Pages

Artemis Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Artemis Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Kitap Yorumu: Morganville Vampirleri 1 - Cam Ev

Mer-ha-ba!!!

Bu aralar yerimde duramıyorum adeta. Evde olduğum için sanırım eski günlerimdeki formuma kavuştum. Hatta bir süredir hep ertelediğim ve devamını merak ettiğim serilere sardım. Böyle sanki 17 yaşıma geri döndüm. Öyle özgür hissediyorum. :)
Yaş aldıkça sorumluluklar fena artıyormuş cidden. Farkında değilmişim ama çok boğulmuşum bu durumdan. Yaklaşık üç aydır evden çalışıyorum ve hobilerimi rahatlıkla yapabiliyorum. Evcil bir insanım. Dışarı çıkmamak çok koymuyor da şöyle bir ormanda yürüyüş, sahilde kitap keyfi fena olmazdı.

Bendeki kırmızı kapak
Başka konulara dalmadan önce hemen Morganville Vampirleri serisini tanıtmak istiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam serinin ilk kitabı Cam Ev'i 2012 ya da 2013 yılında okudum. O zamanlar kitabın kapağı dehşet kötüydü! O dönemde sahaftan rastgele kitaplar alıp güzel keşifler yapıyordum. Dönüşüm serisi, Ölümcül Oyuncaklar, Sookie Stackhouse hep sahaf ganimetlerimdendir. Eh bu serileri okuduktan sonra Morganville Vampirleri'ni okuyunca yanlarında çok sönük kalmıştı. 

"Onun peşini bırak." Eve'in sesi titriyordu. "O daha bir çocuk."
Brandon, "Hepiniz çocuksunuz," deyip omuzlarını silkti. "Kimse sana hamburger veren ineğin yaşını sormuyor."

Bu seriye başlamayı düşünenler için güzel ve naif bir uyarı yapmak istiyorum. Çerez ama çok eğlenceli bir vampir serisi. Sıfır beklentiyle başlamınız lazım ve bol bol ergen diyalogları okumaya hazırlıklı olmanız lazım. Ben yıllar içerisinde o kadar çok ağır fantastik, distopyalar okudum ki yeter dedim, biraz da kafamı dağıtacak sıradan bir şeyler okumak istiyorum. Bunu seriyi küçümsemek için demiyorum. Tam tersine, küçük görülmesin. Bu seriden umudum da var. Giderek güzelleşeceğine ve blog'ta yorum yazarken çıldıracağıma eminim. :) Bu da tarihe not düşülsün.

Gel zaman git zaman bu seri yeniden aklıma düştü. Nedense Artemis'in genç fantastik seçkilerini çok seviyorum. Kitaplığımda en çok Artemis kitabı vardır. Son birkaç yıldır Türk edebiyatına yoğunlaşsalar da vampir temalı kitaplarda güzel örneklere sahipler. İşte bu yüzden Morganville Vampirleri'ni tekrar okumak istedim. Ara vermeden lüpleteceğim seriyi. 15 kitaplık bir seri olması gözünüzü korkutmasın. Kitapları çekirdek çıtlatır gibi bitirirsiniz. Anlatımı yormuyor, aksiyon bitmiyor ve kitaplar ortalama 300 sayfadan oluşuyor.

"Ben Latince bilmiyorum!"
"Şaka yapıyorsun. Bütün dahiler Latince bilir sanıyordum. Zeki insanların uluslararası dili değil miydi o?"

Gelelim serinin ilk kitap yorumuna. Okurken baya güldüm. Şaşkın bir genç kızımız başrolde: Claire Danvers. 16 yaşını bitirmek üzere ama üniversitede eğitim görüyor ve çok zeki. Biraz yaşının küçüklüğünden ve naif olmasından dolayı hassas bir yapısı var. Bu kitapta en ufak bir şeye ağladığında göz devirmeyin. Sonrasında başımıza kraliçe olursa şaşırmam. Acayip karakterlerle ve kurallarla dolu olan Morganville kasabasında, hiç istemediği ama ailesinin baskısıyla okuduğu bir üniversitede mutsuz olan Claire giderek daha fazla zorbalığa maruz kalınca yurttan ayrılmaya karar verir. Canını zor kurtarır çünkü psikopat Monica ve çetesi kızı neredeyse öldürecekti. 

İlanda Cam Evi'nde bir odanın kiralık olduğunu öğrenince oraya gider. Değişik bir mahallededir. Kimse ne suratına bakıyor ne de normal davranıyordur. Kapıda evin kiracılarından biri olan gotik Eve ile karşılaşır. Sonrasında deli dolu, kanı kaynayan Shane ile tanışır. Evin asıl sahibi Michael ise gündüzleri ortalarda görünmez ama geceleri fırt diye ortaya çıkar. Vampir değil ama başka bir şey. O detayları bu yorumda yazamayacağım, dev spoiler olabilir.

"Lanet olsun Claire. Bir dahakine yeri boylayacağında yanındaki erkeği uyar. Seni tutup kahraman gibi görünebilirdim."

Bu kitapta dört ana karakteri yakından tanıyıp Morganville'deki vampirlerin nasıl çalıştığını, ne aradıklarını, gizemlerini vs. öğreniyoruz. Claire'in vampir olayına ve Michael'ın sırrına aşırı tepki vermemesi hoşuma gitti. Tabii bu üçlünün arasına çabucak karışması biraz göz devirmeme sebep oldu ama dediğim gibi beklentileri sıfırlayalım, o zaman tadı çıkıyor. Şu ana kadar en çok Shane'den keyif aldım. Hem yerinde duramıyor hem ağzı iyi laf yapıyor hem de grubun en renkli karakteri diyebilirim. Eve, buzdolabı gibi bir kız ama eminim ilerleyen kitaplarda onun da duygusal yönlerini göreceğiz. Michael ise adeta alfa bir karakter. Detaylı düşünüyor, ağırbaşlılıkla hareket ediyor ve herkesi çocuğuymuş gibi koruyor. 

İlk kitap olmasına rağmen hareketliydi ve kitabın sonundaki sahne ikinci kitabı hemen okumanızı teşvik ediyor. Şanslı ben, ilk dört kitap elimde şu anda. Çok ara vermeden okuyacağım. *-* 

Bu arada, Instagram'da seriyi paylaştığımdan beri ne çok seveni ortaya çıktı. Bu konuda yalnız olmadığıma çok sevindim. Bir süredir vampir temalı kitap okumuyordum. Bu yıl vampir yılı olsun tekrar. Eski kitapların üstünden ölü toprağı atıyorum ve gün yüzüne çıkarıyorum. Daha durun, aklımda birkaç seri daha var... *şeytani gülüş*

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

PS. Meksika fasulyesini bu seride duyup merak etmiştim. Diyorum bu meksika fasulyesi nereden aklıma geldi. Shane'in severek yaptığı bir yemek. :)

10 Nisan 2019 Çarşamba

Kitap Yorumu: Gölge Avcısı Akademisi'nden Hikayeler - Cassandra Clare

Selamlar 

Günün yorgunluğunu Kraliçe'm Cassandra'nın bir diğer kitabı olan Gölge Avcısı Akademisi'nden Hikayeler'in yorumunu yazarak atıyorum. Hani şu mis gibi reklam kokan kitap... Valla yorum yaparken babama bile acımam, çatır çatır yazarım. Beni bilen bilir, Cassandra'ya taparım. Ne yazsa okurum. Onun için gittim 800 küsur sayfa gözlerim kör olurcasına İngilizce kitap okudum. Yetmedi, çıkan her kitabını aldım. Yetmedi orijinallerini bile almaya başladım! Menajeri olsam bu kadar ismini duyurmazdım. Neyse. Konu dağılmasın.
Cassandra'nın Shadowhunter dünyasını aşırı seviyorum. Eklediği her bir yeni karakteri, üvey demeden bağrıma basıyorum. Bu dünya için yazdığı, yazacağı her kitabı da okurum. Ama sevgili yazarım, bazen durmak lazım.
Mesela bu kitabı iyi ki yazdın ama sanki zorlama olmuş gibi. Ki 3 farklı yazarın da ekmeği var bu kitapta. O yüzden orijinal bir Cassandra kitabı değil bence. Bunu da hissetmedim değil. Tamam, karakterlerimiz orijinalliğini korumuş ama kurgularda böyle başkasının dokunuşları olduğu belliydi. Tanırım ben Cassie'yi... 
Ama en güzel tarafı sevdiğimiz tüm karakterleri görüyoruz. Ay, pardon. Tüm sevdiğimiz karakterler mi dedim? Will Herondale her zamanki gibi yoktu! Allaaaam en sevdiğim karakter o ve resmen harcadı Will'ciğimi. :( Herkes mutlu, herkes huzurlu. Will Herondale... Neyse. Söylenmeyeceğim.

