolca kelimeleri evde kendi kendime tekrar etmeye başladım. "Ya İspanyolca öğreniyorum ben yaa," moduna girebilirsiniz. 😃 

Hatta bir ara kişisel Instagram hesabımda diziyi paylaştım. İzlediklerinden haberim olmadığım arkadaşlarım pıt pıt mesaj attı. İşte o zaman 2.sezonun da varlığından haberdar oldum. Jane durur mu? Anında tüm sezonları silip süpürdüm. Ve hemen blog'da önermeliyim dedim. Çünkü La Casa De Papel hiç boş bir dizi değil. BAYILACAKSINIZ!
Dizide alttan alttan çok ince mesajlar da verilmiş. Oyuncular mükemmel seçilmiş. Yaratılan karakterler bu kadar olmaz dedirtmiş. Adeta Hollywood yapımlarını sollamış bir dizi bence. Dizinin konusu şöyle: Bir Profesör yıllardır planladığı banka soygunu için hem tecrübeli hem de aranan 8 insanı bir araya getiriyor. Beş ay boyunca aynı evde kalıyorlar. Kişisel bilgi paylaşımı ve kendi aralarında özel bir şeyler yaşamak yasak! Gerçek isimlerini kullanmıyorlar. Her biri şehir ismi seçiyor. Tokyo, Rio, Berlin, Moskova, Denver, Helsinki, Oslo ve Nairobi. Bu beş aylık süreç içinde Profesör kusursuz planından bahsediyor ve hepsini bir eğitime sokuyor. Adam öngörülebilecek her şeyin planını hazırlamış! Polislerin nerede nasıl düşüneceğini, neyle bağdaştıracağını ve nasıl hareket edeceklerini en ince detayına kadar planına işliyor. Ve İspanya Kraliyet Darphanesi'ni soyma zamanı başlasın! 
Dizinin genel hatları bunlar ama ağzınız açık izleyecek birçok şeyle karşılaşacaksınız. Bazen Tokyo'nun asiliğine öfkeleneceksiniz bazen Berlin'in süper uyuz biri olduğunu düşüneceksiniz bazen de Profesör'ün inanılmaz zekasına aşık olacaksınız. Of, evet Profesör'e aşık oldum sanırım. Clark Kent gibi adam ya! Jet hızıyla konuşmasını, eliyle sürekli gözlüğünü düzeltmesini, şaşkınlık yaratan ani planlarını aşkla izledim diyebilirim. Bölümler boyunca birçok duygu karmaşası içinde olacaksınız. Sıradan bir polisiye, soygun, suç dizisi izlemiyor olacaksınız. 
Soyguncu ekibimiz Dali maskeleri takarak ve kırmızı tulumlar giyerek topluma bir mesaj iletiyorlar: Bize dayatılan ahlaki ve genel adetlere aykırı yaşıyoruz ve sosyalizmi temsil ediyoruz. Darphane'yi soymaları da kapitalizmi işaret ediyor. Para için nelere katlanmak zorunda olduğumuzu ve kısa yoldan para elde edersek nasıl suçlandığımızı, paranın her şeyi yönettiğini v.b. 
Profesör, cidden tam bir lider rolünde. Her şeyin hesabını yapıyor. Yani bazen aynı kalıplara bağlı kalmamak lazım.
Müthiş bir yapıt olmuş. Zaman öldürmek için izlemeyin diziyi. Çünkü cidden çok güzel mesajlar veriyor. Profesör, planın kusursuz olması için elinden geleni yapıyor ama planlamadığı tek bir şey vardır: Aşk. Bu dizinin en hassas noktası zaten. Hepsinin ölümü bile olabilir.
İki sezon boyunca olaylar heyecanından gram kaybetmeden devam ediyor. İnanın bana. Nefes almadan, saatlerce izlemek isteyeceksiniz. Bu bölümleri iyi değerlendirin çünkü üçüncü sezon yok. Kesin bir bilgi yok sanırım. Ama bence devam etmezler çünkü son bölümü güzel ve bağlayıcı bir şekilde bitirmişler. Devam etmek isterlerse de saçmalamazlar çünkü yazabilecekleri güzel bir konu mevcut. Bakalım neler olacak?
İzleyin, izletin efenim. Biraz gerçekleri, dizilerden görmemiz gerek. 💛

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane


Not: Evet, cidden Tokyo ve Duygu Özaslan birbirine çok benziyor ama Tokyo'nun ayrı bir havası var. Süs bebeği yerine asi bir kızımız kendileri.
Not 2: Denver'in gülüşüne bayık bakışlarla karşılık veren bir tek ben değilimdir umarım?
Not 3: Berlin sütten çıkmış ak kaşık olmasa bile bu adama tutulmadığınızı, nefret ettiğinizi söylemeyin bana? Profesör'ün sağ kolu olması tam yerindeydi bence.
Not 4: Bella Ciao dinlerken ister istemez etkileniyorsunuz değil mi?
Not 5: Lütfen diziyi izlerken Nairobi'nin burnuna gözünüzün sürekli takıldığını, kadını izlerken de dikkatinizin dağılmadığını söyleyin?

4 Şubat 2018 Pazar

Dizi Önerisi: Black Mirror

Merhabalar


Birkaç aydır gerçek hayattaki sorumluluklarımdan dolayı dizilerden uzak durmuştum. Ama şimdi düzenim belli saatlere ayrıldığı için akşamları rahatlamak amacıyla dizi izleyebiliyorum. Yaşasın bölümleri tamamlanan sezonluk diziler. Ve açıkçası sezon sezon dizi izlemeye aşığım. 2009'dan beri de böyleyim. Sanırım bu konuda yaşlanmayacağım. 😃
Şimdi gelelim Black Mirror macerama... Diziyi uzun zamandır biliyordum ama izleme fırsatım olmadı. Bir Netflix dizisi olduğu için yine de görmezlikten gelemedim. Ama diziye asıl başlama sebebim şuydu; iş yerindeki diğer stajyer arkadaşım Instagram kullanmadığını ve yakın zamanda kapattığını söyledi. Sebebini sordum. "Black Mirror'u biliyor musun? Bir bölümde Instagram temalı bir kurgu vardı. Çok etkilenerek izledim. Adeta o bölümde kendimi gördüm ve bu yüzden Instagram'ın zararından dolayı kapattım, kullanmıyorum," deyince o gün eve gelir gelmez 1.sezonun ilk iki bölümünü izledim. BEYNİM ALEV! Çünkü;
  • Bölümlerin birkaçı hariç, hepsi bir saat uzunluğunda ve film tadında
  • Kurgular kesinlikle basit değil, hepsinin altında süper mesajlar var
  • Oyuncular sürekli değişmesine rağmen karakter seçimlerine hayran kalarak izliyorsunuz
  • Bu dizide ne yazık ki mutlu son diye bir şey yok
  • Bol bol distopya tarzında kurgularla karşılaşacaksınız
  • Her bölüm sonrası siyah ekrana dalıp hayatı sorgulayabilirsiniz ve gelecek için endişe duyabilirsiniz
  • İngiliz aksanına doyacaksınız
Daha liste uzar gider... Ben tabiri caizse dehşet-ü-l vahşet bir şekilde izledim. Sıkıldığım bir ya da iki bölüm olmuştur. Onun dışında her bölümü "acaba şimdi hangi konu işlenecek ve ben dehşete düşeceğim," modunda izledim. 
Black Mirror şuan 4 sezonluk bir dizi. İlk iki sezon 3 bölüm, diğer sezonlar (3.sezonun Noel özel bölümü de mevcut) 6 bölümden oluşuyor. Dediğim gibi birkaç istisna dışında bölümler ortalama bir saat sürüyor. Bir İngiliz dizisi olduğu için genel olarak İngiliz aksanı duyuyorsunuz. Bu duruma ben bayıldım çünkü İngiliz aksanına alışmak hatta aksanımı o yönde geliştirmek istiyorum. 😍 Her bölüm birbirinden bağımsız. Çok ince bağlantılar oluyor ama onu da dizinin bağımlısı fark edebilir. Onun dışında şu bölümü izlemezsen o bölümü anlayamazsın diye bir şey yok. Black Mirror'a 3.sezon ortasından bir bölüm izleyerek bile başlayabilirsiniz. Ama benim sırayla izleme gibi bir takıntım olduğu için üşenmeden tek tek izledim. Pişman değilim. 😎
Dizinin her bölümünde farklı bir kurgu işleniyor dedim. Ama Black Mirror'un bir amacı var. Genel olarak konu şu; günümüz teknolojinin bizi nasıl olumsuz etkilediği, sosyal medyanın yanlış kullanımı, gelecekte teknolojinin ilerlemesiyle bizi nelerin bekleyeceği, hangi kötülüklerle karşılaşacağımıza dair teoriler ve distopik dünya örnekleriyle bunların sonuçları. İnanılmaz kurgular vardı. Cidden bu senaryoları yazan insanların hayal dünyalarını merak ediyorum. Ya da bunlar hayal edilip, kurgulanabiliyorsa gerçek hayatta da keşfedilmiş ve üzerinde çalışılan birer teori mi? Ciddi anlamda sorgulamaya başlıyorsunuz. Spoiler vermeden birkaç bölümden örnekler vererek daha açıklayıcı olayım. 
  • Instagram'daki beğeni sayısının hayatınızın her alanında sizi yönlendirdiğini,
  • Twitter'daki hashtag etkinlikleriyle çok kötü bir şeylere yol açtığınızı,
  • Robot tarzı şeylerin ölen sevdiklerinizin görünüşleri ve hatıralarıyla aranıza karıştığını,
  • Kurtuluşu olmayan ve başkaları tarafından yönetilen bir döngünün içinde olduğunuzu,
  • Sizi tamamen kopyalayarak bir yerlere nakil aktardıklarını,
  • Gördüğünüz her şeyi kaydedip, istediğiniz zaman geriye veya ileriye sarıp durdurarak, yakınlaştırarak geçmişinizdeki görüntülerinize sahip olduğunuzu 