*EĞER GÖLGE AVCISI SERİSİNE DAİR BİR KİTAP OKUMADIYSANIZ YA DA HALA OKUMAYA DEVAM EDİYORSANIZ BUNDAN SONRASI FENA SPOİLER İÇERİR. LÜTFEN TÜM KİTAPLARI OKUMUŞ OLANLAR DEVAM ETSİN.*

Gelelim kitabın içeriğine. Odak noktamız Simon Lewis. En şapşal karakterimiz. En sıradan karakterdi ta ki vampir olana kadar. Sonra bir fedakarlık yapıp vampirlikten kurtulunca Gölge Avcısı olmaya karar verdi. İşte Simon'ın bu maceralarını okuyoruz. Akademiye nasıl başladı, neler yaşadı, kimlerle karşılaştı, başına neler geldi... 10 hikaye var. Her birinde farklı olaylar olsa da birbirleriyle bağlantılı. 
İlk hikayede Simon'ın akademiye gelişi anlatılıyor. Oradaki arkadaşları, öğretmenleri ve ortam tanıtılıyor. George adında aşırı sempatik bir oda arkadaşı oluyor. *-* George Lovelace. Soyadı tanıdık geldi mi? 
Bir sonraki hikayede merakla beklediğimiz karakter ortaya çıkıyor: Isabelle Lightwood. Biliyorsunuz, Simon ölümden döndükten sonra hafıza kaybı yaşamıştı. Çoğu şeyi hatırlamıyordu. Izzy de buna dahil. Yaşadıkları ilişkiyi falan gram hatırlamadığı için kitap boyunca bu ikisinin tatlı tartışmalarına şahit olacaksınız. Simon'ın aşırı şapşal hareketleri çok hoşuma gitti. Tam olarak "zıt kutuplar birbirini çeker" çifti olmuşlar. 
Üçüncü hikayede... Ayy bir şey diyeceğim. Ben iyice yaşlandım. Yukarıda o kadar atarlandım ama bu hikayede Will'i okuyoruz. :D Şöyle oluyor: Simon'ın girdiği derslerden birine Tessa konuk oluyor ve geçmişteki bir söylentinin gerçek tarafını anlatıyor. Bu yüzden geçmişe gidip, Will'in olduğu bir sahneyi okuyacaksınız. Ah ah... O sayfalar hiç bitmesin istedim!
Dördüncü hikayede Tessa'nın ve Will'in oğlu James'le ilgili bir hikaye okuyoruz. İlginçti. Aslında bu kitap sayesinde kıyıda köşede kalmış, sessizce ön plana çıkmayı bekleyen karakterlerin ön hikayelerini okuma fırsatımız oluyor. Böyle diyorum çünkü buzdolabı gibi dolaşan Robert Lightwood hakkında bilmediğimiz bir sır ortaya çıkıyor mesela. Ya da Helen Blackthorn'ı daha yakından tanıyoruz. Anne ve babasının hikayesini ilk kez detaylı okuyoruz.
Sonrasında Mark ve Kieran'la da karşılaşacaksınız. Bu kitabın geçtiği dönem, Sebastian felaketinin yaşanmasından hemen sonraki dönem. O yüzden Emma, Julian falan daha küçücük. Tabii onları da göreceksiniz.
En güzel tarafı ise ilk kez Magnus'la Alec'in ne zaman ve nasıl çocuk sahibi olduğunu okuyoruz. Ah, öyle güzel bir sahneydi ki...Ve çok anlamlı. Team Malec canım...
Son olarak, birbirinden değişik ve ilginç hikayeler okuduktan sonra Simon'ın Ölümcül Kupa'dan bir yudum alıp, yeminini ederek resmi olarak Gölge Avcısı oluşunu okuduktan hemen sonra bir olay yaşanıyor. Böyle ben huzurlu huzurlu kitabı okurken o sahneye gelince aniden gözlerim doldu ve yazara baya söylendim. Bu kadın mutlu son sevmiyor -benim gibi. Yani öyle ters köşe yaptı ki, artık kanmayacağım dediğim anda bile pes edip hüzünleniyorum.
Valla her bir karakterine nasıl bağlıyorsa öyle de koparıyor sizden bu cadaloz Cassie. Canım ciğerim ama testere mübarek.
Her neyse. Yazının başında baya söylendim ama şimdi diyorum ki iyi ki okumuşum! Bu dünyaya doyamıyorum. Hep daha fazlası diyorum ki bence daha fazlası da gelecek. Kadının hayal gücü dur durak bilmiyor. Aman nazar değmesin. Tühtühtüh. O yazsın, ben okuyayım.
Dün ben kitabı bitirirken yepisyeni bir kitabı da çıktı: Red Scrolls of Magic. Magnus ve Alec'in dünyayı gezerken yaşadıkları maceraları anlatıyor. Üç kitap olacak. PDF'ni bulursam hemen okumaya başlayacağım. N'apalım, Türk okuru olmak zor bu devirde.

Efenim, Jace'lerden bahsetmedim ama sanmayın ki yoklardı; bol bol yer alıyorlar. Aklınıza gelebilecek her karakter kitapta yer alıyor. Fırsatınız olursa okuyun mutlaka. Cassandra Clare bu, boru mu canım?

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

2 Ocak 2018 Salı

Kitap Yorumu: Kalpsiz - Marissa Meyer

Merhabalar
Herkes 2018 telaşını atlattı mı? Valla ben süper duygusuz girdim bu yıla. 2017'nin darbelerinden sonra koyverdim, hodri meydan dedim. Sürprizlere açığım, dedim 2018'e. Bir de kötü bir yıl yaşandığı zaman o yılın sayısına yüklemek bu cefayı... Aynı şeyi bende yapıyorum ve baya anlamsız geliyor aslında ama n'apalım insanız işte. 👀
Durun, konu bu değildi. Bir kitap yorumu girerken aklım hep diğer yazmak istediğim şeylere gidiyor, sonuç da bu oluyor. Bugün size 2018'in ilk yorumunu yazıyorum. Daha güzel ve dolu dolu bir yorumla giriş yapmak isterdim ama en son okuduğum kitap Marissa Meyer'ın Kalpsiz romanıydı. 
2017 bitmeden önce kitabı okudum fakat yorumunu girmeye üşendim. Bir de kitap bitince durup düşündüm, "Ay Günlükleri serisi ile Kalpsiz'in yazarı nasıl aynı olabilir?" Yazar Ay Günlükleri serisi ile kalbimi fethetmiş, ne yazsa okurum moduna girip Kalpsiz romanına balıklama atlamış ve sonrasında kayaya çakılmış olarak buldum kendimi. Bakın, bunu çok az yazar yaptırabilir. Mükemmel kurgular yazıp da araya çürük kurgular sıkıştırmak... Bilmiyorum. Riskli bir durum. Ben bundan sonra Marissa Meyer'ı balıklama okur muyum, meçhul...
Kitabı çok yerden yere vurdum ama cidden haklıyım. Hele kitabın sonu... (Burada sesim adeta tizleşiyor.) Yani al fırlat. Fırlatma, yak. Seri bir kitabın ilki olsa, tamam ikinci kitabı bekleyelim diyeceğim. Ama tek kitaplık bir kurgu ve inanın bana löp diye bitiyor. O kadar mantıksız ki...
Normalde sevmediğim ya da hakkında olumsuz yorumlar yaptığım kitaplara blog'umda yer vermiyorum ama Marissa Meyer sevdiğim bir yazar olduğu için bu kitabına isyan etmek amacıyla yorum girdim. 
Yazarı bilenler bilir, masallardaki karakterleri kendine göre kurgulamayı çok seviyor. Kalpsiz romanında da Alice Harikalar Diyarında'yı baz almış. Çocukken Alice'i okuduğum için pek kurgusunu hatırlamıyorum ama Kalpsiz'i okurken bazı benzetmeleri yakaladım. Ortada yine bir krallık var. Harikalar Diyarı'nda yaşayan Catherine, bir leydi olmasına rağmen tatlı yapmaya bayılan bekar bir kız. Çay partilerine, Kupa Kralı'nın düzenlediği etkinliklere falan katılırken hep kendi yaptığı tatlılardan götürüyor. Ve halk da bu tatlılara bayılıyor. Adeta sihirli gibiler. Bu yüzden Cath'in de bir hayali vardır. Hizmetçisi ve yakın dostu Mary Ann ile birlikte bir pastane açmak. 
Fakat bu hayallerini askıya almak zorunda kalıyor. Çünkü tıfıl, çocuk ruhlu ve Cath'e hiç hitap etmeyen Kupa Kralı leydimiz ile evlenmek istiyor. Cath dışında herkes bu evliliğe hazır. 
Olaylar böyle ilerlerken bir de Kupa Kralı'nın gizemli soytarısı Jest -Joker- ile Cath tanışıyorlar. Eh, aşk kokusunu alabiliyorsunuz değil mi? Ama Cath bir yandan ailesinin evlilik baskısından kurtulmaya çalışırken bir yanda da Jest'e olan duygularını anlamlandırmaya çalışıyor. 
Kurgu böyle çok toz pempe, şeker kıvamında gözüküyor değil mi? Ama hiç de öyle değil. Ortada bilinmeyen sırlar var; büyü, delilik ve canavarlar da mevcut. Masalsı diyar, karanlıklarla dolu.
Keşke bu kurguyu böyle enfes devam ettirebilseydi, sevgili yazarımız. Ama sonrasında öyle çuvallamış ki... Ben sevmedim. Bazen gereksiz anlatımlar da vardı, bazı gizemleri erkenden çözdüm ve dediğim gibi sonu yüzünden al kitabı yak.
Eğer ikinci kitabı yazmazsa kurgu çok açıkta kalarak bitmiş olacak. Yoksa ben mi anlamadım? Okuyanlardan da yorum bekliyorum. Her şeye rağmen merak ediyorum diyorsanız, okuyun efenim.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

6 Aralık 2017 Çarşamba

Kitap Yorumu: Karanlık Sanatlar 2 - Gölgelerin Lordu


Merhabalar
Dün gece bu yazıyı yazmamak için zor tuttum kendimi. Cassandra Clare'in  yeni serisi Karanlık Sanatlar'ın ikinci kitabı Gölgelerin Lordu'nu dün gece bitirdim ve karanlığa yuvarlandım. -Övgü kısmı- Yazarı cidden ellerim kanayana kadar alkışlamak istiyorum. Neden onu bu kadar çok sevdiğimi bir kez daha kanıtladı. Clare kesinlikle favori yazarım. Ne yazarsa yazsın ön yargısız okurum. Dünyaya kesinlikle yazar olmak için gelmiş! Hayal dünyasını feci kıskandığım nadir insanlardan biri. Bir gün imza gününe katılmak, onunla delicesine sohbet etmek istiyorum. Bu yazar bir harika dostum. 😍
Kitabı didiklemeden önce bir de çevirmen ve çeviri hakkında yazmak istiyorum. Beril Tüccarbaşıoğlu Uğur'un önünde saygıyla eğiliyorum. Clare gibi kitabını betimlemelere boğan, terimlerle donatan bir yazarın eserini çevirmek cidden ustalık ister. Ki Uğur, Artemis'te okuduğum birçok kitabın da çevirmenidir. Gölgelerin Lordu cidden okunması zor bir kitaptı çünkü yazarın dili ağır ve karakterler çok fazla. Ama çeviri süper akıcıydı. Hiçbir yerde takılmadım. Harikasınız! 😍
Ah, şimdi bayılmadan kitaba geçelim. İlk kitabı okumadıysanız buradan sonrasını okumanızı tavsiye etmem. 👀 Zaten burada ne duruyorsunuz? Geceyarısı Leydisi'ni alın ve okuyun!
Kitap iki kısımdan oluşuyor. Açıkçası ilk kısmını okurken farklı bir yorum oluşmuştu aklımda. "Yani Cassandra canım ciğerimsin ama bu seriyi yazmak için durduk yere bahane aramışsın. Olmasa da olurmuş. Yeni karakterler, eski karakterlerin verdiği tadı vermiyor. Bir de çok kalabalıklar. Amaan neyse, sen yazdıysan tabii okurum," diyordum ki işler sonrasında çok değişti ve kitabın sonunda "Yaaa iyi ki yazmışsın of son kitabı nasıl bekleyeceğiiiiiim!" diye zırlıyordum. Hatta kitabın gidişatını tahmin edip, heyecanım bile kaçmıştı ama ahaha, hayır! Yazar yine ters köşeye yatırdı. Pes!😎

Aşkın kapıyı ne zaman çalacağı belli olmazdı. Ve çaldığında da, onu içeri almamak budalalıktı.

Önceki kitapta dost zannettikleri Malcolm Fade, aslında yıllardır biricik aşkı Annabel Blackthorn'ı diriltmek için büyü malzemelerini topladığını ve bir Blackthorn'ın kanına ihtiyacı olduğunu ve Los Angeles Enstitüsü'nün başında Blackthorn'ların amcası Arthur olmasına rağmen kafayı sıyırdığı için tüm işleri Julian'ın yaptığını da öğrenmiştik. Ve aralarına son anda yeni bir karakter de katılmıştı. Kayıp ve son Herondale dedikleri Kit. Gölgelerin Lordu'nda da aynen kaldığımız yerden devam ediyoruz. Başlarda Jace ve Clary'i de gözüktü. Sonrasında bu ikili ortadan kayboldu ve son kitapta bir bomba patlatarak geleceklerini tahmin ediyorum. Kit, tam bir uyuz Herondale! Başlarda çocuğa çok uyuz oldum. "Yok, ben Gölge Avcısı değilim. Sizden biri asla olmam. Herondale'lar da kimmiş," havasında gezerken bir baktım ikizlerle, Livvy ve Ty, grup olmuş gizli saklı işler çeviriyorlar. Kitapta en çok onların sahnelerini sevdim sanırım. Ergen yaşta olmalarına rağmen hem çok zekiler hem de çok cesurlardı. Bu üçlüden ayrı bir güzel hikaye çıkar. 👊

"Sen hayatta tek bir şeyi takıntı haline getirip ona ulaşamamanın ne demek olduğunu biliyor musun?"

Emma'yı ve Julian'ı tokatlamak istiyorum. Nedense bu ikisini öyle çok sevmiyorum. Böyle her işin başında onlar var. En güçlü ve yenilmez parabatai olarak görülüyorlar. Bir de birbirlerine aşık oldukları için saçma salak davranabiliyorlar. Tamam, parabatai oldukları için aşkları yasak ve böyle bir şey olmamalı. Ama Emma akıllısı, Julian'ı kendinden uzaklaştırmak için Julian'ın kardeşi Mark'la sevgiliymiş gibi oyun oynamalarına ne demeli? Her şeyin içine iyice etti diyebilirim. Sonrasında toparlanıyor olay ama cidden çok gereksiz bir davranıştı. Mark'ı da zor durumda bıraktı. 😔 Mark da garibim resmen tuhaf bir aşk üçgeninde kaldı. Bir yandan Latin güzelimiz Christina'ya yakınlaşmaya çalışırken Vahşi Av'daki 'eski' sevgilisi Kieran olayların içine atlar. Yani anlayacağınız yazar hem karakterleri hem de olayları bir güzel harmanlamış.

"Bütün rüyalar uyandığınızda sona erer."

Okurken beyninizin yanmaması imkansız! Ben kitaba bir gün ara bile vermiştim. Blackthorn'lar çok kalabalık. Bunun üzerine başka karakterler de ekleniyor. Christina'nın eski-yeni sevgilisi Diego, Yüzbaşı ordusu dedikleri, Soğuk Barış yanlısı ve Aşağı Dünyalıları aşağılayan bir grup, Vahşi Av'ın lordu ve Diana'ya abayı yakan Gwyn, kafa göz dalmak isteyeceğiniz Yüzbaşılardan Zara... Daha saymamı ister misiniz? 😄 Bir de Diego'nun kardeşi Jamie ile Julian'ın küçük kız kardeşi, içine kapanık görünen ama fena zeki olan Dru'nun olayları var. Sonunda Diana'nın da sırrını öğreniyoruz. Böyle yazar kitapta o kadar çok olay anlatmış ki birkaçının ucu açık kaldı. Eminin son kitapta hepisinin sonucu göreceğiz ama okurken cidden beyniniz alev alabilir. Sakin kafayla okumanızı tavsiye ederim. 😏

"...Oysa rüzgar eken fırtına biçer."

Seelie ve Unseelie peri olaylarını de es geçmeyeyim. Cassandra'nın dünyasında perilerin sevilmeyen kişiler olduğunu bilirsiniz. Bu kitapta baya deli ediyorlar insanı. Özellikle Unseelie Kral'ını bir kaşık suda boğmak istedim. Ve size şu kadarını söyleyeyim; son kitapta ortalık öyle bir karışacak ki kim hangi tarafta, kim düşman kim dost anlayamayabiliriz. Kitabın sonundaki olay zaten bütün her şeyi komple değiştirdi. Geri dönüşü imkansız ve intikam üstüne intikam alınacağına adım kadar eminim. Hodri meydan!
Son olarak, kitapta bol bol Magnus'u, Alec'i ve çocuklarını göreceksiniz. Magnus zaten favorilerimden. Onu okumak bir ayrıcalıktır. Ve olaylar bir ara Londra Enstitüsü'nde geçiyor. Size bir şeyleri hatırlattı mı? Will-Tess-Jem? Tabii onları görmüyoruz ama hatıralarına rastlayabilirsiniz. Hatta o enstitüde daha önce yaşayan ve tanıdığınız bir karakterin hayaleti bizimkilere musallat bile olabilir. Bu heyecanı kaçırmak istemezsiniz. 😂
Eh, ne diyebilirim? Cassandra Clare beni hayal kırıklığına uğratmadı. Kitabı okurken yorulsam da bu kadının hayal dünyasına kapılmayı, kendimi oradaymışım gibi hissetmeyi, o dünyaya hapsolma isteğimi, karakterlerini analiz etmeyi, inanılmaz maceralarını okumayı delicesine seviyorum. Bence herkes Cassandra Clare okumalı. Sıkıcı, boğucu gerçek hayatımızdan bizi nasıl uzaklaştıracağını çok iyi biliyor. Elimde olsa cidden tüm gün onun hayal dünyasında takılmayı tercih ederdim. Okuyun, okutun canlar!
Bir sonraki maceralarda görüşmek üzere. Yakında zamanda Cassandra Clare hakkında başka bir yazı daha gelecek. 💛
Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

12 Kasım 2017 Pazar

36. İstanbul Kitap Fuarı - TÜYAP

Merhabalar

Size tam bir hafta gecikmeli olarak İstanbul Kitap Fuarı maceramı anlatacağım. Geçen hafta bugün, yani fuarın 2.günü koştur koştur kitapların arasına daldım. Instagram'dan gideceğimi bildirmiştim ve birçok kişi görüşmek istediğini de yazmıştı ama hiç öyle bir fırsatımız olmadı ne yazık ki. İstanbul'da çok kısa bir süreliğine kaldığım için fuarda da çok oyalanamadım. Ki zaten dediğim saatten tam üç saat sonra fuara gelebildim. Düşünün bendeki tembelliği... 😃 Neyse, keyifli maceramı anlatayım.
Fuara adım atar atmaz Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'na uğradım çünkü çok yakın arkadaşlarımdan biri orada çalışıyordu. Başı çok kalabalık olmasına rağmen kitap kurdu arkadaşımla ayaküstü sohbet ettik ve bir tane klasik almaya karar verdim. Gurur ve Önyargı'yı sonunda aldım! Başka bir yayıncıdan almayı planlıyordum ama sonra vazgeçtim ve en iyisi klasikleri Türkiye İş Bankası'ndan okumaya devam edeyim dedim. Bir Uğultulu Tepeler faciası da yaşamak istemiyorum.
Efenim, sonra Yabancı Yayınları'na uğradım. Sırf Merve Özcan'ı ve Thpensieve'yi görmek için. İkisiyle de yüz yüze tanışabildim sonunda. İkisi de birbirinden sempatik ve sıcakkanlı insanlardı. Çok yoğun oldukları için ayaküstü sohbet ettim onlarla da. Ama o bile yetti. Oradan kitap almadım çünkü listemde Yabancı'ya ait bir kitap yoktu. Sonrasında Pegasus'a gittim. Esra Nazenin'i orada görünce baya şaşırdım çünkü çalışacağını bilmiyordum. Onunla da yüz yüze tanışmış oldum. O zaten her daim sempatik bir blogger. Pegasus'tan Bronz Atlı'yı aldım. Bu fuarda kayda değer indirimleri vardı cidden. İnternetteki fiyatlarıyla hemen hemen aynıydı.
Uzun aramalarımdan sonra Artemis Yayınları'nı bulabildim. Bu sefer fuar nedense çok karışık geldi. 😃 Olsundu, İpek Ongun imzalı Bir Genç Kızın Gizli Defteri'nin 100.baskını ve tabii ki Cassandra Clare'in yeni kitabı Gölgelerin Lordu'nu aldım. Artemis beni hep mutlu eden indirimler yapıyor. Canımsınız.
Sonrasında YKY'dan Kasım ayı için şiir kitabı aldım. Edip Cansever'in Yerçekimli Karanfil'ini aldım okudum bile. Yorumu gelecek. Bir de Can Yayınları'ndan George Owell'ın 1984 kitabını aldım. Bu yıllardır aklımdaydı ama nedense geçen gün sınıfta bir çocuk bu kitabı öyle ballandıra ballandıra anlattı ki fuarda alacağım dedim ve aldım.
Son olarak Arkadya Yayınları'na uğradım. Çünkü orada benim canım stajyer amirim Yasemin hanım vardı. Onu görmeden gidemezdim. Kısa ama çok keyifli bir sohbet ettik. Yasemin hanımı gördükçe bana ilhamlar geliyor çünkü resmen hayal ettiğim hayatı yaşıyor. Tüh tüh nazar değmesin. 😃 "Bana hangi kitabı önerirsiniz?" diye sordum ve direk "Kelebek ile Keman" kitabını hediye etti. Acayip merak ediyorum çünkü Arkadya'nın tarzı bana baya baya uyuyor. Dram, aşk, tarih...
Bunların dışında... Valla ilk defa jet hızıyla alışveriş yaptım. İnsanın alacakları belli olunca baya hızlı geçiyor fuar. Bir de artık insanlar fuara sadece gezip, blogger'larla tanışmak için geliyor bence. Çünkü internette fiyatlar çok daha uygun. Özellikle Pegasus'un. Çok nadir alıyorum ama alınca tam alıyorum. O yüzden bu seneki fuar hem bütçeli hem çok keyifli hem de sakindi. Resmen üç yıl sonra fuara gidebildim. Sözde İstanbul'da yaşıyorum ama okul için sürekli evden uzak olduğum için bu sene anca gidebildim.
Eğer Ankara'da olursam Ankara Kitap Fuarı'na da katılacağım. İzmir Kitap Fuarı'na da katılmak istiyorum nedense orası daha eğlenceli gibi. Ve Sevinç ablayı görmek istiyorum deli gibi. 😃 Bakalım, ben böyle diyorum ya illa bir aksilik çıkar.