hayal edin... Bazıları çok ilgi çekici değil mi? Aslında biz insanların yararlı şeyleri bile nasıl kötüye çevirdiğimizi yansıtan bir dizi olmuş Black Mirror. İzlediğim için kendimi kutsanmış hissediyorum desem yeridir. Her zaman bilime, teknolojiye ve distopya dünyalarına merakım olmuştur. Ve çok dile getirmesem de deli gibi kullananlardan biri olsam da teknolojinin gelişmesinden tırsan biri de olmuşumdur. Hatta en büyük hayallerimden biri bir gün sıfır teknoloji ile tatil yapabileceğim bir ıssız adada vakit geçirmek. Neyse, konu başka yere sapacak. 😄
Tek diyebileceğim kesinlikle izleyin. Zaman yaratın ve izleyin. Her bölüm mükemmel diyemem. Elbette birden fazla sevdiğim, gözümü bile kırpmadan izlediğim bölümler vardı. Ama bir tek favorim oldu. Açıp tekrar tekrar bıkmadan izleyebilirim. Aslında tüm bölümler içindeki en saf ve en sıradan olanı bile olabilir ama ben kendimden bir şeyler bulduğum için 4.sezon 4.bölüm (ki işin tuhaf yanı 4 rakamı benim uğurlu sayımdır) şuan en favori bölümüm. 4x4 bölümünü ayrı öneririm.

Not: Bazı bölümleri irdelemek isterseniz Youtube'da Black Mirror'un incelemesini yapan insanlar var. Bölüm adlarını yazarak incelemelerine ulaşabilirsiniz.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

6 Aralık 2017 Çarşamba

Kitap Yorumu: Karanlık Sanatlar 2 - Gölgelerin Lordu


Merhabalar
Dün gece bu yazıyı yazmamak için zor tuttum kendimi. Cassandra Clare'in  yeni serisi Karanlık Sanatlar'ın ikinci kitabı Gölgelerin Lordu'nu dün gece bitirdim ve karanlığa yuvarlandım. -Övgü kısmı- Yazarı cidden ellerim kanayana kadar alkışlamak istiyorum. Neden onu bu kadar çok sevdiğimi bir kez daha kanıtladı. Clare kesinlikle favori yazarım. Ne yazarsa yazsın ön yargısız okurum. Dünyaya kesinlikle yazar olmak için gelmiş! Hayal dünyasını feci kıskandığım nadir insanlardan biri. Bir gün imza gününe katılmak, onunla delicesine sohbet etmek istiyorum. Bu yazar bir harika dostum. 😍
Kitabı didiklemeden önce bir de çevirmen ve çeviri hakkında yazmak istiyorum. Beril Tüccarbaşıoğlu Uğur'un önünde saygıyla eğiliyorum. Clare gibi kitabını betimlemelere boğan, terimlerle donatan bir yazarın eserini çevirmek cidden ustalık ister. Ki Uğur, Artemis'te okuduğum birçok kitabın da çevirmenidir. Gölgelerin Lordu cidden okunması zor bir kitaptı çünkü yazarın dili ağır ve karakterler çok fazla. Ama çeviri süper akıcıydı. Hiçbir yerde takılmadım. Harikasınız! 😍
Ah, şimdi bayılmadan kitaba geçelim. İlk kitabı okumadıysanız buradan sonrasını okumanızı tavsiye etmem. 👀 Zaten burada ne duruyorsunuz? Geceyarısı Leydisi'ni alın ve okuyun!
Kitap iki kısımdan oluşuyor. Açıkçası ilk kısmını okurken farklı bir yorum oluşmuştu aklımda. "Yani Cassandra canım ciğerimsin ama bu seriyi yazmak için durduk yere bahane aramışsın. Olmasa da olurmuş. Yeni karakterler, eski karakterlerin verdiği tadı vermiyor. Bir de çok kalabalıklar. Amaan neyse, sen yazdıysan tabii okurum," diyordum ki işler sonrasında çok değişti ve kitabın sonunda "Yaaa iyi ki yazmışsın of son kitabı nasıl bekleyeceğiiiiiim!" diye zırlıyordum. Hatta kitabın gidişatını tahmin edip, heyecanım bile kaçmıştı ama ahaha, hayır! Yazar yine ters köşeye yatırdı. Pes!😎

Aşkın kapıyı ne zaman çalacağı belli olmazdı. Ve çaldığında da, onu içeri almamak budalalıktı.

Önceki kitapta dost zannettikleri Malcolm Fade, aslında yıllardır biricik aşkı Annabel Blackthorn'ı diriltmek için büyü malzemelerini topladığını ve bir Blackthorn'ın kanına ihtiyacı olduğunu ve Los Angeles Enstitüsü'nün başında Blackthorn'ların amcası Arthur olmasına rağmen kafayı sıyırdığı için tüm işleri Julian'ın yaptığını da öğrenmiştik. Ve aralarına son anda yeni bir karakter de katılmıştı. Kayıp ve son Herondale dedikleri Kit. Gölgelerin Lordu'nda da aynen kaldığımız yerden devam ediyoruz. Başlarda Jace ve Clary'i de gözüktü. Sonrasında bu ikili ortadan kayboldu ve son kitapta bir bomba patlatarak geleceklerini tahmin ediyorum. Kit, tam bir uyuz Herondale! Başlarda çocuğa çok uyuz oldum. "Yok, ben Gölge Avcısı değilim. Sizden biri asla olmam. Herondale'lar da kimmiş," havasında gezerken bir baktım ikizlerle, Livvy ve Ty, grup olmuş gizli saklı işler çeviriyorlar. Kitapta en çok onların sahnelerini sevdim sanırım. Ergen yaşta olmalarına rağmen hem çok zekiler hem de çok cesurlardı. Bu üçlüden ayrı bir güzel hikaye çıkar. 👊

"Sen hayatta tek bir şeyi takıntı haline getirip ona ulaşamamanın ne demek olduğunu biliyor musun?"