İlerleyen günlerde kitaplarımı sakin sakin okuyup, enfes yorumlar gireceğim. Hazırlıklı olun!

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Kitap Yorumları: Yorumlarını Yazmaya Üşendiğim Kitaplar


Merhabalar

Bu yaz, 'tatil yapmıcam beeen' deyip de tatil yapanlardanım. Her şey aniden gelişti zaten. O yüzden blog'a giremedim. 😊 Bir aylık anneanne tatilinden sonra eve döndüm, kitaplarımla özlem giderdim ve işte blog'uma kavuştum. Bu arada ilerleyen günlerde ilginç bir duyurum olacak. Daha önce böyle bir şey denemedim. Bakalım nasıl olacak? 😉 Ama onun öncesinde yorumlarını yazmaya üşendiğim üç kitap var. Onlardan sonra da iki mükemmel kitap yorumu gireceğim.

Tatile çıkmadan önce Ay Günlükleri serisinin yan kitabı olan Uzak Yıldızlar'ı okumuştum. Kısa zamanda ve hiç sıkılmadan okudum. Çünkü Marissa Meyer nasıl harikalar yaratacağını biliyor. Yazar artık kendini oturtmuş. Bu serinin kurgularını resmen döktürüyor. Bence gözü kapalı bile yazıyor olabilir. 😈 Uzak Yıldızlar'da baş karakterlerimizin merak edilen geçmişleri hakkında kısa hikayeler var. Yazar serinin açıkta kalan her bölümünü bu kitapta tamamlamış. Çok severek okudum. Son bölümde de çok renkli bir macera vardı. Böyle kitabı okurken içiniz sımsıcak oluyor. Sanırım şu ana kadar okuduğum en saf seriydi diyebilirim. Pamuk şeker tadında ve bu sizi hiç sıkmıyor. Yazar her duyguya yer vermiş, can sıkmayan karakterler yaratmış ve heyecanı hiç eksik olmayan bir kurgu yazmış. Her zaman önereceğim serilerden biri. Hiiiç çekinmeden alın alın okuyun.

Tatile çıkarken yanıma iki kitap almıştım. Bunlardan biri Trendeki Kız idi. Uzun zamandır polisiye okumadığımı fark ettim. Ve bu kitabın inanılmaz reklamı yapıldı. Filmi de çıktı sanırım. Hal böyle olunca baya meraklandım. Polisiye kurgusu bence en zorlu kurgulardan biri. Baya kafa patlatmak lazım. Yani ben en azından okuyunca ağzım beş karış açık kalsın istiyorum. Fakat ne yazık ki Trendeki Kız beni hiç şaşırtmadı hatta okurken yordu. Başta büyük beklentilerle başladığım için kitabın yarısına kadar okumak için direndim. "Allasen nasıl bitecek süper merak ettim!" diye diye olayı çözdüm ve "mehh bu muydu ya" moduna girdim. Yazarın acemi olduğu bariz belliydi ama keşke biraz daha üstünde dursaydı kurgunun. Kitabı bitirene kadar süründüm. Polisiye kitaplarında olayı çözünce bir anlamı kalmıyor zaten. Esrarengiz olmalı! Yani canlarım, benim gibi polisiye meraklısı iseniz bu kitabı önermiyorum. Nora Roberts'ın kitaplarına kurban olayım. 😢

Yanıma aldığım bir diğer kitap ise Alaska'nın Peşinde idi. 😎 Söz konusu John Green olunca ister istemez "bu kitapta ne ile karşılaşacağız acaba" diyorum. Çünkü yazarın mizah anlayışı çok farklı. Değişik karakter seçimleri oluyor ve bunun sonucunda da farklı diyaloglar ortaya çıkıyor. Nasıl desem, John Green ismini marka yapmasının sebebi bu bence. Gençlik üzerine yazıyor ama her zaman karşımıza çıkan gençleri konu edinmiyor. Farklı tarzları olan, özgür ruhlu ve absürt diyalogları olan gençleri kitabında ağırlıyor. Alaska'nın Peşinde de aynı bu şekildeydi. Üç ana karakter var. Olaylar genellikle bunlar arasında geçiyor. Alaska bu karakterlerden biri ve göz önünde olan da o aslında. Her şey Alaska ile bağlantılı. Başta kurgu çok hoşuma gitti. Sonra dönüm noktası tarzında bir şey oldu ve ne olacağını tahmin ettim. Hatta yazar biraz gizem katmak istemiş ama onu bile çözdüm. Kitabı dikkatle okuyanlar zaten John Green'in leb demeden leblebi diyeceğini anlar. Ama kitap güzel miydi? Güzeldi, ben beğendim çünkü yazarın dünyasını seviyorum. Okuduğum üçüncü kitabıydı. En güzeliydi diyemem ama farklı bir tarzı olduğu için seviyorum. Öneri seçeneğini size bırakıyorum. 😏

Yorumlarını yazmaya üşendiğim kitaplar bunlardı işte. Diğer iki kitap yorumu yayınlanmayı bekliyor.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

7 Temmuz 2017 Cuma

Kitap Yorumu: Ateş Serisi 5 - Gölge Ateşi


Merhabalar

En sonunda Ateş Serisinin son kitabı olan Gölge Ateşi kitabını bitirebildim. Aslında kitaba geçen Eylül ayında başlamıştım ama sonra yurt dışına gidince yarım bırakmak zorunda kalmıştım. Öyle böyle derken geçen günlerde bitirdim. Ama tam bir işkenceydi!

Yani bu seriyi nasıl önerdiğimi bilirsiniz. Ki gerçekten hem ilk iki kitabı çok zor bulunan bir seri hem de oldukça çekici bir kurgusu var. Yazarın hayal dünyası var ama şekillendiremiyor. Beş kitaptır ha gelecek ha açıklayacak diye diye bizi ortada ebeveynsiz bırakmış gibi seriyi bitirmiş. Seriyi çok seviyorum, karakterlerine bayılıyorum ama bu kitap baydı beni. Niye mi?

Seri başladığından beri Barrons gizemliliğini koruyordu. Ki bu başlarda baya çekici bir şeydi. Hakkında gram bir şey öğrenmek için deli gibi sayfaları çeviriyordum. Hatta 4.kitabın sonundaki “o” olaydan sonra beşinci kitapta ne zaman düzelecek diye bölümlere şöyle göz bile attım. Ama bu gizemli adam figürü bir süre sonra sıkmaya başladı. Yani tamam onu özel kılan özelliği bu ama yazar biraz aşırıya kaçmış. Mac deseniz o çılgın, dediğim dedik karakter gitmiş sorumluluk sahibi ve süper düşünceli bir karakter gelmiş. Yani biraz yapmacıktı. Her şeye yetişmeye çalışmalar, herkesi kontrol altına almaya çalışmalar… Kitap komple gözüme batmış aslında. :D

Ve yazar kurguda yerinde sayıyor gibiydi. Konu hep Barrons’un karanlık ve gizemli yönü, Kitap hakkında bilinmezlik, Mac’in giderek artan sırları, diğer karakterlerin dengesizliği etrafında dönüyordu. Dublin dışına çıkamadılar bi. Ve yazarın hayal dünyasının betimlemesi süper beyin yakıcı. Hem okuyup hem hayal etmesi çok zor olan kısımlar vardı. Ya da çevirmenden kaynaklı anlaşılmayan bazı bölümler mevcuttu. Kitap zaten kalın, bir de böyle durumlar olunca okumak işkenceye dönüştü.


Bu seriden beklentim bir tık daha fazla olduğu için final kitabı hayal kırıklığına uğrattı. Güldüğüm, benimsediğim sahneler oldu ama geneline bakınca fiyasko. Oturup, bir daha okumam. Serinin kalitesi gözümde hala aynı ama yazar kurguyu daha farklı yönlendirebilirdi. Yine de seri bitti, mutluyum. Yan serisini okur muyum ya da ne zaman okurum bilmiyorum. Karakterleri özleyip de yan seriye başlarım büyük ihtimal. -.-

Son kitaptan dolayı “ayyy kesin okuyun bu seriyi” diyemeyeceğim artık. Evet, sağlam ve özgün bir kurgusu var. Karakterler benzersiz ama yazar kendini geliştirmiyor. Bunları göz önüne alarak seriye başlayabilirsiniz.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

25 Haziran 2017 Pazar

Kitap Yorumu: Ay Günlükleri 4 - Winter / Marissa Meyer


Merhabalar

Herkese iyi bayramlar! Bu bayramda evde olduğuma göre gelsin blog yazıları gelsin bel ağrısı. 😂

Uzun zamandır yorumunu yazmayı ertelediğim Winter'ı sonunda yazıyorum. En güzelini sona saklayayım dedim. 😚 Üşengeçliğimden değil yani. Kesinlikle.

Öncelikle, canlarım, eğer Ay Günlüğü serisini duymadıysanız ya da okuyup yarım bıraktıysanız büyük bir ayıp ediyorsunuzdur. Bu seri benim ilk beş favori serilerime girer. Hem de baya rahat girer. Ki girdi bile. Neyse efenim. Serinin son kitabı olan Winter'ın yorumlarını okumak isteyenleri yazının devamına alalım. Diğer arkadaşlar lütfen en kısa zaman serinin ilk kitabı Cinder'ı edinsin. Zaten her ay mutlaka bir kitap sitesinde 9.90 TL indiriminde oluyor. Almayanları dövüyorlar artık ona göre..

"Kaptan ve yeni mürettebatı sizinle görüşmek istiyor."
"İşte bu!" dedi Thorne koridordan. "Bir gün herkes bana kaptan diyecek.".

Serinin daha ilk kitabında başlayan süper heyecanlı macera size hiç soluk aldırmadan Winter'da da aynen devam ediyor. Öyle ki kitap kalın olmasına rağmen sayfalar su gibi akıp geçiyor. Yazarı görsem beyinlerimizi değiş tokuş ettireceğim. Bu ne kadar etkileyici bir hayal gücü arkadaş! Böyle kendi hayatımdan soğudum bir an. Oradan oraya koşmak, savaşmak, Levana'ya nefretimi kusmak ve Kaptan Thorne'u elde etmek istedim. Ya inanılmaz karakterler yaratmış yazar. Son kitapta özellikle iyice aşina oluyorsunuz. Adeta dostlarınız oluyor bu karakterler. Bu kitapta adından da anlaşıldığı gibi Winter ön planda. Ama yazar her kitapta olduğu gibi diğer karakterleri de çok güzel kurguya oturtmuş. Yani Winter ana karakter gibi gözüküyor ama diğerleri kesinlikle yan karakter görevinde değiller. Bir bütünler. Of, bu hayal dünyasının mükemmelliğini anlatmaya kelimeler yetmez.

Thorne kaşlarını çattı. "Dikkat benim göbek adım. Cesur ve seksiden sonra tabii."
"Patavatsızı da unutma," diye alay etti Cinder.

Biliyorsunuz ki serinin en başından beri Levana baş düşman ve hedefi ise Cinder. Elbette bu savaşta Cinder tek başına değildi. Her bir olaydan sonra çok güçlü dostluklar edindi. Ve en sonunda Cinder-Kai, Scarlet-Wolf, Cress-Thorne ve Winter-Jacin çiftleri bir araya gelerek inanılmaz planlar yaptılar. Her bir sahneyi abartmıyorum büyük bir merakla okudum. Çünkü artık her an her şey olabilirdi. Hikayenin sonuna geliyorduk ve savaşın nasıl biteceği hiç belli değil. Yazarımız acayip sevimli olabilir ama her an bir şeyler yapabilirdi. Thanks God! Hadi size minik spoiler; mutlu sonla bitiyor.

Seri bitiyor bitmesine ama böyle sanki yazar tam devam edecekken 'neyse, diğer kitaba saklayayım' demiş gibi bitirmiş. Tam tadından yenmelikken bitirmiş. 😢 Üzdün ben Marissa!

"Sizi Prenses Winter ile tanıştırayım," diye atıldı Scarlet.
Thorne elini saçlarının arasına daldırdı. "Ne bu ya? Biz istenmeyen prensesler yetimhanesi filan mı işletiyoruz, anlamadım ki."

Ama olsundu. En azından seriyi hiç bozmadı. Karakterler sapıtmadı. Yani bu seride ben gram kusur göremiyorum. Okurken de hiç kusur aramadım. Karakterlerin hepsi mükemmeldi. Ah, Iko'yu unutmamak lazım. Serideki en favori karakterlerimden biridir. Kendisi insan olmayabilir ama tanıdığım en tatlı Android kendisi. 😻

Daha bu seri için ne desem bilemiyorum. Okunması gerekenlerden biri. Hem kurgusu çok ilgi çekici hem de yazarın dili acayip sempatik. Çevirileri de enfes. Tadından yenmeyen bir seri olmuş. Eh, size de okumak kalıyor canlar.

Thorne kıkırdayıp tek kaşını kaldırarak Iko'ya baktı.
"Ben size bir veda öpücüğü vermeyi isterdim kaptan," dedi android. "Ama Majesteleriyle kucaklaşırken birkaç kablom yandı. Bir de sizi öpersem ana işlemcim erir diye korkuyorum."
Thorne ona göz kırptı. "Endişelenmekte haklısın tabii."

Şaka maka bir unutulmaz seri daha bitti. Cinder'la başladık bu maceraya. O yüzden onu özleyeceğim. Iko'nun komikliklerini, Cress'in şaşkınlıklarını, Scarlet'la Wolf'un asiliğini, Kai'nin romantikliğini ama en çok da Kaptan Thorne'u özleyeceğim. Alaycılığı, esprileri, kendinden emin tavırları ve şapşallıkları... Bu seride aşık olduğum kesinlikle Thorne. Baştan söyleyeyim de sonra bozuşmayalım. 😌

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

23 Haziran 2017 Cuma

Yabancı Dizi Önerisi: 13 Reasons Why


Merhabalar

Gündeme bomba gibi düşen bir diziden bahsedeceğim. 13 Reasons Why (Ölmek İçin 13 Sebep) aslında bir kitap uyarlamasıdır. Ülkemizde de Artemis Yayınları'ndan çıkan Jay Asher tarafından yazılmış bir gençlik hikayesidir. 

Amerika'daki okullarda gerçekleşen zorbalıkları ön plana alan yazar, değişik bir yöntemle bunu ifade etmiş. Yani öyle ki kitabı okuyan ya da diziyi izleyen bir kişi ya çok etkilenip, aynı şeyi uygulamak istiyor ya da zorbalığa kalmış biri ise nasıl mücadele edeceğini keşfediyor. 

Kurgunun genel hatları şöyle; Hannah Baker adındaki bir genç kız okulda ciddi zorbalıklara maruz kalıyor. Bir süre sonra bunun üstesinden gelemiyor ve intihar etmeden önce intihar etmesine sebep olanlara birer kaset hazırlıyor. Toplamda 13 kişiyi hedef alan bu kasetleri, hedeflediği kişilerin dinleyeceği şekilde bir plan yapıyor. İntihar ettikten sonra ise bu kasetler sırasıyla o kişilere gidiyor. Her biri dinledikten sonra sıradaki kişiye ulaştırmak zorunda. Clay Jensen adlı bir çocuğun kasetleri alıp, dinlemesiyle asıl olaylar başlıyor. Kendisi de listenin içinde aslında. Ama diğerlerinden daha farklı bir tepki veriyor. Bir nevi Hannah'ın intikamını almaya çalışıyor.

Diziyi izlemeden önce kitabı okudum. Okurken bazı şeyleri tam kavrayamamıştım. Yani çeviriden mi kaynaklı yoksa yazarın dilinden mi kaynaklı bilemiyorum. Ama diziyi izledikten sonra her şey yerine oturdu ve büyük bir depresyona girdim. "Gerçekten de böyle şeyler yaşanıyor mu?"

Dizinin bu kadar tutmasının bir sebebi de yapımcılığını Selena Gomez yapıyor. Hatta çoğu kişi o da oynuyor sanıp diziye öyle başlamış. Buna açıklık getireyim; Selena Gomez dizide rol almıyor sadece iki şarkısı soundtrack'ta yer alıyor. Bunun dışında dizinin kadrosu çok iyi seçilmiş bence. Karakterlerle oyuncular cuk oturmuş. İzlerken rahatsız olduğum bir durum olmadı.


Öncellikle, Hannah Baker'i kesinlikle desteklemiyorum. Evet, zorbalık görmesinden dolayı zor zamanlar geçirmesi gayet normal. Ama kaçış noktası olarak intiharı görmesi çok yanlış. Ve son kez, yaşamasının bir anlamının olmadığını destekleyecek bir sebep bile arıyor. Hatta direk bu sebebe koşuyor bile diyebilirim. Okuyanlar ya da izleyenler ne demek istediğimi anlayacak. Yani Hannah'ın kararı bana tamamen yanlış geliyor. Ama öteki yandan şu kaset olayını çok güzel düşünmüş. İnsanların hatalarını saklamak ya da görmezlikten gelmek yerine bir bir yüzlerine vuruyor. Hatta birbirlerinin pisliklerini dinlemesini sağlıyor. Listedeki kişilerin yaptıkları düşünülürse gayet güzel bir yöntem.

Şöyle de bir şey var ki dizi bir çok liseliye ilham vermiş. Bazı intihar haberleri bile gelmişti. Çok riskli bir yapım olmuş. Ama diğer taraftan olaylar çok da güzel yansıtılmış. Yani bilinçli bir şekilde izlediğinizde iyi yönden örnek verici olduğunu görürsünüz. Şakasına, "Ya ehehe ben de size kaset hazırlayacağım ortalık karışacak" diyerek arkadaşlarıma da önerdim diziyi. Hatta en yakın arkadaşım 1.5 günde diziyi izledi ve ortalıkta ruh gibi gezdi. Aynı şekilde ben de bir hafta sonumu bu diziye ayırdım ve beklenmedik şekilde etkilendim. Değişik bir şey de oldu. Diziyi izlerken saçlarımı normalinden baya kısa kestirmiştim. Hemen ardından Hannah'ın da saçını kestirdiği bir bölüm vardı. Ne hikmetse saçlarımız aynı modeldi ve şöyle bir şey diyordu; "dış görünüşümdeki değişiklik aslında bir yardım çağrısıydı ama kimse duymuyordu" Bir ara kendimden şüphelendim yoksa ben de ağır bir depresyonda mıyım diye. 👀 Yani dizi aslında baya etkileyici bir faktör olmuş.