Emma'yı ve Julian'ı tokatlamak istiyorum. Nedense bu ikisini öyle çok sevmiyorum. Böyle her işin başında onlar var. En güçlü ve yenilmez parabatai olarak görülüyorlar. Bir de birbirlerine aşık oldukları için saçma salak davranabiliyorlar. Tamam, parabatai oldukları için aşkları yasak ve böyle bir şey olmamalı. Ama Emma akıllısı, Julian'ı kendinden uzaklaştırmak için Julian'ın kardeşi Mark'la sevgiliymiş gibi oyun oynamalarına ne demeli? Her şeyin içine iyice etti diyebilirim. Sonrasında toparlanıyor olay ama cidden çok gereksiz bir davranıştı. Mark'ı da zor durumda bıraktı. 😔 Mark da garibim resmen tuhaf bir aşk üçgeninde kaldı. Bir yandan Latin güzelimiz Christina'ya yakınlaşmaya çalışırken Vahşi Av'daki 'eski' sevgilisi Kieran olayların içine atlar. Yani anlayacağınız yazar hem karakterleri hem de olayları bir güzel harmanlamış.

"Bütün rüyalar uyandığınızda sona erer."

Okurken beyninizin yanmaması imkansız! Ben kitaba bir gün ara bile vermiştim. Blackthorn'lar çok kalabalık. Bunun üzerine başka karakterler de ekleniyor. Christina'nın eski-yeni sevgilisi Diego, Yüzbaşı ordusu dedikleri, Soğuk Barış yanlısı ve Aşağı Dünyalıları aşağılayan bir grup, Vahşi Av'ın lordu ve Diana'ya abayı yakan Gwyn, kafa göz dalmak isteyeceğiniz Yüzbaşılardan Zara... Daha saymamı ister misiniz? 😄 Bir de Diego'nun kardeşi Jamie ile Julian'ın küçük kız kardeşi, içine kapanık görünen ama fena zeki olan Dru'nun olayları var. Sonunda Diana'nın da sırrını öğreniyoruz. Böyle yazar kitapta o kadar çok olay anlatmış ki birkaçının ucu açık kaldı. Eminin son kitapta hepisinin sonucu göreceğiz ama okurken cidden beyniniz alev alabilir. Sakin kafayla okumanızı tavsiye ederim. 😏

"...Oysa rüzgar eken fırtına biçer."

Seelie ve Unseelie peri olaylarını de es geçmeyeyim. Cassandra'nın dünyasında perilerin sevilmeyen kişiler olduğunu bilirsiniz. Bu kitapta baya deli ediyorlar insanı. Özellikle Unseelie Kral'ını bir kaşık suda boğmak istedim. Ve size şu kadarını söyleyeyim; son kitapta ortalık öyle bir karışacak ki kim hangi tarafta, kim düşman kim dost anlayamayabiliriz. Kitabın sonundaki olay zaten bütün her şeyi komple değiştirdi. Geri dönüşü imkansız ve intikam üstüne intikam alınacağına adım kadar eminim. Hodri meydan!
Son olarak, kitapta bol bol Magnus'u, Alec'i ve çocuklarını göreceksiniz. Magnus zaten favorilerimden. Onu okumak bir ayrıcalıktır. Ve olaylar bir ara Londra Enstitüsü'nde geçiyor. Size bir şeyleri hatırlattı mı? Will-Tess-Jem? Tabii onları görmüyoruz ama hatıralarına rastlayabilirsiniz. Hatta o enstitüde daha önce yaşayan ve tanıdığınız bir karakterin hayaleti bizimkilere musallat bile olabilir. Bu heyecanı kaçırmak istemezsiniz. 😂
Eh, ne diyebilirim? Cassandra Clare beni hayal kırıklığına uğratmadı. Kitabı okurken yorulsam da bu kadının hayal dünyasına kapılmayı, kendimi oradaymışım gibi hissetmeyi, o dünyaya hapsolma isteğimi, karakterlerini analiz etmeyi, inanılmaz maceralarını okumayı delicesine seviyorum. Bence herkes Cassandra Clare okumalı. Sıkıcı, boğucu gerçek hayatımızdan bizi nasıl uzaklaştıracağını çok iyi biliyor. Elimde olsa cidden tüm gün onun hayal dünyasında takılmayı tercih ederdim. Okuyun, okutun canlar!
Bir sonraki maceralarda görüşmek üzere. Yakında zamanda Cassandra Clare hakkında başka bir yazı daha gelecek. 💛
Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

11 Kasım 2017 Cumartesi

Kitap Yorumu: Sempre - J.M. Darhower

Merhabalar
Merak etmeyin, yaşıyorum. 😃 Ama hayatım komple değiştiği için bazı şeylere ayak uydurmaya çalışıyorum. O yüzden Sempre tam 3 hafta elimde süründü. Kitabı bitirdikten sonra da yorumunu yazmam 2 haftamı aldı. En sonunda blog'a girebildim. Şuan Ankara'dayım ve sevdiğim cafe'ye gelip, blog yazıları yazmaya karar verdim. 
Aslında Sempre'ye ilk başladığımda kitabı çok sevmiştim. Hatta ilk 100 sayfasını otobüs yolculuğum sırasında okudum. Baya baya akıcıydı. Metroda her fırsatta kitabı okudum ama öyle yanlış zamanda okudum ki... Kitaba tam odaklanamadım. Ve kitapta da sorun vardı bence. Şöyle açıklayayım:
Kitabın başlangıcı çok güzeldi. İnsan dışı bir şekilde yetiştirilen Haven adında bir kız karakterle tanışıyoruz. Kendini bildi bileli köle gibi yaşamış, dış dünyadan habersiz biri. Bir gün aniden biri ona kaçma fırsatı verir. Daha ne olduğunu anlamadan Haven, Dr. Vincent DeMarco tarafından koruma altına alınır. Vincent, İtalyan ve aynı zamanda mafya işleriyle uğraşan bir adamdır. Eşi yıllar önce öldürülmüştür. İki oğluyla beraber yaşamaktadır. Asıl kimliği doktor olarak görülse de çoğu zaman 'kirli' işler yapmaktadır. 
Haven yepyeni hayatına alışırken elbette ister istemez ürkek davranır. Doktor'un oğullarından biri olan Carmine başlarda süper uyuz davrandı. Ama Haven'ı dış dünyaya açan da oydu. Carmine'nın da ciddi sorunları var. Ve bir şekilde beraber üstesinden geliyorlar. Bu kadar basit anlattığıma bakmayın. Aslında baya uzun bir yol katediyorlar. Carmine cidden baş belası biriydi Haven'la iletişim kurdukça kendi hayatı da düzeliyor. Haven zaten o kadar zorluklar çekmiş biri ki, düzelip normal hayata ayak uydurmasına şaşırdım. Hatta bir ara bence çok hızlı ayak uydurdu. Oralar pek inandırıcı gelmedi. 
Haven ve Carmine dışında mafya olayları oluyor. Aslında Carmine'nin annesinin neden öldüğünü öğreniyoruz. Bazı şeyler baya bağlantılı çıkıyor. Açıkçası okurken pek dikkatimi veremedim. Kitabın yarısından sonra ben koptum. 😒 Neden bilmiyorum. Karakterleri de öyle aşırı sevmedim. Hatta Carmine'nin sürekli belden aşağı vurucu laflar etmesine sinir oldum. Sen daha 18'lik bebesin ne bu tavırlar? Baya abartı bir karakter geldi. Ay ya da ben yaşlanıyorum! 