Ve tüm bu detayları görmezlikten gelirsem de diziyi izlemenizi öneririm. Cidden kaliteli bir dizi olmuş. Soundtrack müthiş. Oyuncular yetenekli. Sahne geçişleri en sevdiğim özelliği oldu. Ve kurgu sizi kendinize çekiyor. İzlediğim hiçbir bölümden sıkılmadım. İlk sezon zaten 13 bölümdü. İkinci sezon onayı da aldı. 2018'de Nexflix'de yayımlanacak. 

Çok da ciddiye almadan izleyin diziyi. Etkilenmeyin. Ama bilin ki böyle şeyler gerçekten de Amerika'da gerçekleşiyor. Bizim okullarımızla çok zıtlar. Çok farklı özelliklerimiz var ama insan ister istemez etkileniyor yine de.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Kesinlikle "The Night We Met - Lord Huron" dinlemenizi öneririm!

22 Haziran 2017 Perşembe

Kitap Yorumu: Bane Günlükleri - Cassandra Clare


Merhabalar

Sizde benim gibi Ölümcül Oyuncaklar dünyasını özlediniz mi? Valla ben her geçen gün daha da özlüyorum. Yani, imkanım olsa Cassandra Clare ile kendimi bir eve kapatıp her saniye hayal dünyası hakkında sohbet ederdim. Hal böyleyken çıkaracağı kitapları beklemekle kalıyorum anca. 

Geçen sene çıkardığı Karanlık Sanatlar serisinin ikinci kitabının ülkemizde çıkmasını beklerken uzun zamandır okumayı ertelediğim Bane Günlükleri'ni okudum ve kendimi yumruklayasım geldi. "Canısı neden daha önce okumadın?" 

Cassandra Clare ve iki yazarın daha yazdığı 11 hikaye ilk önce internet üzerinden yayımlanmıştı. Daha sonra bir kitap haline getirilip, basıldı. Ölümcül Oyuncaklar ve Cehennem Makinaları serisinden aşina olduğumuz Magnus Bane'in bilinmeyen yönleri ve daha önce anlatılmamış hikayelerini içeriyor bu kitap. Serileri okuyanlar zaten az biraz Magnus'u biliyorlar. Kendisi biseksüel ve çok çılgın bir yapısı var. Moda uzmanı ve delisi. Partilerin baş elemanı. Ve nerede bela varsa içinde mutlaka yer alır. Bunlar bir yana aslında çok yumuşak kalpli ve sevdiklerine sonsuz değer veren bir karakter. Ve umursamıyormuş gibi görünse de içi içini yer. Yardıma ihtiyacınız varsa Magnus Bane'in kapısını çalabilirsiniz. Tabii belli bir karşılığı olabilir de. 👀

Kaptırılan kalpler iadesi mümkün olmayan birer hediyeydi. 

Gelelim Bane Günlükleri'ne. Hem çok eğlenceli hem hüzünlü hem de 'vay be' dedirten anılarla dolu bir kitap olmuş. Bane'in ilk aşkı ve sonrakileri, Will Herondale ve soyu ile bağlantısı, Peru'ya girişinin yasaklanması, Tessa'yla olan sonsuz dostluğu, yılların vampiri Camille olan dengesiz ilişkisi, baş belası Raphael Santiago ile nasıl tanıştığı gibi bir sürü hikaye var. Elbette Alec Lighwood'la olan ilişkisi de mevcut ki zaten sanırım şu an en çok merak edilen odur. 😈

Ben çok eğlenerek okudum. Yani zaten Magnus süper eğlenceli bir karakter. Onun yaşadığı olaylar ise ayrı bir komik ve eğlenceliydi. Cassandra Clare'in dünyasını seviyorsanız zaten kesinlikle okuyun. 

Ve son olarak... Eğer önceki serileri okumadıysanız -ki o zaman bu karakteri de tanımıyor olursunuz ama her neyse- Bane Günlükleri'ni okumanızı tavsiye etmem. Arada spoiler niteliğinde bağlantılar var. Ona dikkat edin. 👍

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

28 Nisan 2017 Cuma

Erasmus Döneminde Okuduğum Kitaplar


Merhabalar

Artık resmen blog'a yazmak için gün sayıyorum. Okul öyle yoğun ve yorucu ki inanın bazen 24 saat yetmiyor. Proje ödeviydi, günlük ödevler yok okunması gereken hikayeler derken hoop zaman nasıl geçiyor anlamıyorum. Ama bendeniz Jane elbette kitaplardan ve dizilerden uzak duramıyorum. Ama önceliğimi Erasmus döneminde okuyup da blog'a aktarmadığım kitaplara vermek istedim. Okuduğum kitaplar ya çok güzeldi ya da 'bana göre' baya vasattı. İyilerden başlayıp, kötülere doğru yol alacağım. Ve inanın bana kesinlikle okunması gerekenler de var! (Ve ee, yazı sonunda kavga bile çıkabilir.)

Sitede daha önce de yorumunu yaptığım Sahte Romeo ve Paramparça Juliet kitaplarını kesinkes okuyun. Hala favorim. Keşke okuyacak bolca zamanım olsa da tekrar okuyabilsem. O derece sevmiştim. 

Diğer en sevdiğim kitap ise Artemis Yayınları'ndan çıkan Ay Günlükleri serisinin ara kitabı olan Levana idi. Serinin üçüncü kitabı Cress'den sonra okunması gerekiyor. Ben pdf olarak okumuştum. Ve başlamamla bitirmem bir oldu. Süper akıcı, etkileyici ve seriyi bozmayan tam tersine çok daha renk katan bir ara kitap olmuş. Marissa Meyer'ın kalemine hayranım. Azıcık bir kurguyla bile kadın dünyalar yaratmış. Seriyi bilmiyorsanız hemen ilk kitabı Cinder'ı inceleyin. Eğer seriye devam ediyorsanız da sakın Levana'yı es geçmeyin!

Ve artık İngilizce kitaplar da okumaya başladığım için Harry Potter'ın HP and The Cursed Child (HP ve Lanetli Çocuk) kitabını çıkar çıkmaz pdf olarak orijinal dilinde okumuştum. Hem çok uzun değil hem de dili bence gayet basitti. Yani HP dünyasını biliyor ve o dünyanın diline hakimseniz (yazarın özel terimlerine) çok rahat bir şekilde okuyabilirsiniz. Ve kesinlikle çok beğendim. Kitabı J.K. Rowling değil de bir hayran yazmış olsa da bence kurguyu çok güzel oluşturmuş ve bana göre Ateş Kadehi'ni daha da netleştirmiş. Ki seride Ateş Kadehi benim favorimdir. O yüzden kitabı böyle mutlulukla okudum. Ve okuduktan sonra da 'hah onu ben orijinal dilinde okudum canım ya' diye kasılmadım dersem yalan olur. :D

Şimdi bahsedeceğim kitapları sevemedim. Bitirdikten sonra 'pof, aradığım bu da değil' tarzındaydı ve açıkçası konularını dahi net hatırlamıyorum ama yine yazıp, bildireyim. Belki farklı düşünen olur ve beni etkileyebilir. 😃

Ben, Earl ve Ölen Kız: Çok merak ediyordum. Hatta orijinal dilinden okuyacaktım ama sonra Pegasus Yayınları'ndan Sevinç ablanın çevirisiyle çıktığını görünce çevirisini okumaya karar verdim. Ama pek bana göre değildi. Hatta filmini de izledim. Filmi bir nebze iyiydi. Ama kitap... bilemiyorum. Sevemedim. 😓

Sil Baştan: Parodi Yayınları'ndan bir kitap. Ya bu kitabı neden okudum tam hatırlamıyorum. Ama bir yerde biri baya dolu dolu yorum yapmıştı, ona kanıp okudum sanırım. Cidden konusunu dahi hatırlamıyorum. Neden okudum, nasıl bir psikolojideydim, inanın bilemiyorum.

 Kağıttan Kalpler: Arkadya Yayınları'ndan çıkan bu kitabı merak etmiyor değildim. Okumadan önce de baya heves etmiştim. Ama yok yani konusu bana göre değildi. Aslında baş karakterle baya ortak noktamız vardı. Ruh öküzünü arıyordu ama bulamıyordu. Kitaplar varken neden bir adama ihtiyaç duyacaktık falan... Ama klişelerle dolu bir kitaptı. Baya da tahmin etmiştim ne olacağını. Meh...

Gece Evi 11 - İntikam: Ya aslında buna çok kötü diyemeyeceğim. Sonuçta lise çağında okumaya başlayıp, hala devam ettiğim bir seri. Neredeyse üniversiteden bile mezun olacağım ama bu seriden mezun olamadım. :D Şaka bir yana uzata uzata okumayı seviyorum. Çünkü bu serinin karakterlerine acayip bağlıyım. Yani ilk okuduğum, benimsediğim karakterlerden biri. Ekibi seviyorum ama yazarların hayal dünyasını gram sevmemeye başladım. Bence artık ana-kız oturup, 'nasıl saçmalasak da para kazansak' diye düşünüyorlar. Olsundu. Ben okudum, okuyorum. Serinin son kitabını da yakın zamanda okuyacağım umarım. Bitecek yahu.

Kapanışı yerden yere vuracağım bir kitapla yapmak istedim. Kemerlerinizi bağlayın. Jane çok fena laflar edebilir!
Pegasus Yayınları'ndan çıkan, Amerika'da Wattpad sayesinde ünlünen, milyonlarca hayranının olmasının en büyük sebebinin One Direction grubunun üyelerini yansıtan karakterleri olan (ki bence alakası bile yok) Anna Todd tarafından yazılan After serisinin ilk kitabı Karşılaşma hayatımda okuduğum en uzun işkenceli kitaptı. KİTAPTI. Daha önce böylesine işkence çektiğim bir kitap okumamıştım. AMAN TANRIM DEDİM! WTF? 