Kitabı pek sevemedim yani. Bitince 'hmm, tamam' deyip kenara koydum. İkinci kitabı için deli gibi beklemem sanırım. Öyle merak edici bir şekilde bitmedi.
Eğer sadece ilk 100 sayfasını okuduktan sonra yorum girseydim kesin okuyun derdim ama kitabın sonrası bence biraz klişeydi. Orijinal bir konusu var ama ne karakterler ne de gelişen olaylar bende bir etki yarattı. Üzgünüm, J.M. Darhower, Sempre bana göre değildi. 😞
Yazarın başka bir serisi daha var. Gözlerindeki Canavar diye ve o seri için daha çok olumlu yorumlar okudum. Bir de o seriye göz atacağım. Yine de Sempre'yi merak edenler varsa okusun derim. Belki ben odaklanma sorunu yaşadım o yüzden kitaba ısınamadım. Farklı yorumlarınızı beklerim!

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

4 Ekim 2017 Çarşamba

Kitap Yorumu: Lux 1.5 - Unutuluş / Jennifer L. Armentrout

Merhabalar
Resmen yıllar yıllaar sonra Daemon Black okudum. Unutuluş, Lux serisinin yan kitabı ve ilk kitap Obsidiyen'deki tüm olayları şimdi de Daemon gözünden okuyoruz. Yani anlayacağınız yazar işi biraz ticarete çevirmiş. Ama olsun, ben her şekilde okurum. Eh benim gibiler olduğu için yazarlar böyle 'ekstra' kitaplar çıkarmaya devam edecek.
Neyse efenim. Asıl konumuz kitabın yorumu. Dediğim gibi taa yıllar sonra Lux dünyasına geri dönüş yaptım. Blog'u ilk açtığım zamanlar okuduğum bir seriydi. Ve cidden tam okumam gereken zamanda okumuşum. Şimdi bana çerez gibi gelebilirdi. 😊 O zamanlar deli gibi Daemon da seviyordum. Hoş, hala seviyorum keretayı. O yüzden Unutuluş'u okumak bana baya iyi geldi.
Kurguyu anlatmayacağım. Obsidiyen'in aynısı sadece farklı karakter gözünden okuyorsunuz. Ve tahmin ettiğim gibi çok eğlenceli geçti. Daemon'ı zaten Katy'nin gözünden gayet iyi tanımıştık. Egoist, bilmiş, uyuz, gıcık, öküzün teki ama aynı zamanda aşırı seksi, ağzı iyi laf yapan ve isteyince süt dökmüş kedi gibi olan bir karakter kendileri. Onun gözünden olayları okumak çok daha komediydi. Hatta süper uyuz davrandığı zamanlar aslında neler hissettiğini, bunu neden yaptığını onun ağzından okumak daha tamamlayıcı oldu. Ki seriye devam ettikçe zaten niye kötü davrandığını anlamıştık ama onun zorunlu bir şekilde öyle davranması ve bunu yaparken nasıl zorluklar çektiğini okumak ayrı bir hayranlık bırakıyor.

"Şu kitabı kafana geçirirdim ama bunu yapamayacak kadar çok saygı duyuyorum o kitaba." -Katy

Daemon'ı ve onun dünyasını cidden çok özlemişim! Bundan birkaç yıl önce cidden çok severek okumuştum seriyi. Uzay temalı olmasına rağmen hem çok akıcı hem komik hem de kendine özgü bir kurgusu var serinin. Yazarımıza hayran kalmamak imkansızdı.
Bunun dışında pek diyeceğim bir şey yok. Gecikmeli okudum ama olsun daha iyi oldu. Özlem gidermiş olduk. Kitabı en uygun fiyata bulursanız kapın derim. Yani okuduğunuza pişman olmazsınız. Hatta bence alınıp, okunmalı.
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Bazı sahneler cidden klişelerle doluymuş. Ama karakterler o kadar eğlenceli ve akıcı ki o klişeli sahneler gözüme batmadı. Ay bu arada Katy'i de özlemişim. Kitap kurdu oluşunu, kitaplarla olan bağını bir de Daemon'ın gözünden okuyun. Bir ara ciddi anlamda kitap olası geldi çocuğun. 😃

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Serinin tüm kitap yorumlarını blog'da bulabilirsiniz. İyi okumalar. *-*

17 Eylül 2017 Pazar

Kitap Yorumu: Lonca Avcısı 2- Başmeleğin Öpücüğü

Merhabalar
Süper stresli günlerimde kitap okumayı zar zor becerebiliyorum. Öyle ki bazen bir sayfayı üç dört kez okumak zorunda kalıyorum. 😔 ÖSYM amca sağolsun. Neyse, Lonca Avcısı serisinin ikinci kitabı olan Başmeleğin Öpücüğü'nü çok bekletmeden okudum. Ve size güzel bir analiz hazırladım.

Bu kısım ilk kitabı okumayanlar için SPOILER İÇERİR!

Meleklerin Kanı'nını okuduktan sonra açıkçası pek tatmin kalmadım. Yani seri çok seviliyor, baskılarına özen gösteriliyor ama benim kanım çok kaynamadı. Çünkü:

Ya serinin çevirisi ağır (ki çevirmeninin başka çevirilerini de okudum ve gayet iyiydi) ya da yazarın dili ağır. Okurken bazen başıma ağrılar giriyor. Ya da aklım başka yerde olduğu için odaklanamıyorum. 😒
Karakterler çok ağırbaşlı. Yani böyle espri patlatıp ortamı yumuşatan bir karakter yok. Elena, küçükken yaşadığı olay sebebiyle duvarlarla çevrili ve sert biri. Raphael ise Başmelekler'den biri olduğu için doğuştan otoriter ve soğukkanlı biri. Yan karakterlerden de öyle 'ya komedi, ortamı ısıtıyor' diyebileceğim yok maalesef. Oysaki ben cıvıl cıvıl, rahat ve açık sözlü olan karakterleri çok severim. Bir Adrian Ivashkov tarzı bir karakter olsa efso olurdu! 😎
Elena ile Raphael arasındaki ilişkinin çok hızlı geliştiğini düşünüyorum. Ne ara sevdin, bu kadar bağlandın, onsuz yapamam moduna girdin? Favori çiftim değiller. 😔
Ee, başka olumsuz yorumum yok sanırım. Kitabın genel yorumundan önce de bazı karakterlerden bahsedeceğim. Zira ben resmen ilk kitapta hiçbirini aklımda tutamamışım. Okurken hepsini not ettim. Biliyorum, çok ince düşünceliyim. 👌

Başmelekler konseyi on kişiden oluşuyor. (On'lar Meclisi) Raphael, Uram (ilk kitapta yoldan çıkan ve öldürülen başmelek), Michaela (Uram'ın sevgilisi), Lijuan (Çinli ve en yaşlıları), Elijah, Titus, Charisemnon, Favashi, Astaad ve Neha (Hintli).
Raphael'in Yediler grubu var. Raphael'in vampir yaptığı adamları. Bu kitapta Dmitri, Galen, Jason, Aodhan ve Illium ön planda. Sık sık okuyoruz. Jason, gizli ajanı. Dmitri ve Illium genellikle Elena'yı koruyor. Galen ise Elena'ya dövüşmeyi öğretiyor.
Slater Patalis, Elena'nın ablalarını öldüren ve kabusu olan vampir.
Bu kitapta üç yeni karakter geldi. Keir, Barınak'taki şifacı, doktor. Jessamy ise sakat bir melek olduğu için küçük meleklere öğretmenlik yapıyor. Sam de o küçük meleklerden biri.
Sara, Elena'nın en yakın arkadaşı. Ve son olarak güzel bir bilgi; Raphael, iki Başmeleğin çocuğudur.