Kitap cidden uzun ve öyle böyle değil süperötesi klişelerden oluşuyordu. Yani bunu yazarken Anna Todd hangi psikolojideydi? Nasıl bir kadını bu kadar ezebilir? Bu kadar mı gurursuz, erkek düşkünü ve aciz varlıklarız? Kitabı okurken feminist tarafım alev almıştı. Öyle söylenerek okuyordum ki oda arkadaşım bırakmamı bile önerdi. Ama yo, bir kitabı yarım bırakamam. Belki cidden toparlar, ders veren bir yönü olur dedim. Löp diye bitirdi. Sanki devam edecekmişim gibi... 
Ya şimdi büyük konuşmak, asla'lar falan demek istemiyorum ama kitaptaki kız karakterin yerinde olsaydım kesinlikle öyle ezik, gurursuz, yüzsüz ve acınası olmazdım. Adam suratına tükürse 'yarabbi şükür' diyecek kıvamındaydı. Ben her zaman gerçek aşkı; aşkın yanı sıra en iyi arkadaşım olacak ruh öküzümü arayan romantik bir insanımdır. Ama yeri gelir feministliğim ağır basar ki o da şöyle olur; bir erkek 'sözde' sevdiği kadınına karşı ilgisiz, duygusuz ve hakaret içerikli bir şekilde davranıyorsa 'erkeksiz de yaşayabilirim' düşüncesini savunuyorum. Yani bir öyle bir böyle davranıyorsa o kişi, siktir edin daha iyi. Niye kendinizi üzüyorsunuz? Neden yıpratıp, küçük düşürüyorsunuz. Ya da ne var biliyor musunuz? Alın, okuyun ve böyleleri gibi olmayın. Dünyada başka erkek mi yok? Ya da aynı şey bir erkeğin başına geliyorsa, dünyada başka sevilecek kadın mı yok? 
Demek istediğim şu ki; öyle bir dönemdeyiz ki güçlü olmak zorundayız. Kendini ezdiren genç kızları anlamıyorum. Daha kaç yaşındasın da bu kadar çok sevip, vazgeçemiyorsun? Kitap bu yüzden beni deli etti. Devam edecektim ama sinir krizleri geçirip, kendime gelemezsem diye ilk kitabı bitirip, sessizce Anna Todd'dan uzaklaştım. Ben böyle bir şey görmedim hayatımda! 😝

Pekala, baya saydım sövdüm ama içim rahatladı. :D Bir sonraki yazıda enfes kitaplarım var. Yine bekleriz efendim.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

14 Eylül 2016 Çarşamba

Kitap Yorumu: Tanrı ve Canavarların Düşleri


Merhabalar

Bir seri daha bitirdim! Her bir seri bitirdiğimde onlardan ayrılmak, bir daha okuyamayacağımı bilmek... Ne bileyim sanki bebeklerimi evlendiriyormuş gibi hissettiriyor. Ama aynı zamanda yeni seriler için de avuçlarım kaşınıyor. :D

Canlarım, öncelikle eğer hala Duman ve Kemiğin Kızı'nı okumadıysanız hemen ama hemen okuyun. Bu ay okuoku.com'da 10 TL. Ve serinin diğer kitapları da bu fiyatta. Bunu kaçırmayın. Çünkü gerçekten çok sağlam bir kurgusu var.

Serinin ilk kitabına göre diğer iki kitabı karşılaştırırsam... Duman ve Kemiğin Kızı hepsini sollar. Çünkü o çok ayrı, çok farklı ve çok daha güzeldi. Ama yine de bu seriyi çok seviyorum. Yazarın karakterlerini, kurgusunu, dolambaçlı anlatımını dahi seviyorum. O yüzden Tanrı ve Canavarların Düşleri'ni kalın ve yorucu bir anlatımı olmasına rağmen hemen okudum. Buradan sevgili yazarı Uğur MEHTER'e saygılarımı iletiyorum. Ben bile okurken başım ağrıdı, kim bilir çevirirken en akıcı halini ortaya koymaya çalışırken çevirmen ne ruh hallerine girmiştir...

Kitap 647 sayfa ama inanın bana ilk 300 sayfa çöp. At gitsin. Yani çok gereksiz betimlemeler vardı. İlk 300 sayfa içinde çok az diyalog vardı. Yazar daha çok karakterlerin iç dünyasını ve etrafında olan bitenleri anlatmış. Buna gerek var mıydı? Hayır. Ben asıl Akiva ve Karou'nun geleceğini görmek istiyordum. Yazarımız dolandırmış dolandırmış en sona bırakmış. Kitabın son 200 sayfasına kalp kalp kalp. Hızlı okumamın sebebi bu yüzdendi sanırım. Bana Zuzana, Mik, Ziri, Liraz verin... Kitabın en renkli karakterleriydi. Akiva ve Karou adeta siyah-gri renklerini size doğru üflüyordu. Depresyon, depresyon ve depresyon...

"...bazılarımız arzularımızın efendisiyken bazılarımız heveslerimizin kölesiyiz." 

Kitabın konusuna gelirsek. Kurgu çok güzel bağlanmış ama dediğim gibi gereksiz detaylarla doluydu. Kimeralar ve melekler en sonunda birlik içinde olup, dünyayı Akiva'nın amcası Jael'den ve Razgut'tan kurtarmaya çalışmalarına başlamıştır. Bunun en büyük sebebi ise Beyaz Kurt'un bedenine giren Ziri'dir. Çünkü eski Beyaz Kurt olsa melekleri anında öldürürdü. Tabii bedenin içinde Ziri olduğunu Karou ve dostları dışında kimse bilmiyor. Planlar yapılıyor, ihanete uğruyorlar, ölümler olmazsa olmaz ama neyse ki seri mutlu son ile bitiyor. Akiva ve Karou bile en sonunda harekete geçti. Kitap boyunca birbirlerine bakıp, iç çekmeler... Dokununca elektrik kapılmış gibi çıldırmalar... Ben aşırı romantikliğe gelemiyorum sanırım. :D

Ama Zuzana ve Mik çiftine hayranım. Doğallar, sempatikler, renkliler... Kitabın akıcılığını bu çift yapıyor zaten. En severek okuduğum çiftlerden biriydi. Akiva'nın kardeşi Liraz başlarda uyuz olsa da bu kitapta kızı çok sevdim! O da biraz inkar etse de mutluluğu buldu. Yuppi!

Çok uyuz olduğum bir karakter vardı. Hatta onun varlığını unutmuştum bile. Karou'nun üvey büyükannesi Esther! Kadın resmen nankör ya. Bu kadar mı çakal olabilir? Kitabın içine girip boğazlayasım geldi. Neyse ki Mik benim yerime hıncını aldı. Hıh...


Son kitapta yeni bir karakter daha vardı. Eliza. Adeta sürpriz yumurtadan çıkmış gibiydi. Onun pek amacını anlamadım ama bizimkilerle yolları kesişince baya yardımı dokundu. O yüzden sevdim onu da...

Seri gerçekten çok orijinal. Yani böyle kitaplar var mı dedirten cinsten. Yazarın hayal gücü, karakterleri, kurgunun oluş şekilleri çok ilginç. Mavi saçlı bir Karou, hakkında çok az şey bildiğimiz ve nadiren duygu belirtisi veren Akiva, sıradışı bir hayata çok güvendiği dostu için gözü kapalı atlayan Zuzana, onu çok sevdiği için peşinden giden Mik ve daha niceleri... Serinin kurgusunu da karakterlerini de ama en çok kitap kapaklarını seviyorum. :D Okuyun, bir şans verin. Deneyin. Gerçekten hayatınıza farklılık katacak. Özellikle Prag'ı çok merak edeceksiniz. Bekle beni Prag!!!

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

4 Eylül 2016 Pazar

Kitap Yorumu: Ay Günlükleri 3 - Cress / Marissa Meyer


Merhabalar

Sanırım bu yaz okuduğum en akıcı kitaptı Cress. Hem komik hem heyecanlı hem de cidden müthişti. Eğer hala Ay Günlükleri serisine başlamadıysanız şiddetle ilk kitabı Cinder'ı öneriyorum. Hemen okumaya başlayın. Yazar öyle bir yazıyor ki serinin bir sonraki kitaplarında çıtayı giderek yükseltiyor. Cinder'ı çok severek okumuştum. Bir serinin ilk kitabının olabileceği en iyi kıvamdaydı. Başlangıç karakterleri çok güzel tanıtılmıştı. Hemen ardından Scarlet geliyor. Olaylar bir seviye daha artıyor. Tabii karakterlerde... Scarlet ve Wolf karakterine alışıp, Cinder, Iko, Throne ve Kai karakterlerini daha da çok severken şimdilik son durağımız Cress'deyiz. AMAN TANRIM! Serinin şu ana kadarki en en en iyi kitabıydı. 

Bir önceki kitapta Throne karakterini gözüme kestirmiştim. Bu kadar mı eğlenceli bir karakter olur! Cinder'ın yoldaşı olmakla kalmadı şimdi bir de çapkınlıklara başladı. Bu kitabın ana karakteri Cress. Kendileri aslında şu meşhur Rapunzel. Yazarımızın hayal dünyasında ise Levana'nın sadık Sihirbazı tarafından uzayda bir uyduya hapsedilmiş karakter. Cinder gibi Cress de bir Aylı. İlk doğduğu zaman ailesi tarafından terk ediliyor. (Aslında olay öyle değil ama okuyunca göreceksiniz.) Sihirbaz, Cress'in bazı yeteneklerini keşfedince onu özel hizmetkarı gibi bir şey yapıyor. Cress internet ve teknoloji konusunda bir uzman. Kaldığı uyduda tek uğraşısı bunlar zaten. Sihirbaz tarafından Cinder'ı bulmak için görevlendirilir ama o özgür bir hayat yaşamak için Cinder'a yardım etmeye karar verir. İşte olaylar bundan sonra başlıyor efenim.