Şimdi gelelim Başmeleğin Öpücüğü kurgusuna ve yorumuna. 👿 Efenim, ben sıkılarak ve çok uzatarak okudum. Ama aslında fena değildi. Önceki kitapta Elena'nın gizli ve büyük görevi baştan çıkan Başmelek Uram'ı yakalamaktı. Ve sonunda yakalayıp, öldürdüler ama bu sırada Elena yüksek bir yerde aşağıya düşüp, ölme riskiyle burun buruna gelmişti. Raphael, avcısının ölmesine dayanamayacağını düşünerek onu mucizevi bir şekilde melek yaptı! Bu kitapta Elena'nın melek vücuduna alışmasını okuyoruz. Kanatlarına alışmaya çalışıyor, Galen'den dövüş dersleri alıyor, Raphael ona uçmayı öğretiyor ve Jessamy'den meleklerin tarihi hakkında dersler alıyor. Çünkü en yaşlı başmelek Lijuan bir balo düzenliyor ve Elena'yı da davet ediyor. Asıl amacı onu öldürmek. Çünkü daha önce görülmemiş bir şey. Aynı zamanda Lijuan ölüleri diriltiyor. Baştan çıkan bir başmelek daha...

Bunlar yetmezmiş gibi Michaela, Elena'yı kıskanmaya başlıyor. Öyle böyle değil. Her fırsatta Elena'ya saldırmaya çalışıyor. Falan filan. Konu dağınık ama sonunda toparlanıyor. Güzeldi ama ben parça parça okuduğum için pek keyif alamadım. Onun dışında Dmitri'nin sivri dilini sevdim. Sürekli Elena'ya laf sokup, baştan çıkarmaya çalışıyor. Illium ise Elena'nın kardeşi gibiydi. Galen nedense çok seksiydi. 😄 Bunların dışında beklenmedik şeyler de oluyor. Diğer Başmelekler'e dikkat edin!
Ve bu kitapta Elena ve Raphael hakkında birazcık daha bilgi alıyoruz. Elena'nın sürekli gördüğü kabusun hikayesini tamamen öğreneceksiniz. Raphael'in iki başmeleğin çocuğu olduğunu öğreniyorsunuz ama daha gizemli olayları var sanki. 👀

Yani demem o ki seri yavaş yavaş yerine oturuyor bende. Ama seriyle ilgili bir şey öğrendim... Bunu üçüncü kitabın yorumunda yazacağım. Umarım yazar çizgisini bozmaz. 😐

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

5 Eylül 2017 Salı

Film Önerileri: Fosforlu Kalemlerle İşaretli Film Listem

Merhabalar

Size son zamanlarda izlediğim ve listeme eklerken fosforlu kalemimle işaretlediğim filmleri önermek istedim. Böyle bir filmi ya da dizi çok severek izlemedikçe ya da 'kesinlikle bir kez daha izlerim' demedikçe önermem. Yani bu yazdıklarım kesinlikle bayıldığım filmlerdir. Önerilerime güveniyorsanız, boş zamanlarınızda izleyin derim. 😈

Öncelik olarak dün izlediğim filmden başlıyorum. Hangi tür film seversin diye sorsanız ilk aklıma gelen aksiyon-komedi olur. Çünkü cidden sağlam aksiyon sahneleri olan ve bir de üstüne beni güldüren filmlere ayrı bir bağımlıyım. Kim oynuyormuş diye bakmadan filmi izlerim. Fragmana göz atmam yeterlidir. The Hitman's Bodyguard da bunlardan biriydi. Dün gece canım çok sıkılınca bir film sitesi açtım. Amacım Baby Driver'ı izlemekti ama internete daha düşmemiş. 😔 Ben de bu filme denk geldim. Fragmanın da bile krize girdim. Üstüne Ryan Reynolds ve Samuel L. Jackson'ın başrollerde olduğunu görünce kimse beni tutamazdı. Film hem acayip komik hem de bazıları aşırıya kaçsa da süper aksiyon sahnelerine sahip. Ay, bir de film Amsterdam'da geçiyor. Nasıl sevmeyeyim? Resmen büyülenerek izledim. Kesinlikle izleyin. Konusundan bahsetmiyorum bile direk öneriyorum. Çünkü; aksiyon-komedi + Amsterdam + Ryan & Samuel ❤ ben.


Şimdi önereceğim film beyin yakabilir. Çünkü film çok kişilikli bir karakteri konu ediniyor. Split filmini izledikten sonra kendinizi bile sorgulayabilirsiniz. Kelimenin gerçek anlamıyla çok değişik ve etkileyici bir filmdi. Ve yine çok sevdiğim oyunculardan biri olan James McAvoy başroldeydi. Ben çok etkilenerek izledim ve bazı sahnelerde tırsmadım da değil. Yanlış hatırlamıyorsam gerçek bir olaydan esinlenilmiş. Yani aslında çoklu kişiliklere sahip insanlar var ve çoğu zaman bu durum iyi yönde olmuyor. Eğer değişik bir şeyler izlemek istiyorsanız kesinlikle öneririm!

Yeri geliyor film izlerken kendimi bir kategoriye sokuyorum. Nasıl mı oluyor? Ya bir oyuncunun tüm filmlerini izliyorum ya aynı tarzda ya da klasik ve eski filmleri izliyorum. Amelia ve Leon (the Professional) filmleri de arka arkaya izlediğim ve mest olduğum iki filmdi. Aslında Leon'u çok küçükken izlemiştim ama hatırlamıyordum. O yüzden tekrar izledim. Kesinlikle unutulmayacak filmlerden biri. Jean Reno ve Natalia Portman ikilisinden etkilenmemek imkansız. Özellikle Portman'ın o yaşlardaki performansı insanın tüylerini diken diken ediyor. Milyon kez bıkmadan izleyebilirim. Leon, aksiyon filmlerini sevmemin kaynağı bile olabilir. Amelia zaten 'daha öncen neden izlememişim' pişmanlığını yaşattı. Bir Paris aşığı olarak bu filmi daha önce nasıl izlemem?! Audrey Tautou'yu bu filmle tanıdığıma da çok memnunum. Artık onun filmlerini de izleyeceğim. Ve tüm içtenliğimle söylüyorum ki Amelia'yı çok severek ve etkilenerek izledim. Bazen izlediğim filmler çok boş geliyor ve zaman kaybı yaşatıyor. Ama bu iki film kesinlikle zamanımı daha da dolu dolu hale getirdi. İzlemeyeni taşlıyoruz! 😍

Biraz da modern zamanda geçen ama eskiler tarzında olan bir film önereceğim: La La Land. Bu yıl Oscar'ları toplayan ve hakkında çok konuşulan filmlerden biriydi. Açıkçası Oscarlı filmler izleyeceğim diye kendimi kasan biri değilim. İşin içinde Emma Stone ve Ryan Gosling olduğu için ve müzikal tarzda olduğu için izlemek istedim. Ve tam bir aşk insanı olarak filmi izlerken mest oldum. Aşk dolu biriyim ama sonu acıklı, dram ya da böyle kalp kırıcı bir şekilde biten her şeyi de severim. Böyle boğazımı düğümleyen, yatağıma kıvrılıp hayallere dalmamı sağlayan her şeyi severim. Böyle de cins bir insanım. Sanırım bu yüzden La La Land'i çok sevdim. Filmi izledikten sonra kendi etrafımda dönerek dans edesim gelmişti. Kesinlikle tüm ödülleri hakkediyor. Ve müzikal hayranlığımı daha da arttırdı. İzleyin canlar. Yerinizde duramayacaksınız. 😘

Ve şimdi de genel bir şey diyeceğim. Tüm bu filmlerin soundtracklarını kesinlikle dinleyin. Ben filmlerin müziklerine ayrı ilgi duyarım. Çünkü bence filmleri tamamlayan özelliklerden biri de çaldıkları şarkılardır. İstinasız bu yazdığım tüm filmlerin müziklerine göz atın. Özellikle La La Land'in bir ara bağımlısıydım. Onu dinlemeden ne ödev yapabiliyordum ne de çeviri. Yani gerisini siz düşünün... Filmleri izledikçe, müzikleri de dinledikçe yorumlarınızı bekliyorum. 👀

Not 1: Uzun zamandır film önerisi yapmamışım. Halbuki ben izlediklerimi yazdım sanıyorum. 😔 Bir sonraki film önerisi yazısını çok bekletmeyeceğim.

Not 2: Aksiyon-Komedi tarzında önerileriniz varsa tamamen açığım! Ah bir de animasyon. Instagram'dan da buradan da mail üzerinden de önerebilirsiniz. 👊

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

7 Temmuz 2017 Cuma

Kitap Yorumu: Ateş Serisi 5 - Gölge Ateşi


Merhabalar

En sonunda Ateş Serisinin son kitabı olan Gölge Ateşi kitabını bitirebildim. Aslında kitaba geçen Eylül ayında başlamıştım ama sonra yurt dışına gidince yarım bırakmak zorunda kalmıştım. Öyle böyle derken geçen günlerde bitirdim. Ama tam bir işkenceydi!

Yani bu seriyi nasıl önerdiğimi bilirsiniz. Ki gerçekten hem ilk iki kitabı çok zor bulunan bir seri hem de oldukça çekici bir kurgusu var. Yazarın hayal dünyası var ama şekillendiremiyor. Beş kitaptır ha gelecek ha açıklayacak diye diye bizi ortada ebeveynsiz bırakmış gibi seriyi bitirmiş. Seriyi çok seviyorum, karakterlerine bayılıyorum ama bu kitap baydı beni. Niye mi?

Seri başladığından beri Barrons gizemliliğini koruyordu. Ki bu başlarda baya çekici bir şeydi. Hakkında gram bir şey öğrenmek için deli gibi sayfaları çeviriyordum. Hatta 4.kitabın sonundaki “o” olaydan sonra beşinci kitapta ne zaman düzelecek diye bölümlere şöyle göz bile attım. Ama bu gizemli adam figürü bir süre sonra sıkmaya başladı. Yani tamam onu özel kılan özelliği bu ama yazar biraz aşırıya kaçmış. Mac deseniz o çılgın, dediğim dedik karakter gitmiş sorumluluk sahibi ve süper düşünceli bir karakter gelmiş. Yani biraz yapmacıktı. Her şeye yetişmeye çalışmalar, herkesi kontrol altına almaya çalışmalar… Kitap komple gözüme batmış aslında. :D

Ve yazar kurguda yerinde sayıyor gibiydi. Konu hep Barrons’un karanlık ve gizemli yönü, Kitap hakkında bilinmezlik, Mac’in giderek artan sırları, diğer karakterlerin dengesizliği etrafında dönüyordu. Dublin dışına çıkamadılar bi. Ve yazarın hayal dünyasının betimlemesi süper beyin yakıcı. Hem okuyup hem hayal etmesi çok zor olan kısımlar vardı. Ya da çevirmenden kaynaklı anlaşılmayan bazı bölümler mevcuttu. Kitap zaten kalın, bir de böyle durumlar olunca okumak işkenceye dönüştü.


Bu seriden beklentim bir tık daha fazla olduğu için final kitabı hayal kırıklığına uğrattı. Güldüğüm, benimsediğim sahneler oldu ama geneline bakınca fiyasko. Oturup, bir daha okumam. Serinin kalitesi gözümde hala aynı ama yazar kurguyu daha farklı yönlendirebilirdi. Yine de seri bitti, mutluyum. Yan serisini okur muyum ya da ne zaman okurum bilmiyorum. Karakterleri özleyip de yan seriye başlarım büyük ihtimal. -.-

Son kitaptan dolayı “ayyy kesin okuyun bu seriyi” diyemeyeceğim artık. Evet, sağlam ve özgün bir kurgusu var. Karakterler benzersiz ama yazar kendini geliştirmiyor. Bunları göz önüne alarak seriye başlayabilirsiniz.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

26 Haziran 2017 Pazartesi

Yabancı Dizi Önerisi: Sense8 (Şiddetle Önerilir)


Merhabalar

Bazen 'keşke tamamen unutsam da ilk defa izliyormuşum gibi yine izleyebilsem' dediğiniz diziler var mı sizin de? Benim elbette var. Hatta beni çok iyi tanıyanlar Lost ve Fringe'ın bende yerinin çok ayrı olduğunu bilirler. Merlin, Prison Break gibi vazgeçemediğim dizileri hiç dile bile getirmiyorum. Anlayacağınız dizi listem baya uzun.

Size şimdi son zamanların çok keşfedilmemiş ama enfes bir kurgusu olan diziden bahsedeceğim. Ah, bir de bu enfes diziyi iptal ettiler. İnanabiliyor musunuz? Durun, ona da geleceğim.

Sense8'i duymuş muydunuz? Netflix'te yayımlanan 2 sezonluk bir dizi. Normalde yeni diziye başlamayacaktım. Ama sonra Instagram'da PuCCa ve eşinin bu diziyi izlediğini gördüm. Ki PuCCa'nın zevkine hayranımdır. Ondan görerek ben de başladım. İlk bölümü izledikten sonra beynim hafiften alev aldı. Gram bir şey anlamadım. Ama yarım bırakır mıyım? O göz var mı bende! Ben ki Fringe'ı çözmüş ve aşık olmuş insanım. Neyse efenim. Dizinin kurgusundan bahsedeyim.

Sekiz farklı karakter var. Sekizi farklı yerlerdeler. Hatta ikisi dışında diğer tüm altı karakter bambaşka ülkedeler. Ama birbirlerine bağlılar. Yani süper ötesi bir bilim kurguyu içeriyor dizi. Şöyle; Londra'da olan kızımız bir anda kendini Berlin'de ya da Hindistan'da ya da Amerika'da bulabiliyor. Sadece sekiz kişiden biri onu görebilir. Yani bu sekiz kişi birbirlerini farklı ortamda görebilir, temas kurabilir. Diğer insanlar ne görüyor ne duyuyor. Of düşünsenize ne maceralar ortaya çıkıyor. Mesela Koreli bir kadın var. Kadını öldürmeye geliyorlar ve tam o sırada diğerlerinden yardım istiyor. Alman bir tane asi bir adam var. Süper dövüşüyor. Sonracığıma Amerikalı taş bir bebek de polis o da çok iyi koruyor kendini. Hintli bir kadın var, tıpçı, yaralanmalarda yardımcı oluyor. Ve daha ne yeteneklileri var. Benim öyle bir ekibim olsa değil yardım çağırmaya altın gününe  dedikodu yapmaya çağırırdım.. Eee, konuyu saptırmayayım.

Konuyu tam anlatamamış olabilirim. Diziyi çok güzel kavradım ama anlatması biraz zor. Dizi konusunda bana güveniyorsanız kesinlikle izleyin. Yani elimde olsa etrafımdaki insanları bir odaya kapatıp bu diziyi izletirdim. O derece dehşet-ü-l vahşet bir diziydi. İki sezondan oluşuyor. Özel bölüm de dahil toplam 24 bölümcük. Yani ben üç günde bitirdim. Diziyi adeta yedim bitirdim. 

Ben izlerken başka bir arkadaşım da başladı. Muhabbetin dibine vurduk. "3.sezonu nasıl bekleyeceğiz yaaa" derken Netflix bir açıklama yaparak diziyi iptal ettiklerini, 3.sezonun olmayacağını söylediler. Neymiş efendim çok masraflıymış. Tamam 7 farklı ülkede diziyi çekmek zordur. Hele o aksiyonlu sahneler baya zorluyordur ama bunu göze alıp da başladınız sonuçta. 3.sezona gelince mi dank etti masraflı olduğu. Hayır yani çok gereksiz diziler devam ediyor da böyle kalite kokan bir dizi nasıl kenara itilir. Allah'ım umarım başka bir kanal keşfeder de o devam ettirir. Yemin ederim bu haberi aldıktan sonra kim bir şey dese, "Ya ama Sense8'i bitirmişler," diyerek suratımı asıyorum. Ve Sense8'ten sonra hiçbir dizi tat vermemeye başladı. O kadar etkileyiciydi ki. Ne ararsanız var.

Aksiyon dolu sahneler, hem çekici hem çelişkili aşklar, çıkar ilişkisi olmayan dostluklar, LGBT, müthiş aksanlar ve soundtrack. Dizide çalan her şarkıyı indirdim. Hele bir tanesi var! Kesinlikle dinleyin ve şu sahneyi de izleyin.


Eh bir de aykırı bir dizi. Evet, bilim kurgu bir konusu var. Aksiyonlu sahnelerde soluğunuz kesiliyor. Ama gerçek hayattan kesitler de sunuyor. Siyaseti eleştiren bir tarafı da var. LGBT temalı olması da hem destek görüyor hem de bazıları tarafından beğenilmiyor. Oysaki öyle güzel işlemişler ki konuyu. Meksikalı iki erkeğin ilişkisi gözünüze itici gelmiyor. Ya da bir erkeğin kadına dönüşerek bir kadınla ilişki yaşaması size mantıksız gelmiyor. Günümüzde artık bu kabul edilebilir bir şey. Sonuçta hepimiz insanız. Seçimlerimiz, kararlarımız bize ait ve kimliğimizi oluşturan faktörler. Kimse kimseyi eleştiremez ya da yargılayamaz. İşte Sense8 bunu adeta içinize işliyor. Farklılığı sevdiriyor ve kötü bir yanı olmadığını gösteriyor.

Ne diyebilirim ki? İyi ki karşıma çıkmış ve izlemişim. İyi ki böyle bir yapım yapmışlar. İyi ki bu oyuncuları seçmişler. Ve iyi ki bu şarkıyı dizide çalmışlar. Şu an hayatımın şarkısı "What's up" kesinlikle!

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Bakın çok ciddiyim. İzlediğinize pişman olmayacaksınız! Eee bazı sahneler çok açık olabilir. Rahatsız olanlar o sahneleri atlayabilirler. Game of Thrones izleyen nesiliz çok da şeey etmez bizi bence. Bol kahkahalı, nefes kesen dizi sizi bekliyor! 

18 Ekim 2015 Pazar

Kitap Yorumu: Ateş Serisi 1 - Karanlık Ateş / Karen Marie Moning


Merhabaaa

Size müthiş kitaplarla döneceğim demiştim. İlki geliyor şimdi. Ve bu blog'taki 200.yazım olacak. Ne ara o kadar yazı yazdım, ben de bilmiyorum. :D Ama nedense içim kıpır kıpır. Kaldığımız yerden devam edelim.

Uzun bir zamandır Ateş serisine başlamak istiyordum. İlk üç kitabı Epsilon Yayınevi'nden çıktı. Sonraki kitapları Artemis Yayınevi üstlendi. Şuana kadar beş kitap yayınlandı. Fakat ilk iki kitabın basımları tükendi. Ya benim gibi pdf bulup, okuyacaksınız ya da yine benim gibi sahaf sahaf gezip kitapları bulacaksanız. (İkinci kitabı buldum sadece.)

İlk kitabı pdf olarak okumama rağmen iki gün içinde bitirdim. Ki cidden e-book formatında okumayı sevmiyorum. Ama bu seri için katlandım. Valla ne olduğunu anlamadan kitabı bitirmiştim. Tamam, itiraf ediyorum bazen sıkıldım. Çünkü yazar kendi dünyasını yaratmış. Yani bilinmeyen isimler, terimler, yeni türler falan derken okurken odaklanmam zor oldu ama kitabın sonlarına doğru her şeyi olmasa da kavrıyorsunuz kurguyu. O yüzden kitabı yorumlarken bazı şeyleri atlayacağım. Nasıl açıklayacağımı bilmiyorum. Tek net anladığım Fae adı verilen değişik yaratıkların olduğu. Farklı türleri var. Ve bu yaratıkları görebilen, baş edebilen bir baş kadın karakterimiz var: Mac. Kendileri çok renkli, geveze ve inatçı bir karakter. Pembe rengine takıntısı var. Süslenmeyi seviyor, vücudundan memnun. Kendi kendine çok konuşuyor. Belaları üstüne çekmekte bir numara. Ben kitabı okuduktan sonra şu sonucu çıkardım: Sookie x 4 + pembe = Mac olmuş yani. O yüzden kadın karakteri baya sevdim. :D Jericho Barrons adında esrarengiz bir de erkek karakterimiz var. Yazar bu erkek karakter üzerinde çok mu çok çalışmış. Öyle ki hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Nedir, kimdir, kimlerdendir, neyi sever, nerelidir falan hiçbir özel bilgisi bilinmiyor. Mac'e kitap boyunca Bayan Lane diyor. (Sadece bir kere Mac dedi onda da...neyse spoiler) Ona öyle hitap etmesi beni deli etti. Çünkü o 'Bayan' kelimesi aralarına kalın bir sınır çiziyormuş gibi. 

Dış görünüş olarak Mac cidden alımlı ve güzel bir kadın. Yeşil gözlü, sarışındı şimdi esmer oldu gibi, hatlı falan. Barrons ise nasıl desem... Uzun siyah palto ve kırmızı gömlekler giyen, çekici bir suratı olan, gece rengindeki gözleri... Bazı hareketlerini yazar öyle bir tasvir etmiş ki Sercan'ın dediği gibi "Mahsun Kırmızıgül, İsmail Yk" aklınıza geliyor. :D Ama bazı sahnelerde adeta Matrix gibi. Bir hava bir hava... Alev buralar hep.

Serinin ilk kitabı olmasına rağmen severek okudum. Aklımı baya karıştırdı. (Ölümcül Oyuncaklar'da da öyle olmuştu şimdi bağımlısıyım.) Yazar cidden başka yerde okumadığınız bir dünya yaratmış. Hayal gücüne hayran kaldım. Eminim ki diğer kitaplarda daha da uçuşa geçecek.

Kitabın genel konusu ise şu; Mac, Dublin'de okuyan kardeşi Alina'nın esrarengiz ölümünü araştırmak üzere Dublin'e gidiyor. Ne yapacağını, nereden başlayacağını bilmeden öylece dolanırken bir kitapevine girer ve kardeşinin telefonda ona sesli mesajla bıraktığı ve anlamını bilmediği kelimenin anlamını orada çalışan bir bayana sorar. Bu soru sonrasında tamamen hayatı değişir. Girdiği kitapevi Barrons'a aittir. Yanında çalıştırdığı kadın Fiona hemen Barrons'u çağırır ve sonrasında olaylar tamamen karışır. Mac, aslında kim olduğunu, kardeşinin katilinin kim olduğunu ve daha önce keşfetmediği, fark etmediği yeni dünyayı tanır. Eli kana bulaşır, başına bir sürü bela gelir, Barrons'la didişir. Ve en sonda da gerçekten şaşırtıcı bir şey öğreniyor. Söylemeyeceğim. Nokta. :D

Olaylar hep arka arkaya sıralandı. Yazar dikkatinizin dağılmasına izin vermeden kurguyu ilmik ilmik işlemiş. Yarattığı özel kurgu dışında çok komik diyaloglar da yazmış. Öyle ki kitabı bitirdim ama hala o sahneler aklıma geldikçe kahkaha atıyorum. Özellikle bir tanesinde nedense kendimden geçtim.

Neyse ki, Sidhe-kahini içgüdülerim harekete geçmiş ve yaratık beni havalandırdığı anda iki elimle birden göğsüne vurabilmiştim. Ama maalesef, aynen o şekilde donmuştu; eli saçımda ve ben havada sallanır vaziyetteyken.
''Barrons,'' diye çaresizce seslendim. ''Neredesin?''
''İnanılmaz,'' dedi tam tepemden gelen aksi bir ses. ''Tasarladığım bütün olası senaryoları düşünüyorum da, bu hiç aklıma gelmemişti.''

Mac ve macerları diyeceğim bu alıntılara. :D Cidden çok komik ikili oldular. Barrons ne kadar ciddiyse Mac o kadar umursamaz ve çocuk gibi. Kitabın sonu da zaten 'sırt sırta verdik, bu yola baş koyduk' tarzında bitti. İkinci kitabı okumak için çok beklemeyeceğim. Siz de bu seriyi okumak için çok beklemeyin canlarım. Pdf bulamayanlar ulaşsın bana ben ikisini de yollarım. *-*

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

21 Ağustos 2015 Cuma

Kitap Yorumu: Gece Avcısı 7 (Son Kitap) - Mezardan Uyanan


Merhabaaa

Ya, bu aralar eski karakterlere elveda diyorum. Hem pişmanlık duyuyorum hem de ben sanki evladı en iyi üniversiteyi kazanmış anneler gibi gururlanıp, "bu kereta da bitti, neler yaşadık be" diyorum. Sıcaklardan olsa gerek...

Ama cidden Bones'a veda etmek hem eğlenceliydi hem de beklediğimden daha fazla üzüldüm ya. Çünkü serinin son kitaplarına doğru artık isyan ediyordum, "bitsin, yazar hep aynı maratonda devam ediyor" diye söyleniyordum. Hatta bu son kitabı da seri bir an önce bitsin diye aldım. Ama bitince de bir tuhaf oldum. Bones bu ya. İlk okuduğum zaman lise 2'deydim. İlk kitabı o kadar çok sevmiştim ki ikinci kitap için bir öğle yemeğini atlatıp, aç bir halde parayı kitaba yatırmıştım. :D Pişman mıyım ? Yoo, serinin ilk iki kitabı hala benim için favorim. O yüzden söylensem de bu seriyi seviyorum. Favorilerim arasında. Bones&Cat çiftine bayılıyorum. Hala Ian konusunda yan seri ya da kitap istiyorum. Frost, duy beni. Para bitince n'apcaksın annem ?

Tamam şimdi biraz ciddi olayım. Serinin bir önceki kitabında Madigan'ın büyük bir bela olacağını tahmin etmiştim. Tahminler doğru millet. Öyle böyle değil. Sanırım en büyük düşmanlarından biriydi Madigan. (Bu kötü karakter, Cat'in amcası Don'ın eski iş ortağıydı.) Mezardan Uyanan, cidden hem kitabın adını yansıtmış hem de serinin final kitabına yakışır bir kurgu olmuş. Yazar sanki durmuş durmuş son anda hünerlerini göstermiş. Yerim bu kadını.

"Beni özledin mi, Kedici?"
Bu sorunun kulağa ahlaksızca gelmesini nasıl sağladığını bilmiyordum, ama bunu yapabiliyordu.

Madigan ile ilgili bir sürü şey öğreneceksiniz. Bunları öğrenirken ve bunlarla mücadele ederken Bones ve Cat tüm dostlarından hatta eski düşmanlarından bile yardım alıyorlar. Tyler (aşırı komik ve eşcinsel medyum), Marie (Cat'le Bones'u önceki kitaplarda fena uğraştıran Vudu Kraliçesi), Bones'un dostları; Ian (ya yerim bu adamı, favori yan karakterim), Spade&Denise (bu çifti seriyi okuyanlar çok iyi bilir), Vlad (minnacık gözüküyor bizim modern Dracula), Mencheres&Kira (en kıl olduğum çift herhalde) ve Cat'in tuhaf dostları; Tate (Bones'un bir numaralı düşmanı), Dave, Cooper ve Juan. Yani seride gördüğümüz hemen hemen tüm karakterleri final kitabında göreceksiniz. O yüzden bu kitabı cidden çok sevdim. Zaten 1.5 günde okudum. Gerisini siz düşünün...

Şimdi kitaptaki olaylardan bahsedeceğim ama ne anlatırsam anlatayım okurken şok olmanıza engel olamayacak. Yazar bu kitapta sizi iki kere üst üste şaşırtacak. Ve hazırlıksız olacaksınız. Okurken resmen diken üstündeydim. Ve açıkçası birazcık Şafak Vakti'ni (Alacakaranlık'ın final kitabı) hatırlattı bana. Yani siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama okurken aklıma o kitap geldiyse, demek ki biraz benzerlik vardır. Neyse. Olaylar dediğim gibi Madigan'ın sırları açığa çıktığında durdurulamaz bir hal alır. Bones ve Cat hiç mi hiç yerlerinde durmazlar. Okurken başım döndü. Aksiyon tavandı. Romantizim elbette vardı. Kahkaha işi Ian'a verilmiş. Her zamanki gibi. Özellikle bir cümlesi beni gerçek anlamda kırdı geçirdi.

Ian tepemizdeki haça alaycı bir şekilde baktı.
"Dua et de birileri dinliyor olsun, kanka, yoksa Charles geldiğinde hepimizi si-"
Ian'a kötü kötü bakarak, "Sinirli olduğunu göreceğiz." diye araya girdim.

Kitabın sonu da tam istediğim gibi bitti. Yazar zaten Cat'le Bones'u tekrar göreceğimizin sinyalini vermiş. Çok özlemeyeceğiz sanırım. Ama bir şey canımı sıktı. Bunu ne yazık ki söyleyemem, spoiler olur. Cat ve Bones'la ilgili. Aman, okuyun işte. :D

Gece Avcısı da bitti iyi mi! Onlarla beraber yaşlandım resmen. Cat, nereden nereye geldi. Vampir avlarken vampir olan asi kadın. Bones da sert kabuğunu birazcık kırdı. Karakterlerin gelişimini böyle heyecanla, aksiyonla okumak... Ne bileyim duygulandım şimdi. Ama bana 'hangi seri bol aksiyonlu' diye sorsanız bu seriyi söylerim. Yok böyle bir aksiyon.

Daha fazla duygusallığa bağlamadan kaçar ben. Bones, Cat'le beraber olduğuna göre Ian'ı sahiplenebilirim. *-*

Sevgiler, öpücükler: Jane