Cress'de durumlar böyle iken gelelim diğer ekibe. Cinder, Iko, Throne, Wolf ve Scarlet kendi uydularında diğerlerinden saklanmaya devam ediyorlar. Ama aynı zamanda Kai ile Levana'nın düğün günü yaklaşmaktadır. Onu engellemek için planlar yapılırken Cress ile iletişime geçerler. Elbette arkasından bir sürü sorun gelmektedir.

Dr. Erland'dan da bahsedeyim. Kendileri Cinder'ı keşfeden bir karakter. Daha ilk kitapta onun Prenses Selene olduğunu anlamıştı. Kaçmasına yardımcı olmuştu. Şimdi bir kaçak olarak Afrika'da araştırmalarına devam etmekte ve Cinder ile yoldaşlarının gelmesini beklemektedir. Aslında onunda bir sırrı varmış. Hepsi açığa çıkacak.

Şimdi bir de bu üç kız karakteri karşılaştırmadan olmaz. Cinder'ı ilk okumaya başladığımdan beri çok seviyorum. Nedense çok doğal ve olması gerektiği gibi davrandığını düşünüyorum. O yüzden onunla bir sorunum yok. Scarlet'a da okuduğumdan beri ısınamadım. Nedense hep bir soğukluk var kızda. Sadece aşk insanıymış gibi. Wolf da Wolf. Yemedik canım aa! Cress ise içlerinde en saf olanı. Gerçekten çok saf ve sempatikti. Böyle kollarımın arasına alıp sarılasım geldi. Throne'la ikisi komediydi. Cress çok saf, Throne çok çakal... Gerisini siz düşünün.

"Kaptan," diye mırıldandı. "Ben size aşığım."
"Bunu iki koca günde mi fark edebildin? Dokunuşlarım sihrini yitirmeye başladı galiba." (Cress&Kaptan Throne)

Kitapta bomba üstüne bomba patlıyor. Cidden inanılmaz akıcı bir kitap olmuş. Gözümü kırpmadan okudum. Çevirisi de enfesti. Yani cidden serinin göz bebeği olmuş. :D

Öyle olaylar oluyor ki... Özellikle Throne'a biteceksiniz! Çok komik ve şaşırtıcı sahneler vardı. Bu kitapta Throne'nun yanı sıra Cinder ve Iko karakterlerini daha çok sevdim. Wolf ve Scarlet karakterlerine hala pek ısınamadım. Öyle kenarda dursunlar şimdilik. Sonracığıma... Serinin son kitabına dair bir ipucu vardı. Kraliçe'nin üvey kızı Winter gözüküyor ama bir bilgi vermeyeceğim. Anlaşılan onun hikayesi bambaşka.

Tadından yenmeyen bir kitaptı. Cidden okuduğunuza pişman olmayacağınız bir seri. Özellikle günümüzde istifini bozmayan, sıradanlaşmayan nadir serileri biridir. İyi okumalar!

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

18 Ağustos 2016 Perşembe

Kitap Yorumu: Karanlık Sanatlar 1 - Geceyarısı Leydisi


Merhabalarrrr

Yaklaşık bir ay önce sabırsızlıkla beklediğim kitabı okudum! Hatta onu beklerken hiçbir kitaptan zevk alamadım. Son kitap yorumundaki yazıdan anlaşılacağı üzere... Gönlümün Leydisi geldi. Karşınızda Cassandra Clare'den yepyeni bir seri: Karanlık Sanatlar ve serinin ilk kitabı Geceyarısı Leydisi!

Artemis Yayınları'nın önünde saygıyla eğiliyorum. Kitabı bu kadar erken beklemiyordum açıkçası. Sonra bir baktım benim bebeğim kucağımda... Bayram tatilim boyunca onu okudum. Allah'ım yok böyle bir mutluluk. Cassandra Clare kesinlikle benim yazarım. Benim, benimmm! Adeta susamış gibi içtim, aç kalmış gibi yedim kitabı. Okumaya kıyamamazlık olmadı valla. 800 küsürlük kitabı yayıla yayıla okudum. Zaten her bölümünden ayrı zevk aldım. Müthiş bir kurguyla geri dönmüş Kraliçe. Bayıldım! Cehennem Makinaları ve Ölümcül Oyuncaklar'dan sonra çıtaları yükseltmişti. Hayal kırıklığı olmadı valla. Yeni favori serim Karanlık Sanatlar oldu bile!

Yepyeni karakterlerin yanı sıra eski karakterleri de görüyoruz. Az ama o bile yetiyor. Zaten Ölümcül Oyuncaklar'ın son kitabında Emma'yı, Julian'ı ve onun kalabalık ailesini tanımıştık. Orada daha küçüklerdi. Şimdi bu serinin baş kahramanı oldular. Aradan beş yıl geçti. Büyüdüler ve o felaket dolu savaştan sonra ayakta kalmayı başardılar. Los Angeles Enstitüsü'nde koca bir aile olarak yaşarlarken tekrardan esrarengiz olaylar başlar. Şimdi ona değinmeden önce karakterlerden bahsedeceğim.

"Aşk birini görmen demektir." -Julian

Emma Carstrairs adeta Will Herondale'ın küçük kız versiyonu. Kendinden emin halleri. Bildiğini okuyan. Hırslı. İntikamcı. Aynı zamanda rengarenk bir karakter. Zıpzıp yerinde duramıyor resmen.
Julian Blackthorn ise Emma'nın zıttı. Sakin, kontrollü, sorumluluk üstüne sorumluluk alan biri. Küçük yaşta kardeşlerine hem ağabeylik hem de ebeveynlik yapmaya başladığından sanırım çok ağırbaşlı biri. Kendine vakit ayırmaktansa kardeşlerine daha fazla ilgi göstermeyi seçen biri. Aslında çok örnek alınası biri. Kim bu zamanda Julian gibi biri olabilir? Ayrıca Emma'nın parabatai'si. Yani bir de Emma'ya göz kulak olmak zorunda. İşi zor vallahi.

Julian'ın kardeşlerine gelirsek... En büyük ağabeyi Mark periler tarafından kaçırılmıştı. (ÖO son kitabında Peri Halkı, Mark peri kanı taşıdığı için ele geçirip, bir yere kapatmışlardır. Jace ve Clary kurtarmaya çalışmıştı fakat ne yazık ki Mark teslim olmamıştı.) Ablası Helen ise Konsey tarafından başka bir yerde görevlendirilmişti. (Bu arada Helen ve Mark, aslında üveyler. Anneleri bir periydi. Andrew Blackthorn daha sonra Julian'ların annesiyle evlenmiştir.) Geriye minik kardeşleri kaldı. Tiberius, Livia, Drusilla,Octavius. Sıralanış aynen böyle. İnanın bana ilk okuduğunuzda kim neydi falan diyeceksiniz ama sonra alışıyorsunuz. Keretalar sık sık karşımıza çıkıyor.
Yeni karakterler ise daha da eğlenceli ve akılda kalıcı. Emma'nın yapmacık ve geçici sevgilisi Cameron. (Acayip uyuz bir tip.) Enstitü'ye Meksika'dan gelen ve konuşmalarıyla insanı güldüren Christina; LA Enstitüsü'nde çocukların eğitmeni olan Diana Wrayburn. Bir de Julian'ların yarım akıllı bir amcaları var. Arthur Blackthorn. Hmm son bir karakter de Magnus Bane gibi büyücü olan Malcolm. Kitaptaki karakterler böyle. Elbette birkaç tane daha var ama asıl ön planda olanlar bunlar.

"Herkesin korktuğu şeyler vardır, insanın olmanın bir parçasıdır bu." -Emma

Kitabın konusundan nasıl bahsetsem bilemiyorum. Çünkü karmaşık. Eminim bir sonraki kitap çıkmadan önce bu kitabı tekrar okurum. Ama şöyle söyleyeyim. Tüm olaylar birbirleriyle bağlantılı. Yani Cassandra klasik kurgu biçimini uygulamış. Sizi yine ters köşeye yatıracak. Ben birini suçlarken hiç ummadığım bir kişi suçlu çıktı. Ve bu sefer kurgu daha da sağlam. Yani olayların gerçekleşmesi ve gerçekleşme nedenleri çok mantıklı. Bu konuda bir bilgi veremem. Spoiler olur. Tek diyeceğim aksiyon da var. Duygusal bağlar da var. İhanet, hüzün, mutluluk... Ne ararsanız var. Yok yok!

"Çok kahve içiyorsun, yeterince krep yemiyorsun." -Emma
"Umarım bunu mezar taşıma yazarlar." Julian

Bu kitaptaki Parabatai konusuna değinmek istiyorum. Önceki kitaplarda genellikle kız-kız erkek-erkek parabatailer gördük. (Will-Jem, Jace-Alec ve istisna olarak Clary-Simon) Bu kitapta da Emma ve Julian Parabatai. Gerçekten birbirlerini koruyan, değer veren, anlayan... İnanılmaz bir çift. Ama tahmin edeceğiniz gibi bir süre sonra bağları aşka dönüşüyor. Gizli saklı bir şeyler yaşasalar da bunun yasak olduklarını biliyorlar. Parabatai'lerin birbirilerine aşık olması... Ölümden bile beter bir şey. Bunu kitapta öğreneceksiniz. Ve bu yüzden Emma bir şey yapıyor. O kadar can acıtan bir şey ki... Sırf bu yüzden bir sonraki kitabı istiyorum. Julian'ın tepkisini görmek istiyorum. Tanrım! Cassandra bize ve karakterlere acı çektirmeye bayılıyor. Uyuz kadın...

"Aşkın yasak olduğunu bilmek aşkı öldürmez. Daha da güçlendirir." -Tessa

Neyse. Eski karakterlere gelirsek... Sonlara doğru onlar da maceraya katılıyorlar. Kitabın sonunda zaten onlara özel bir sahne var. Cassandra bizim gibi sıkı fanları unutmamış. Valla doyasıya okudum kitabı. Müthişti!

Kitap kalın, evet ama süper akıcı. Gözünüzü korkutmasın. Çeviri de güzeldi. Betimlemeler tam Cassandra tarzındaydı. Sonracığıma... Ben bayıldım. Diğer kitabı sabırsızlıkla bekliyorum!

Bir sonraki kitaplarda görüşmek üzere o zaman. *-*
Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane