Pages

Kitap Alıntıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap Alıntıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2020 Salı

Kitap Yorumu: Cam Şato 4 - Gölgeler Kraliçesi

Herrrrrkese merhaba

HIMYM Barney'sinin de dediği gibi Dehşetül-vahşet güzel bir kitap okudum!

Cam Şato serisine tekrar başladığım için çoook mutluyum. Ama tabii üçüncü kitabın yorumunu okursanız azcık hayal kırıklığına uğradığımı görebilirsiniz. Bunun iki sebebi var: Yanlış zamanda okudum ve yazar aniden U dönüşleri yaptı. Okurken hem karakterleri benimsemekte zorlandım hem de bu değişimi kabul edemedim açıkçası. İlk iki kitapta Celaena ve Chaol beraber olacak diye koca bir beklentiye girdim. Üçüncü kitapta yolları ayrılmak zorunda kaldı ve karakterler aniden evrim geçirdi. Ve bu ikili adeta düşman oldu.

Açıkçası üçüncü kitapta birçok karakteri ve Wyrd meselesini hiç ciddiye almamıştım ama Gölgeler Kraliçesi'nde pür dikkat kesildim. Olay üstüne olay oluyor. Hatta birçok olay oluyor. Artık kemik kadro ortaya çıktı diyebilirim.


Öncelikle karakterlerin yorumunu yapmak istiyorum çünkü hemen hemen hepsini eşit derecede görüyoruz. Aelin (Celaena demeyeceğim artık) ve ekibiyle başlayayım. Aelin, yaşadığı tüm olaylardan ağır dersler çıkaran bir karakter olarak inanılmaz güzel bir şekilde ilerliyor. Hata yapıyor mu? Yapıyor ama telafisiyle beraber. Bu kitapta duygularını törpülemiş ve mantıklı hareket eden bir Kraliçe olarak görüyoruz. Okurken hiç de 19 yaşında olduğu aklıma gelmemişti.
Rowan, ahhhh Rowan. Chaol ve Dorian ikisilini katlar, yer bu Fey prensi. Üçüncü kitapta ne kadar ketum ve dik başlıysa, bu kitapta da öyleydi ama duygularını salmış artık. Aelin'in önünde diz çöküp sadık bir prens olacağına dair yemin etmişti. Valla helal olsun, gözümde kalpler çıkarak okudum onun sahnelerini. Saçlarını kestirmesi de pek güzel oldu. Ha şöyle.

Chaol ismini yazarken bile ateş püsküresim geliyor. İlk iki kitapta beyefendiyi severken yazarın da hinliği yüzünden karaktere süper uyuz olmaya başladım. Aniden Aelin'e olan sevgisi yok oldu ve hem kızın arkasından hem de yüzüne karşı "canavarsın" dedi. Ayyy haspam. Sen nesin? Kralın kölesiydin de Aelin sayesinde bir yerlere geldin. Buralarda sansürlü konuşmak istemiyorum ama Chaol'u çekici erkek karakter listemden kovuyorum. Bakalım kendini nasıl sevdireceksin?
Nesyrn, yepisyeni kadın karakterimiz. Okçuluyla gönlümü fethetti. Buz gibi dursa da zeki ve yetenekli biri. Aelin'in her olayında önemli bir konumda yer aldı. Maalesef Chaol'la bir şeyler yaşayacak gibi... Meh.


Aedion ise ekibin en soytarı ve masum ismi bence. Aelin'in kayıp kuzeni. Üçüncü kitabın sonunda Kral'a teslim olmak zorunda kalmıştı. Yavrucuğum ne işkenceler çekti... Aelin onu o zindanlarda bırakır mı hiç? Hemen hokus pokus planları kurdu ve ağzından bal damlayan Aedion'ı kurtardı. Adrian Ivashkov havası alıyorum azcık. Aedion'un babasıyla ilgili de şok edici bir bilgi alacaksınız. Ama en güzeli ise... Ay durun bundan bahsetmeyeceğim ama bu çocuğa aşk ne kadar yakışır di mi?



Lysandra, Aelin'in geçmişinde yer alan bir isim. Çocukluk arkadaşıymış zamanında ama Suikastçılar Kralı Arobynn (bu da ayrı sinir bozucu bir karakter) yüzünden araları fena açılmış. (Aelin'in erkek arkadaşı Sam'in ölümüyle bağlantılı.) Sonrasında kötü yollara düşmüş. Bu bataklıktan çıkamadan tekrar Aelin'le karşılaştılar. Onların sahneleri hem duygusal hem vahşiydi. Lysandra'nın hikayesine çok üzüldüm. Özellikle de yanında korumaya çalıştığı Evangeline ile aralarındaki bağ içimi sızlattı. Hikayelerini okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ve Lysandra ile ilgili bomba bir bilgi var!!!

"Neden ağlıyorsun?" diye sordu Rowan.
"Ağlıyorum," diyerek burnunu çekti Aelin. "Çünkü öyle berbat kokuyorsun ki gözlerim yaşardı."

Şimdi gelelim cadılar meclisine. Bir önceki kitapta sahnelerini okurken çok boğulmuştum. Manon Siyahgaga'nın olaylara girişine gereksiz yere detaylı bölümlerle yormuştu beni yazar. Bu kitapta her şey cuk oturdu. Manon kimmiş, kimlerle çalışırmış, amacı neymiş çözdüm. Yanındaki cadılar ise Asterin (bunun acıklı hikayesi beni benden aldı...), Sorrel ve Vesta henüz ön planda değiller ama Asterin'i bol bol görüyoruz. Bir de Perranth krallığı var. Nereden pırtladı çözemedim ama başındaki adam Vernon ve yeğeni Elide baya olayları karıştıracak gibi gözüküyor. Özellikle Elide'nin Aelin'le bir bağı var. Eminim bir sonraki kitapta her şey açıklanacak.

Son olarak Lorcan'dan da bahsedip kitabın içeriğiyle ilgili yorum yapacağım. Lorcan, Rowan'ın eskiden komutanıymış ama Rowan'ın Aelin'e bağlılık yemini etmesiyle beraber baş düşmanları oluyor. Aslında dost-düşman ikilemesi içerisinde diyebilirim. Zira bazen çıkar ilişkili de olsa yardım ediyor.

Ne çok karakter varmış değil mi? Olaylar da bir o kadar fazla.

Aelin, Kraliçe olduğunu kabul ettikten sonra kayıp Wyrd taşı için yollara düşüyor. Bu sırada Dorian'ın büyü gücünün ortaya çıkmasıyla beraber babası Wyrd yüzüyle onu yönetmeye başlıyor. İçinde bir Wyrd prensi ile yaşayan Dorian, artık bizim bebek yüzlümüz değil. Duygusuz bir robot misali ortalarda geziyor. Chaol ise onu yüzüstü bıraktığı için kurtarma planları hazırlıyor. Fakat suikast yapmaları için listede öncelik vermeleri gereken bir yığın olay var. Ta daaa! Gelsin sayısız yumruklaşma.

Hangi birini anlatsam bilemiyorum. Aelin bu kitapta birçok kişinin hayatını kurtarıyor. Yeni dostlar ediniyor. Bazı şeyleri açıklığa kavuşturuyor ve mutlu sona da ulaşıyor diyebilirim. Ve fakat fırtına öncesi bir sessizlik oluyor kitabın sonunda. Yazar, bu kitapta baştan sona sürekli bir heyecan ve kaos yaratırken son sayfalarda aniden her şeyi durdurup o sessizlikle bir gerginlik yaratıyor. Bunu iliklerime kadar hissettim. Hani korku filmlerinde olur ya; arka fonda adrenalin dolu bir müzik olur sonra o gözümüzü kapattıracak sahnenin yaklaştığını haber veren ses aniden kesilir. İşte öyle bir şey.

Serideki favori kitabım ikinci kitaptı ama şu an bu kitap oldu. Neyini çok sevdin diye sorarsınız... Olayların farklı mekanda geçiyor olması çok hoşuma gitti. Serilerde genellikle başlangıç noktasında ilerler ama karakterler o bölgeden ayrılınca bende bir heyecan oluşuyor. Bu kitapta hiç yerlerinde durmamaları, tansiyonun hep yüksek tutulması ve diyalogların kısa ve net olması bende kitabı okuma isteği oluşturdu.
Beşinci kitapta baya şoklanacakmışım, öyle diyorlar. Hayırlısı. :) Ara vermeden seriye devam edeceğim.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane




22 Mayıs 2020 Cuma

Kitap Yorumu: Centilmen Piç 2: Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler



Herrrrrrkese merhaba!
(Cemal Can Canseven girişi yapayım dedim.)


Beni katır katur yiyen bir kitabı anlatmaya geldim. 21 gündür o beni dövüyor ben onu yiyorum derken kitap bitti! Aman yarep. Centilmen Piç serisi uzun bir süredir aklımdaydı. Bu yılın başında ilk kitabı okumuştum. Çok iyiydi! Ve kolay bir lokma olmayacağını biliyordum. Fakat serinin ikinci kitabı beni mahvetti. Yanlış anlaşılma olmasın. Çok severek okudum. Böyle okuma açlığımı doyurdu ama çok yordu. Bunun sebebini açıklayacağım.

"Kahretsin."

"Acaba bu haftaki dualarımızı ihmal mi ettik? Yoksa birimiz bir tapınakta falan mı osurdu?"

Öncelikle fantastik, gizem, aksiyon seven herkese öneririm. Ama bu türlerde birçok kitap okumuş, artık beklentisi tavan yapmış okurlara öneririm. Zira ağır bir seri. Okuması, sindirmesi zaman alıyor. Kitabın boyutunu da görünce ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bir oturuşta 150 sayfa gömeyim yapamıyorsunuz. Yani ben yapamadım. Araya 2-3 kitap da kattım. Yoksa kafayı yerdim. Bunun sebebi de seriye özel birçok terimin olması. Özellikle bu kitapta deniz terimleri çoook fazlaydı çünkü kitabın 3'te 2'si denizde geçiyor. Oy babam oy.

İlk kitapta Gri Kral ve baş belası büyücü Şahin ile olan entrika dolu olaylara şahit olmuştuk. Birçok kayıp da yaşanmıştı. Galdo-Calo ikizleri ve Böcek öldürülmüştü. Ekipten geriye Locke ve Jean kaldı. Macera onlarla devam ediyor. Acılarını kalplerine gömdüler ve dev bir hırsızlık yapmak için soluğu Tal Verrar şehrinde aldılar. En korunaklı, en görkemli ve en zengin Günahane'ye giderler ve hırsızlık ortamını yaratmaya başlarlar. Ama yine planlamadıkları şeyler olur. Bu sefer adeta şeytan üçgenine takılıyorlar.

Evet, olaylar üç bela şeklinde devam ediyor.

Birincisinde Requin belasıyla karşılaşıyorlar. Şehrin en güçlü adamlarından biri. Ondan habersiz kuş uçmuyor. Bizimkileri ensesinden tuttuğu gibi kendi işleri için kullanmaya başlıyor. Yardımcısı Selendri ile bu iki zeki ve kurnaz hırsızı dizginlemeye çalışıyor. Verdikleri bir görev sırasında Locke ve Jean kendini başka bir belanın içinde buluyor.

"Biliyor musun Locke," dedi Jean, sohbetvari bir ses tonuyla, "bir yerlerde yalnızca sıradan, basit maceralara atılan hırsızlar olduğuna inanmak istiyorum. Bugünlerde onlardan birkaçıyla tanışıp bu işin sırrını sorsak iyi olacak."

"Herhalde bunun gibi götoşlardan uzak durdukları içindir," dedi Locke, Arhon'u işaret ederek.

İkincisinde ise yaşlı ve sadist planlı Arhon ve sağ kolu Merrain'e esir oluyorlar. Valla bu yakalanma sahneleri çok iyiydi! Adamın planı jilet gibi işledi. Bizimkileri süper hazırlıksız yakaladı ve kendisine bağlamak için onları bir güzel zehirledi. Yaşamaları için belli aralıklarla Arhon'u görüp panzehiri almaları lazım. Arhon'u görmeleri için de elbette onun verdiği görevleri yerine getirmeleri gerekiyor. Locke, adeta arapsaçına dönecek planlar yapıp hem Requin'i hem de Arhon'u ayaküstünde uyutmaya çalışsa da Arhon'un planları çok daha farklıdır. Onları dev bir korsan hırsızlığı için deniz yolculuğuna gönderir.

Birkaç haftalık deniz eğitimi alan Locke ve Jean, kendini denizde bulur. Yanlarında danışacakları bir adam vardır ama olaylar elbette beklenmedik bir şekilde gelişiyor. Vurgun yiyorlar. Kitabın üçüncü ve en eğlenceli ve ağır geçen kısmı ise Kaptan Drakasha, Teğmen Delmastro ve ekibiyle karşılaşmalarıydı. Daha doğrusu dalaşmaları demeliydim. Hem çok komik diyaloglara şahit oldum hem de güzel bir aşk hikayesi okudum.
Ama aksiyon hiç durmadığı için güzel olaylardan çok yine entrika ve savaş sahneleri görüyoruz.

"Sen nereden çıktın böyle?"

"Bu civardan. Ordan burdan. Aslen anamın rahminden," dedi adam, halatları kesmeye devam ederken.

Sonu nasıl bitti derseniz, Locke yine şaşırttı. Hem okurları hem de Jean'i. Böyle Locke'un kıvrak zekasını çok seviyorum. Bu kitapta modunun düştüğü birçok yer vardı ama hep Jean onu ayağa kaldırdı. Şimdi o bir fedakarlık yapıyor ama bakalım sonucunda neler olacak.

Bir de kitabın başında bir sahne var. İnsanı aptala çeviren cinsten bir şey. Kitabın sonlarına doğru o sahnenin aslını okuyoruz. Baya kahkaha attım çünkü Locke gibi şoklanacaksınız. Ne diyeyim, Scott Lynch sağlam bir dünya yaramış, içini güzelce doldurmaya devam ediyor. 

Kitap beni çok yordu a dostlar! Üçüncü kitabı ne zaman okurum bilmiyorum. Bir de havalar güzelleştikçe daha hafif şeyler okumayı tercih ediyorum. Sanırım bir sonraki kitabı sonbaharda okurum. 

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Kitap Yorumu: Morganville Vampirleri 1 - Cam Ev

Mer-ha-ba!!!

Bu aralar yerimde duramıyorum adeta. Evde olduğum için sanırım eski günlerimdeki formuma kavuştum. Hatta bir süredir hep ertelediğim ve devamını merak ettiğim serilere sardım. Böyle sanki 17 yaşıma geri döndüm. Öyle özgür hissediyorum. :)
Yaş aldıkça sorumluluklar fena artıyormuş cidden. Farkında değilmişim ama çok boğulmuşum bu durumdan. Yaklaşık üç aydır evden çalışıyorum ve hobilerimi rahatlıkla yapabiliyorum. Evcil bir insanım. Dışarı çıkmamak çok koymuyor da şöyle bir ormanda yürüyüş, sahilde kitap keyfi fena olmazdı.

Bendeki kırmızı kapak
Başka konulara dalmadan önce hemen Morganville Vampirleri serisini tanıtmak istiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam serinin ilk kitabı Cam Ev'i 2012 ya da 2013 yılında okudum. O zamanlar kitabın kapağı dehşet kötüydü! O dönemde sahaftan rastgele kitaplar alıp güzel keşifler yapıyordum. Dönüşüm serisi, Ölümcül Oyuncaklar, Sookie Stackhouse hep sahaf ganimetlerimdendir. Eh bu serileri okuduktan sonra Morganville Vampirleri'ni okuyunca yanlarında çok sönük kalmıştı. 

"Onun peşini bırak." Eve'in sesi titriyordu. "O daha bir çocuk."
Brandon, "Hepiniz çocuksunuz," deyip omuzlarını silkti. "Kimse sana hamburger veren ineğin yaşını sormuyor."

Bu seriye başlamayı düşünenler için güzel ve naif bir uyarı yapmak istiyorum. Çerez ama çok eğlenceli bir vampir serisi. Sıfır beklentiyle başlamınız lazım ve bol bol ergen diyalogları okumaya hazırlıklı olmanız lazım. Ben yıllar içerisinde o kadar çok ağır fantastik, distopyalar okudum ki yeter dedim, biraz da kafamı dağıtacak sıradan bir şeyler okumak istiyorum. Bunu seriyi küçümsemek için demiyorum. Tam tersine, küçük görülmesin. Bu seriden umudum da var. Giderek güzelleşeceğine ve blog'ta yorum yazarken çıldıracağıma eminim. :) Bu da tarihe not düşülsün.

Gel zaman git zaman bu seri yeniden aklıma düştü. Nedense Artemis'in genç fantastik seçkilerini çok seviyorum. Kitaplığımda en çok Artemis kitabı vardır. Son birkaç yıldır Türk edebiyatına yoğunlaşsalar da vampir temalı kitaplarda güzel örneklere sahipler. İşte bu yüzden Morganville Vampirleri'ni tekrar okumak istedim. Ara vermeden lüpleteceğim seriyi. 15 kitaplık bir seri olması gözünüzü korkutmasın. Kitapları çekirdek çıtlatır gibi bitirirsiniz. Anlatımı yormuyor, aksiyon bitmiyor ve kitaplar ortalama 300 sayfadan oluşuyor.

"Ben Latince bilmiyorum!"
"Şaka yapıyorsun. Bütün dahiler Latince bilir sanıyordum. Zeki insanların uluslararası dili değil miydi o?"

Gelelim serinin ilk kitap yorumuna. Okurken baya güldüm. Şaşkın bir genç kızımız başrolde: Claire Danvers. 16 yaşını bitirmek üzere ama üniversitede eğitim görüyor ve çok zeki. Biraz yaşının küçüklüğünden ve naif olmasından dolayı hassas bir yapısı var. Bu kitapta en ufak bir şeye ağladığında göz devirmeyin. Sonrasında başımıza kraliçe olursa şaşırmam. Acayip karakterlerle ve kurallarla dolu olan Morganville kasabasında, hiç istemediği ama ailesinin baskısıyla okuduğu bir üniversitede mutsuz olan Claire giderek daha fazla zorbalığa maruz kalınca yurttan ayrılmaya karar verir. Canını zor kurtarır çünkü psikopat Monica ve çetesi kızı neredeyse öldürecekti. 

İlanda Cam Evi'nde bir odanın kiralık olduğunu öğrenince oraya gider. Değişik bir mahallededir. Kimse ne suratına bakıyor ne de normal davranıyordur. Kapıda evin kiracılarından biri olan gotik Eve ile karşılaşır. Sonrasında deli dolu, kanı kaynayan Shane ile tanışır. Evin asıl sahibi Michael ise gündüzleri ortalarda görünmez ama geceleri fırt diye ortaya çıkar. Vampir değil ama başka bir şey. O detayları bu yorumda yazamayacağım, dev spoiler olabilir.

"Lanet olsun Claire. Bir dahakine yeri boylayacağında yanındaki erkeği uyar. Seni tutup kahraman gibi görünebilirdim."

Bu kitapta dört ana karakteri yakından tanıyıp Morganville'deki vampirlerin nasıl çalıştığını, ne aradıklarını, gizemlerini vs. öğreniyoruz. Claire'in vampir olayına ve Michael'ın sırrına aşırı tepki vermemesi hoşuma gitti. Tabii bu üçlünün arasına çabucak karışması biraz göz devirmeme sebep oldu ama dediğim gibi beklentileri sıfırlayalım, o zaman tadı çıkıyor. Şu ana kadar en çok Shane'den keyif aldım. Hem yerinde duramıyor hem ağzı iyi laf yapıyor hem de grubun en renkli karakteri diyebilirim. Eve, buzdolabı gibi bir kız ama eminim ilerleyen kitaplarda onun da duygusal yönlerini göreceğiz. Michael ise adeta alfa bir karakter. Detaylı düşünüyor, ağırbaşlılıkla hareket ediyor ve herkesi çocuğuymuş gibi koruyor. 

İlk kitap olmasına rağmen hareketliydi ve kitabın sonundaki sahne ikinci kitabı hemen okumanızı teşvik ediyor. Şanslı ben, ilk dört kitap elimde şu anda. Çok ara vermeden okuyacağım. *-* 

Bu arada, Instagram'da seriyi paylaştığımdan beri ne çok seveni ortaya çıktı. Bu konuda yalnız olmadığıma çok sevindim. Bir süredir vampir temalı kitap okumuyordum. Bu yıl vampir yılı olsun tekrar. Eski kitapların üstünden ölü toprağı atıyorum ve gün yüzüne çıkarıyorum. Daha durun, aklımda birkaç seri daha var... *şeytani gülüş*

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

PS. Meksika fasulyesini bu seride duyup merak etmiştim. Diyorum bu meksika fasulyesi nereden aklıma geldi. Shane'in severek yaptığı bir yemek. :)

12 Mayıs 2020 Salı

Kitap Yorumu: Sookie Stackhouse 6 - Yılın Ölüsü

İlk kez bir kadın karaktere sımsıkı sarılıp "seni çoook özlemişim," demek istedim.

Soookieeee, keşke gerçek olsun!

Şimdi genç bir kurtkızla birlikte yaşıyor, hatta belki onunla mini mini kuçu kuçulara sahip olmayı planlıyordu. Kendimi bu noktada durdurdum. Ne ayıp! Kancıklık etmenin alemi yoktu. Şimdi düşündüm de, kancığın kelime anlamı "dişi hayvan" olduğuna göre, Maria-Star (Alcide'in yeni kız arkadaşı) ayda en az üç gece kelimenin tam anlamıyla kancık olmuyor mu?


Yıllar yıllar önce, yaklaşık 10 yıl önce, kitapçıda saftirik saftirik dolaşırken elime rastgele bir kitap almamla Sookie Stackhouse dünyama girdi. Onunla ilgili maceramı bu linkten okuyabilirsiniz.

Gel zaman git zaman seriden 5 kitap okudum. Bir ara seriye ara vermiştim, tekrar başladım. Bu sefer kimse hızımı kesemez dediğim anda araya üniversite, Erasmus, iş hayatı girdi. Öyle böyle derken beş yıl geçti ve bir gün uyandığımda, "Sookie'yi okumalıyım," dedim. Şaka şaka. Geçenlerde kitaplığımın tozunu alırken Sookie'leri alıp şöyle bir içine baktım. Bazı bölümleri işaretlemişim. Okurken yine kahkaha attım ve işte o an bu seriyi ne kadar özlediğimi fark ettim.
Hemen internetten kitaplarına baktım. Mazallah kitaplarının telif süresi dolmuştur, Artemis devam etmiyordur falan diye telaşla kitapları farklı sitelerden arattım. Çok şükür, hepsi hala satışta ve seri tamamlanmış!
İlk beş kitaba göz atmama gerek yoktu. Hem hatırlıyordum hem de canım blog'umdaki yorumlar sayesinde olayları tazeledim ve 6.kitapla maceraya devam etmeye başladım.
Valla bu son sözüm. Seriyi bu sene bitireceğim ve arama hiçbir şey giremeyecek! Yeni bir aşk bile... Şimdilik 8.kitaba kadar aldım. Ama ay sonu geri kalan tüm kitapları alacağım.

Gelelim Sookie'nin dünyasına... Aman yarep! Ne kadar hareketli ne kadar komik ne kadar stresli... Sookie hiç değişmemiş diyemem, daha da akıllanmış. Kıl kuyruk Bill'den uzak duruyor neyse ki. Hatta bir sahnede bir güzel ağzının payını da verdi. Yeni manita da yapmış; Quinn. Bu kaplanı (şekil değiştirici ve gerçekten kaplan oluyor) gözüm hiç tutmuyor ya, hadi hayırlısı. Eric, canım Eric varla yok arasındaydı. :( Ortaya çıktığı sahnelerde de Sookie'yi kurtarma görevindeydi zaten. Meh.

Ah, bir ortak noktaları da vardı aslında, ikisi de şu anda fena halde canımı sıkıyordu.

Bir önceki kitapta, Sookie'nin uzun zamandır görüşmediği yeğeni Hadley'in ölüm haberini almıştık. (Yaklaşık beş yıl önce...) Hem de vampir olup öyle ölmüştü. Tüm eşyaları Sookie'ye kalmıştı. Sookie de bir süredir evine gidip eşyalarını toplamaya üşeniyordu. Ta ki oraya gitmesini tetikleyen bir olay olana kadar.

Sookie'nin burnu boktan çıkmıyor elbette. Bebişim Alcide ile ayrılmışlardı ve ayrılmadan önce de Alcide'nin psikopat eski sevgilisi Debbie'yi öldürmek zorunda kalmıştı. Bu olayı bir şekilde sakladılar ama Debbie'nin ailesi taa Sookie'nin kasabasına kadar gelip olayı irdelemeye ve bilinmeyenleri bulmaya çalıştıkları zaman olaylar yine çirkefleşti.

Bunun yanı sıra, New Orleans'taki vampirlerin Kraliçesi Sophie-Anne Leclerq ve sağ kolu Andre de kitabın yarısından sonraki bölümlerde çok ön planlardaydı. Sonraki kitaplarda Andre'yi daha çok göreceğimize eminim. Bu kitapta yeni bir cadıyla da tanışıyoruz: Amelia. Kızı çok ama çok sevdim. Sookie'nin yeni BFF'i olabilir.

Minik bir eleştirim olacak. Çok fazla karakter olduğu ve giderek yenileri eklendiği için bir süre sonra bazı karakterleri çok nadir görmeye başlıyoruz. Mesela ben Eric'i daha çok görmek isterdim. Bill'in arada bir gelmesine memnunum, cidden nefret ediyorum ondan. Yediği bir halt daha bu kitapta ortaya çıktı. Alcide için kafam karışık. Biraz pasif kaldı. Bak Eric'e! Hiç duruyor mu yerinde. Quinn, zampara bir tip gibi geliyor. Kesin bir yerde patlak verecek sazan.

"Vampirlerin kalbini yeniden attıran kadın."

Ama onun dışında offf nasıl özlemişim!!! Özellikle Sookie'nin iç sesine, kendi kendine konuşmasına bayılıyorum ve diğerlerine karşı hazırcevaplı olması acayip hoşuma gidiyor. Go my girl diye desteklemek istiyorum.

Uzun bir zamandır bu kadar rahat kafayla kitap okuduğumu hatırlamıyorum. 2 günde lüplettim kitabı. Bir sonraki kitabı için avuçlarım kaşınıyor. Locke Lamora bitsin yine kendimi Sookie'nin kollarına atacağım. 

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane


10 Mayıs 2020 Pazar

Kitap Yorumu: Değersiz Bir Hayat - Hanya Yanagihara

Güzel bir pazar gününden herkese merhaba!

Uzun bir zamandır yorumunu yazmayı ertelediğim bir kitabı sonunda sizlerle paylaşmaya karar verdim. Açıkçası biraz psikolojimi bozan bir kitap olduğu için okuduktan sonra sindirmek ve kitabı tekrar elime alıp yorumunu yazmak zaman aldı. Ve işte beklenen gün geldi. Değer Bir Hayat'ı bir de benim gözümden görün.

Her zaman kalın kitaplar daha çok ilgimi çeker ve maceranın hiç bitmeyeceğini hissettirir. O yüzden dev kitaplar yazan yazarları ayrı bir severim. 857 sayfa olan Değersiz Bir Hayat'ı ilk elime aldığımda acayip mutluydum. Uzun bir macera beni bekliyordu. Okumaya başladıktan sonra nefes darlığı yaşamaya başladım. Ciddiyim! O kadar leş olaylar oluyor ki bir süre sonra kitabı okuyup hep bir es verme ihtiyacı duydum. Başı, ortası, sonu derken kitap beni yiyip bitirdi. Hem de en sevdiğim ayda okudum; nisanda! 

Dostluk ve travmalar üzerine kurulu bir hikaye okuyoruz. Birbirinden çok farklı dört erkeği ve hayatları anlatılıyor. Üniversitede başlayan dostlukları bir ömürlük oluyor ama yeri geliyor yolları ayrılıyor ve işte o zaman sadece bir karaktere odaklanıyoruz ve diğer üçü gidip geliyor. 
Adeta kapalı bir kutu olan ve duygularını çok yavaş bir şekilde belli eden avukat Jude hep ön planda olan karakterimiz. Diğer üç yakın arkadaşı Willem, yakışıklı ve oyunculuk kariyeri yapıyor; JB, bazen uyuzun teki olsa da sanat ruhlu biri; Malcolm ise aileden zengin bir mimar.

Korku ve nefret; korku ve nefret... Bazen hayatında bir tek bu ikisi varmış gibi geliyordu. Kendinden başka herkesten korku, kendindense nefret.

Birbirlerini tanıdıklarından beri Jude'un geçmişi hakkında bilgi almaya çalışıyorlar ama Jude asla ne duygularını ne de geçmişini paylaşıyor. İçini açıp sığındığı tek kişi ise doktoru Andy.

Duygusal anlamda çok yoğun bir kitaptı. Eğer bir şeylerden çok etkileniyorsanız, okumak veya izlemek olsun fark etmez, kitaptaki birçok sahne sizi rahatsız edecek. Biraz spoiler vermiş olacağım ama Jude hasta ruhlu bir insan. Geçmişte yaşadığı dehşet olaylar yüzünden sürekli kendine zarar vermeye meyilli biri ve kendini durduramıyor. Bunu fark eden insanlar bağırarak, sakince konuşarak ya da gizli saklı engellemeye çalışıyor ama başaramıyor. Her fırsatta acı çektiriyor kendine. Bu sahnelerin şiddeti giderek artıyor ve okurken tansiyonunuz fırlayabilir. Bazen kitaba o kadar dalmış oluyordum ki sanki acıyı çeken benmişim gibi gözlerim dönüyordu. Ciddiyim, çok gerçekçi yazılmış. 

Bir takım şeyler kırılır, bazen kırılanlar onarılır, fakat çoğu durumda fark edersin ki kırılan ne olursa olsun hayat o kaybı telafi etmek için yeniden şekillenir, bazen de muhteşem olur bu şekilleniş.

Kitap karamsar sahnelerle dolu olsa da güldüren ve kalp ısıtan bölümler de vardı. LGBT temalı bir kitap. Eşcinsel bir ilişki de okuyacaksınız. Aile kavramı çok sık dile getirilmiş ve farklı açılardan ele alınmış. Terk edilme, yetim kalma, evlat edinilme, tecavüz, fiziksel şiddet gibi kavramlar ele alınıyor.

Bir diğer yandan kitabın dili çok akıcı. Hem yazarın hem de çevirmenin hakkını yememek lazım. Göze batan hiçbir şey yoktu. Kurgu enfes bir şekilde yazılmış ve çevrilmiş. Ağır, depresif bir kitap evet ama bu türü okumayı sevenlere kesinlikle öneririm.

Fakat mutluluk denen şey de gösterişten, sürdürülmesi imkansız bir durumdan başka neydi, hele ki dile getirmesi bile bu kadar zorken?

Bir de sadece Jude'un bakış açısından okumuyoruz. Yön geçişleri çok fazla var, bu bazen kafamı karıştırdı ama hemen adapte oldum. Yazar beklenmedik anda geçmişten çarpıcı sahneleri ön plana alıyor. Daha ne kadar kötüye gidebilir derken kitabın sonunda çarpılıyorsunuz. Böyle kendimi şey gibi hissettim; ne olduğunu anlamadan boks ringine fırlatılmış ve gelen darbelere her defasında şaşkınlıkla bakakalmışım gibiydi. Bilmem anlatabildim mi duygularımı? :D

Bazı kitaplar vardır bazı dönemlerde tekrar elinize alıp okursunuz ve tadı daha farklı gelir. Ama bazı kitaplar vardır tek okuyuşta bile sizi sonsuza dek doyurur ve kitaplıktan alıp dokunmaya bile tırsarsınız. İşte Değer Bir Hayat benim için öyle oldu. Doydum ve bir daha okumaya cesaretim olmayacak. 

Ben en ağır sahneleri bile kaldırırım diyen her yiğit okura öneririm. Bence kış mevsiminde okuyun. Güneşli günlerde pek iyi gelmeyebilir ve yarım bırakabilirsiniz. :)

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

2 Mayıs 2020 Cumartesi

Kitap Yorumu: Call Me By Your Name - Andre Aciman

Herkese merhaba! 

Evde takılmayı seven, yazdan nefret eden biri olarak “Lanet virüs yok olsa da denize gitsek,” moduna girdim. Demek ki neymiş, her canlı bir gün mutlaka yazı sevecekmiş. Şaka bir yana, hobilerimi dibine kadar yaşadığım için artık sosyal olabilirim. Günlerim nasıl geçiyor? Hafta içi yine 09.00-18.00 arası çalışıyorum. Sonra üşenmezsem biraz egzersiz yapıyorum. (Löp löp her gün tatlı gömdüğüm için…) Survivor başlayana kadar kitap okuyorum. Sonra Survivor izlerken bilgisayarımdan dizimi de izliyorum. Hangisi sıkıcı gidiyorsa bir diğerine odaklanıyorum. (Netflix’i sömürdüm, şimdi Amazon Prime’ın deneme sürümünü sömürüyorum. Diziler için de bir blog yazısı gelecek.) Böyle böyle derken kitap stoğum azaldı, adını duyup izlemeyi ertelediğim dizileri bitirdim ve gerçekle yüzleştim: Bu durum ne zaman bitiyor aga?

Ahh ahh ne hayallerim vardı, ne tatil planları yapıyordum ki pasaportumun süresi dolmak üzere. Vizelerim bitti. Ben de dedim ki kitaplar aracılığıyla dünyayı gezeyim. Call Me By Your Name (Adınla Çağır Beni) uzuuun bir süredir okuma listemdeydi. 2015’ten beri erteliyordum. :) İngilizce kitabını almak fırsatım olunca da orijinal dilinden okumak istedim. İyi ki de öyle yapmışım. Bazen bazı kitapları orijinal dilinden okumak daha keyifli oluyor. (Gören de sanki her dili biliyorum sanacak. Sadece İngiliççe biliyorum efenim. Kısmetse Hollandacamı geliştireceğim…)

Filmi çıkıp büyük bir başarı elde etmesine rağmen kitabını okumadan filmini izlemek istemedim. O saf, derin aşk duygusunu okuyarak sindirmek istedim. Mükemmeldi diyemem, belki geç okuduğum için belki bu tarzda çok kitap okuduğum için ama çok sevdim. Kitaplığıma baktıkça gülümseyeceğim bir kitap oldu.

You said Later! not to mean farewell but to say you’d be back in no time.

17 yaşındaki Elio’nun gözünden bir aşk hikayesi okuyoruz. Yaşından olsa gerek tüm duygularını en saf haliyle aktarıyor. Belki de onu bu yüzden çok sevdim. Lisede tuttuğum günlükleri okuyunca bazen çok gülüyorum bazen de “vay be ben neymişim” diyorum. En güzel yaşlar 16-17 bence.
Elio’nun ailesi yazlık evlerinde her dönem bir kişiyi birkaç haftalığına misafir etmektedir. Babası arkeoloji alanında bir profesör olduğu için akademik yazışmalarında ona yardım edecek birini yazlığında ücretsiz ağırlıyor. İtalya’da bir sahil kasabasında olan bu eve, o yaz Oliver adında genç bir adam gelir. (24 yaşında) 
Elio, git gide Oliver’a aşık olduğunu fark eder ve duygularını gizlemeye ama bir yandan da karakterini keşfetmeye başlar. Karşılıksız bir aşk mı? Bu işte sorgulanabilir. Çünkü; hem yaş farkı var hem zamanları kısıtlı (Oliver yaklaşık 6 hafta kalıp gidecek) hem de erkek-erkek ilişkisi olması o dönemde (kitap 2007 yılında basıldı) aşırı dikkat çeken bir olay. Bakmayın böyle rahat yazdığıma. 2020 yılında olmamıza rağmen hala eşcinsel ilişkilerini kınayan, benimsemeyen ya da göz deviren birçok insan var. Irk, millet ayrımı yapmaksızın. Bu kitabın o dönemde çok ses getirmesi ve günümüze kadar popülaritesinin azalmaması bence bundan dolayı. 

Try again later meant, I haven’t the courage now. Things weren’t ready just yet.

Çok yoğun bir kitaptı. Hem İngilizceden okuyor olmak hem de metinsel olarak dolu dolu olması beni tatlı tatlı zorladı. Ama inanılmaz güzel geldi. 
Sadece bir aşk hikayesi de anlatılmıyor. Yazar, araya sanatla ilgili serpiştirmelerle kitabı daha da büyüleyici kılmış. Şarkılar, şiirler, kitaplar… Dopdolu bir kitaptı diyebilirim.

Klişelerle dolu, sıradan aşk hikayelerinden cidden bıkmıştım. Bir süredir aşk kokan kitaplardan kaçıyordum ama Call Me By Your Name (ismi bile ne kadar görkemli) bana yeniden aşkı sevdirmeyi öğretti. Giderek büyüyen bir sevgi. Karşılıksız olacağını bile bile. 

“Do you like being alone?” He asked.
“No. No one likes being alone. But I’ve learned how to live with it.”

LGBT’ye karşı bir olumsuz düşünceniz yoksa mutlaka okuyun isterim. Artık şu zincirleri kıralım olur mu? Aşkın, sevginin ne yaşı ne de cinsiyeti var hanımlar, beyler.

Son olarak; yazar devam kitabını da yazdı. “Find Me” geçen senenin sonunda yurt dışında çıkmıştı. Şimdi bizde de Sel Yayınları tarafından basıldı. Onu Türkçe alıp okurum artık. 


Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Güncelleme - 06.05.2020 Geçen pazar günü aniden filmi izlemeye karar verdim ve bir şey itiraf edeceğim. Filmini daha çok sevdim! Bunu kolay kolay dile getirmem ama cidden çok güzel bir uyarlama olmuş. Oyuncu seçimi, kitaptan direkt uyarlanan sahneler, çekilen mekanlar, seçilen müzikler... İnanılmaz güzeldi ve izledikten sonra bir süre bir şey yapmaya odaklanamadım. Hemen film müziklerine daldım. Dinledikçe sahneler gözümün önünden geçti. Hala da müziklerini dinliyorum. Hiç önermediğim bir şeyi yapacağım: Kitabı okumadan da filmi izleyebilirsiniz!!! Agggh çok güzeldi. *-*

23 Mart 2020 Pazartesi

Kitap Yorumu: Last Hour 1 - Chain of Gold / Cassandra Clare

O M G! Bakın kim döndü.
Uzuuuun zamandır yazmaya üşendiğim için sahalara yeni döndüm.
Öncelikle umarım herkes iyidir. Aman lütfen çok dikkat edin kendinize. Hatta bu yazıyı okumaya karar verdiğinize göre bir bardak da su bulundurun yanınızda. Hem sağlık için hem de içinizi yakacağım biraz. :)

Efenim, biliyorsunuz Cassandra Clare’in yepisyeni serisi The Last Hour’un ilk kitabı Chain of Gold bu ayın başında yayımlandı. Hemen okumaya başladım ama işe git gel, yorgunluk, araya başka şeylerin girmesi derken anca bitirebildim.
Dün kendimde değildim zaten zira gözlerim pörtlemiş bir şekilde bitirdim kitabı. Oku oku bitmiyor anam babam. Neyse şikayet yok. Kraliçem yazmaya devam etsin.
Şimdi gelelim bu seri nereden çıktı? Cehenneme Makineleri serisini okumadıysanız sizi pistten alalım. Yoksa bol bol spoiler yemiş olacaksınız ki Jane spoiler vermez! Bazı okurlar hiç Shadowhunter okumamış birinin direkt bu kitapla başlayabileceğini söyleyerek yanlış yapmış. Siz beni dinleyin.

Last Hour, yine 1900’lü Londra’sında geçiyor. Bu sefer Will ve Tessa’nın çocukları ön planda. Tabii diğer ailelerin çocuklarını da bol bol görüyor, birçok eski dostla karşılaşıyoruz ve içimizin yağları eriyor…
James ve Lucie Herondale, canım Will’imin çocukları. (Tessa da anaları işte.) Okurken bunu çok benimseyemedim ama James’in bazı salaklıkları aynı Will. (Bir sahnede I LOVE TEA diye bağırıyor. Şu an bu cümle çok saçma gelecek ama o sahnenin uyumuyla James'i öyle bağırırken hayal edince daha sever oldu.) Lucie, Tessa’nın kopyası diyemem ama sevdim bu karakteri. İkisinin kardeşlikleri ise göz yaşartır. Aile bağlarını Cassie yine döktürmüş. 

Bu ikiliye eşlik eden diğer karakteri ise şöyle:
Cordelia ve Alastair Carstairs - Sona ve Elias’ın çocukları. (Bunlar kimdi diye sormayın gram hatırlamıyorum ama Cordelia -ki kendisi baya baş karakterimiz- Jem’in etrafında sürekli amca amca diye dolanıyor. Jem’in kardeşleri yoktu ki nasıl yeğenleri oldu, Carstair soyadı nasıl devam etti biraz irdelemem şart.)
Christopher ve Anna Lightwood- Gabriel ve Cecily (Will’in kız kardeşi)’nin çocukları
Thomas ve Barbara Lightwood - Gideon ve Sophie’nin çocukları
Matthew ve Charles Fairchaild - Konseyin başındaki Charlotte’nin çocukları. (Matthew, James Herondale’ın parabataisi)
Grace ve Jesse - Tatiana Blacktorn çocukları (Burada azcık beynim yanıyor. Grace, üvey evladı. Jesse ise tuhaf bir şekilde ölen ama hayalet şeklinde ortalarda gezen oğlu Tatiana, yanlış hatırlamıyorsam evlenmeden önce Gideon & Gabriel ikilisinin kız kardeşiydi. Sallıyorsam söyleyin.) 

Falan filan. Daha yazmadığım birkaç karakter var. Onlara değinirsem alev alırız. (: Konuya giriyorum.
Efenim, kitabın başında küçük Lucia ormanda biriyle karşılaşır. Yeşil gözlü bir çocuk. Lucia’nın onu görmesine çok şaşıran evladımız ise Jesse Blackthorn, kendisi bir hayalet. Herondale’ların da kimsenin göremediği şeyleri görmesi bilinen bir şey. Gel zaman git zaman Lucie ve Jesse böyle iletişimde kalırlar.
James’in ise derdi bambaşkadır. Kontrol edemediği bir gücü vardır: Gölgeler diyarına gidip gelmektedir. Hem de beklenmediği anlarda. Bu gücünden başı yanacağı kesin. 
Bu sırada Londra’ya iki kız gelir: Cordelia ve Grace. Cordelia, Lucie’nin yakın arkadaşı ve gelecekte parabataisi olacak, güzeller güzelimiz. Kitabın kapağındaki de ta kendisi. İran kökenlerine sahip Cordelia, elbette James’e vurgundur. James ise kime vurgun? Grace Blackthorn, sinsirille adeta. Bunun detaylarını vermeyeceğim, kitabın kırmızı noktasını vurgulayan bir mesele.
Böyle kanı kaynayan bir arkadaş grubu, bir gün piknik yaparken saldıraya uğrarlar. Ortalık karışır. Hemen tüm gölge avcıları toplanır, deli planlar yapılırken bizim veletler de “biz dünyayı kurtaracağız” moduna girip kendilerince birkaç işe kalkışırlar. Koskoca Tessa ve Will’in bile ruhu duymaz. Bak sene hele. Boynuz kulağı geçiyor desene. 
Saldıralar peşi sıra devam ederken James birkaç gerçekle yüzleşir. Kayıplar olur. Şaşırtmalı ilişkiler ortaya çıkar. (Baya şaşırtmalı.) Aile bağlarının önemi savunulurken final bölümde tam her şey tatlıya bağlanacakken Will gibi James de koca bir salaklık yapar. Püüüh sana diyecektim ki çocuğun büyülendiği aklıma geldi. Evet, lanet bir büyü altında dehşet bir karar alarak herkesi şaşırtır ve bir sonraki bölümde Cassie neler karıştıracak bakalım diye kara kara düşündürtür bizi…

Şimdi diyeceksiniz neden alaylı anlattın. Efenim, Cassie’nin kölesiyim, ne yazsa okurum, Will’i bir kez daha sahneye çıkarttığı için eteğini öperim ama salak değilim. Mükemmel karakterlerine sığınarak konu tekrarına gidiyor ve bazı şeyleri ısıtıp ısıtıp önümüze başka nesille sunuyor. Ne yazık ki “dev kurgusu” etkilemedi beni. Beni etkileyen karakterlerin diyalogları ve aralarındaki bağdı. Hepsini ön plana çıkarmaya çalışmış. Mesela Matthew’ü  ve Jesse’yi ayrı ayrı çok sevdim! Onları daha fazla okumak isterim. Anna süper dominant biri ve eğlenceli bir karakter. Alastair’i ve Thomas’ı birbirine çok yakıştırdım nedense. Grace’i yerden yere vurmak, Tatiana’yı boğmak, Charles’ı yok etmek istedim. :) Karakterlere böyle duygular besliyorsam yazarın yeteneğinden ama konu olarak leş ilerleyeceğine eminim.
Eh bir de finalin nasıl olacağını tahmin edebiliriz çünkü bir kitabında (hangisi hatırlamıyorum) Shadowhunter aile ağacını ortaya çıkarmış, kim kimle evleniyor, çocukların adları falan yer alıyordu. O yüzden bu seriye dair teoriler löp löp çıkar. Tabii Cassie bu, öyle olmaz böyle olur diyerek her şeyi sil baştan bile yazabilir.
Velhasıl, ben yine de gözlerim pörtleyecek 600 küsur sayfayı bıkmadan İngilizceden okudum. Arada Magnus’u görünce mayışmış bir kedi gibi mırladım. Seviyorum be bu dünyayı. Seviyorum tüm karakterlerini. Özellikle Will Herondale’ı! Onu baba rolüyle görmek… göz yaşı pıt. 


Spoiler vermemek adına burada bitiriyorum yorumumu. Ekstra merak ettikleriniz olursa mesaj atın hemen detay vereyim. Size birkaç alıntı çevirdim, iç sesimi de ekledim. Umarım beğenirsiniz. 

Ciao adios,
Jane

Lucie ve Jesse’in ilk karşılaşmasından
“Aptal olma,” dedi Lucie, “Ben Lucie Herondale'ım. Babam Will Herondale, çok önemli bir insandır kendisi. Beni kurtarırsan, ödüllendirilirsin.” (Ayağını denk al koçum demek istiyor…)

“Jem amcayla parabatai olduktan sonra daha iyi bir gölge avcısı olduğunu hissettin mi?” diye sordu Lucie.
“Daha iyi bir gölge avcısı ve adam oldum. En iyi yanlarımı Jem’den ve annenden öğrendim. Cordelia ve senin için istediğim şey de bu; ömrünü geçirebileceğin bir arkadaşlık. Asla ayrılmadan.” (Göz yaşı pıt pıt.)


“Aşk ne kadar acıtır?” dye sordu James babasına. “Ah, dibine kadar.” dedi Will ve gülümsedi. “Aşk için acı çekeriz çünkü buna değer.” (As bayrakları as!)

2 Şubat 2020 Pazar

Kitap Önerisi: Evelyn Hugo'nın Yedi Kocası - Taylor Jenkins Reid

Merhabalar! 

2020'deki okuma listemle gurur duyuyorum ve kitapları okudukça sizinle paylaşmak için sabırsızlanıyorum. Ancak şöyle bir sorunum var; kitapları okuduktan hemen sonra blog'a yazmaya üşeniyorum. Bunun sebebini çözememiştim ama bugün dank etti: Bilgisayarım! 10 küsur yıldır kullanıyorum ve öldü ölecek modunda. Yıl 2020 ve ben hala onun keyfini bekliyorum. :( Yeni bilgisayar almak için kolları sıvadım ama bu bahane değil elbette. Gelsin yorumlar gelsin şenlik yazılar. *teyteytey*

Efenim, Locke Lamora'nın etkisinden çıkmaya çalışırken kucağıma Evelyn Hugo'nun Yedi Kocası düştü. Aslında İngiliççe okuyacaktım. (Allah beni kahretmesin sürekli 'amaan bu kitabı orijinalinden okurum' deyip deyip duruyorum, hadi hayırlısı.) Sonra Türkçe baskısı gelince dedim ki niye beynimi zorlayayım ve rahat kafayla okuyayım. (İngilizce okurken bir baş ağrısı tutuyor beni... Beynimi rahatlığından ediyorum tabi...)

Kitabı iki günde falan bitirdim. Ne oluyor derken kitap bitiyor arkadaşlar. Metin tertemiz, kurgu harika, çeviri efsane... Öf, çok iyiydi! Kitabı okurken aklımdan milyon tane tilki geçti. Teoriler patlattım. Ve bu yorumun sonunda bombayı atıp, kaçacağım.

"Ama gerçek şu ki övgü bağımlılıktır. Ne kadar çok övgü alırsan, ayakta kalmak için daha fazlasına ihtiyaç duyarsın."

Evelyn Hugo'nun nasıl yedi kocası oldu bunu okuyoruz. İlkten hafife aldım, nasıl olabilir ki yea, klasik Hollywood hikayesi dedim. Ama okudukça göz yaşı pıt ve şaşkınlıklar içerisinde kaldım. Tamam, çok abartmayayım ama hikayeyi çok benimsedim. Klişe yok, yapmacıklık yok, özentilik yok...

Kimdir bu Evelyn Hugo ve Yedi Kocası... Evelyn, 50'lilerin en ünlü isimlerinden biridir. Çafçaflı bir hayat, başarıyla tırmandığı bir kariyer, dillerden düşmeyen güzelliği ve arka arkaya gerçekleştirdiği evlilikleri. Özel hayatını hem göz önünde yaşıyor hem de hiç anlatmadığı sırlarını saklıyor. Ta ki bunları halka açıklamaya karar verene kadar!
Bunu da direkt kendisi yapmak istemiyor ve gözüne kestirdiği gazeteci Monique'ye hayat hikayesini kitaplaştırmasını istiyor. Neden Monique'yi seçiyor diye soracaksınız. Kitabın sürprizi o. Valla ben son ana kadar tahmin etmemiştim.
Birkaç gün boyunca Evelyn anlatıyor, Monique ses kaydı alıp, notlar yazıyor. Anlattığı kısımlar harika. Bizi alıp 1950'li yılların Los Angeles'ına uçuruyor yazar. Yazarımız bir yandan bu sektöre yabancı olmadığı için Hollywood'un birçok gizli saklısını da kendi kalemiyle dile getiriyor. Tahmin ettiğimiz şeyler ama okuması ayrı keyifliydi. 

Evelyn fırsat yakalamak için evleniyor, aşık olup evleniyor, sarhoş olup evleniyor, bir şeyleri saklamak için evleniyor... Evleniyor da evleniyor. Ona göre her evliliğinin bir sebebi var. Bazen göz devirdim ama cidden bunlar yaşanıyor. O yüzden harika bir gerçek hikaye sizi bekliyor.

"İnsanların dünyaya başka insanları bulmak için gönderildiğine inanırım."

Bu kitabın gerçek bir hikayeden esinlenildiğini düşünüyorum kesinlikle. (Dahiyim!) Hatta okurken aklıma hep Taylor Swift geldi. Şu ana kadar bir evlilik yaşamadı ama o kadar çok sevgilisi oldu ki hakkında hep konuşuldu. Nefret edildi. İftiralar (?) atıldı, davalar açıldı, elinden ödül alındı...Bla bla bla... Bana ne! Ama bir de onun gözünden gerçekler var elbette. 
Tam da bu kitabın üzerine iki gün önce Netflix'te yayımlanan belgeselini izledim: Miss Americana. İzlerken böyle hem üzüldüm hem acıdım hem de hak verdim. Sonra dedim ki; oha bu belki de acındırma reklamıdır. Öyle bir dönemdeyiz ki kime, nasıl inansak bilemiyoruz. Hep kafalarda bir soru işareti... O yüzden bu kitabı sevdim ama hayatı sorguladım da. Ön yargılarımız ve biz. 

Çok derinlere girmeyeceğim. Kitap okumanızı öneririm. Hatta yazarın yayımlanan üç kitabı daha varmış ama bu kitapla patladı bir anda. Diğer kitaplarını da okuyacağım inş. 

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

19 Ocak 2020 Pazar

Kitap Yorumu: Centilmen Piç 1: Locke Lamora'nın Yalanları

Selamlar efenim

Adeta yıllar sonra bir seri için yorum yaparken çok heyecanlandım. Şaka maka, son iki yıldır adamakıllı beni etkileyen bir seri okumuyordum. Tesadüf eseri Centilmen Piç'le tanıştım. Aslında Goodreads'te okumak istediklerime 2015 yılında eklemişim ama anca şimdi okuyabildim.
2020'nin ilk gününde elime Locke Lamora'nın Yalanları'nı aldım ve on günlük bir maceradan sonra kendimi yine gerçek hayatın sıkıcılığında buldum.

Kitabı okuduktan sonra hem nefes nefese kalmış hem de üst üste seviye atlamışım gibi hissettim ve şöyle dedim: Çevirmenin (Cihan Karamancı), çeviri sürecindeki duygularını öğrenmek isterdim. Allah kolaylık versin...

Scott Lynch, çok geniş ve değişik bir hayal dünyasına sahip. Taht Oyunları'nı ve Yüzüklerin Efendisi'ni henüz okumadım (taşlamayın beni) ama ne kadar zor bir dile sahip olduklarını az biraz tahmin ediyorum. Locke Lamora'nın da dili bir o kadar zor, şaşırtmalı ve ağdalıydı. Gram takılmadım çünkü hem titiz bir çeviriydi hem de güzel bir editörlükten (İhsan Tatari) geçmiş, belli. Herkesin emeğine sağlık!

Şimdi gelelim niye bu kadar sevdim ilk kitabı.
-Çok iyi düşünülmüş ve kurguya kafa patlatılmış.
-Karakterleri özene bezene yaratmış.
-Klişe yok.
-Laf gebeliği yok.
-Uzun uzun, içimi öldüren betimlemeler yok.

Amma velakin bol terimli olması beni yer yer yordu. Yani okurken sıkılmadım ama 50 sayfa okuduktan sonra sanki 500 sayfa okumuşum gibi hissettiriyordu. O yüzden sindire sindire, on gün boyunca okudum. Aceleye getirmeyin ve atlayarak sakın okumayın kitabı. Çok şaşırtmalı sahnelere sahip, benden demesi.

"Eskiden beri en iyi sahte kılığın insanların önyargıları olduğunu düşünmüşümdür."

Kurgusundan bahsedeyim hemen. Baş karakterimiz Locke Lamora, çok küçükken ailesini kaybedince bir hırsız çetesi tarafından sahiplenir. Lamora, kendini bildi bileli hırsızlık yaptığı için bu çeteye kolayca ayak uydurur ama eğitilmesi lazımdır. Çünkü kendisi yerinde duramayan ve laf dinlemeyen bir velettir. 
Hırsızbaşı, bir gün onu ensesinden tutup Gözsüz Rahip'e satıyor. Rahip de Peder Zincir'e emanet ediyor. Böylece hem geçmişe dönüp küçük Locke'un gelişimini okuyoruz hemde şimdiki zamana gelip Camorr şehrinin gözü kara ve becerikli belasının maceralarına tanık oluyoruz.
Çok fazla karakter var. Ama odak noktamız Locke; tam bir dediğim dedik kafasında, inatçı, zeki, yakın arkadaşlarına sonsuz bağlı, belayı mıknatıs gibi çeken ve aşırı yetenekli bir hırsız, Jean; masum ama süper güçlü, her zaman Locke'un arkasında olan, çocukluğunda zorbalık görmüş ama bunlardan çok güzel dersler çıkararak bugünlere gelmiş bir centilmen piç; Galdo ve Calo ikizler ise tam haylazlar, çoğu zaman ikisini ayırt etmek çok zor olabiliyor, Böcek; ekibin hem en küçüğü hem en yenisi, bu yüzden her şeye meraklı ve her şeye atlıyor. (Valla bu karakter analizi için defter tuttum, ciddiyim!)
Centilmen Piç'leri kontrol eden biri var: Capa Barsavi. Şehirde kim, ne hırsızlık yapıyorsa her ay ona bir vergi ödüyorlar. En büyük kazancını her zaman Locke'lardan aldığı için Locke'a karşı ayrı bir ilgisi var. 
İlk kitapta, yukarıda da bahsettiğim gibi Locke'un hem geçmişini hem de şimdiki zamanda neler yaptığını anlatıyor. Bu karşılaştırma sahneleri ilk baştan beyin yakabilir ama sonra her şey kafanızda oturacak. Ellinci sayfaya kadar kitaba sabırla şans verin. Sonrasında tak tak gerçekleşiyor olaylar. Locke'un gelişimi inanılmaz güzel. Latin havası sezdiriyor yazar. Özellikle şehir betimlemeleri aklıma hep İtalya'yı getirdi nedense. 

"... yoksa kıçına öyle bir tekme atarım ki hayatın boyunca sıçtığın her bokun üstünde kahrolası topuk izim olur."

Başlangıç kurgusu harikaydı! Locke, büyük bir kazanç sağlamak için inanılmaz bir oyun hazırlıyor; zengin bir iş adamını dolandırıp, sonra hükümet çalışanlarından birinin kılığına girip iş adamına kandırıldığını söyleyerek bu oyuna devam etmelerini sağlıyor ve böylece "dolandırıcı" kılığındaki karakterine kazanç sağlıyor. Kafanız yandı değil mi? Valla kitaplar şaşırtıcı fikirlerle dolu. "He o, şu ,bu" derken arka arkaya "fuck" dediğim anlar oldu. Cidden mest etti beni yazarın zekası! 

Bir de Gri Kral diye bir baş belası var... Aman yarabbi onun hikayesi bambaşka. Parayla tuttuğu süper güçlü büyücü Şahinci ile Capa'nın belalısı olur. Bu sorun elbette Locke'a da sıçrar. Sonra bakar ki olaylar hiç sandığı gibi gitmiyor, iki tarafa da oynayım derken bomba elinde patlar. Öf öf öf. Son sayfalarda göz yaşı pıt... İnanılmaz beklenmedik şeyler oldu. Kitabı bitirince ben bir süre fantastik okumayayım zira beklentim Allah katına çıktı dedim. Ve öyle gerçekten... -.-

Göz dolduran fantastik bir kurgu. Keşke filmi olsa dediğimgillerden ve sanırım WarnerBros tarafından film hakları satın alınmış. Hayran yapımı jenerik izlemek isterseniz tıklayın. Çok iyi olmuş! Ve ben kafamda nedense hep Peaky Blinders'la eşleştirdim bu seriyi. Benzer kurgulara sahip. Keşke kadınlar da ön planda olsaymış dedim. Çok az kadın karakter var. Romantiklik yok denilebilir. Locke'un bir geçmişi var fakat henüz ayrıntıları bilmiyoruz. Sır küpü velet.
Onun dışında eleştirdiğim bir şeyi yok. Didiklesem çıkar ama genel anlamda pürüzsüz bir seriye başlangıç kitabı olmuş. İkinci kitabı çok ara vermeden okuyacağım çünkü unutabilirim. Çok fazla olay zinciri ve karakter var.
Seri 7 kitaptan oluşacak ama 4.kitap yıllardır çıkmamış. -.- Yazar turşusunu kuruyor sanırım! Ama sorun değil, bekleriz. Yeter ki saçmalamasın.

Efenim okuyun, okutun. Mis gibi bir epik fantastik! Özellikle Cassandra Clare okuyan gençlerimiz büyüyünce bu seriye dadansın. <3

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

12 Haziran 2019 Çarşamba

Kitap Yorumu: Titan 1 - Geri Dönüş / Jennifer L. Armentrout


Merhabaaa

Yıllar sonra Jennifer L. Armentrout okumanın mutluluğu var üzerimde. Bir de yaşlandığımı fark ettim. :( Eskiden eleştirmeden, aptal aptal sırıtarak okurdum kitaplarını şimdi cikcikleyerek okudum. Bir yerlere not aldım, bunu blog'da yaz, eleştir!

Gel gelelim bu dünyayı özlemiş miyim? EVEEET! Seth'i hala seviyor muyum? LANET OLSUN EVET! Ee o zaman yorumlayalım bakalım neler oluyormuş bu yeni seride. 😍

Melez Sözleşmeleri'ni en son 2014'te okumuşum. Üşenmedim, blog'taki yazılarımı okudum. Sırıttım. Vay be dedim, zaman ne kadar hızlı geçiyor. Daha sanki dün okuyordum bu seriyi. Sonra öfkelendim. Yazarın Seth'i nasıl çiğ çiğ yediğini hatırladım. Sövdüm. Meh, biz Seth severleri avutmak için Titan serisini yazıyor ama yemezler. Aiden'la Alex sonsuza kadar mutlu olsun diye Seth'i kurban seçmişti. Çocuğum Apollyon olmamalıymış, asıl Apollyon Alex'miş. Tanrı Katili'ni durdurmak için Ares'e yem ettiler kuzumu. Sonra da vay efendim o artık düşmanımız, dediler! Hadi bir şans vermek için şimdi de Apollo'nun yemi olsun, ölünce de ruhu Hades'e ait olsun dediler. Dediler de dediler. Enerjimi emmişti Melez Sözleşmeleri'nin son kitabı... Gel zaman git zaman, yıllar sonra Seth'e kavuştum.

Bu kitabı okumamak için baya direndim. Eh, biraz geciktim. Yaş 24 oldu, olacak (öhhöm 14 Temmuz) ben daha yeni okuyorum. 19 yaşındaki Jane'le 24 yaşındaki Jane aynı olur mu? Olmaz. O yüzden kemerlerinizi bağlayın, eleştirilerime hazır olun. Ama önce şunu söyleyeyim: Seth canımdır. *-*

Kitap, Avcı'dan (MS - 5. ve final kitabı) hemen sonrasını anlatıyor. Tanrılar ne diyorsa onu yapan Seth, bir gün Apollo'dan farklı bir görev alır. Hiç tanımadığı bir kızı koruması ve Güney Dakota'daki Akit'e götürmesi gerekiyordur.
Josie Bethel. Yeni kız karakterimiz. Seth'in yeni kurbanı. Ve, eee, şey, umarım bu spoiler olmaz, Apollo'nun kızı. 😈 Bunu söylemem lazımdı çünkü olaylar bundan sonra şekilleniyor. Apollo'nun nasıl bir kızı olabilir derseniz mesele çok karışık. Okurken biraz esnemiş olabilirim. O yüzden detayları kitaptan alırsınız ama şunu söyleyeyim Josie bir yarı tanrı. Güçleri henüz gün yüzüne çıkmasa da ortalığı mahvedecek bir potansiyele sahip.

Tahmin edeceğiniz gibi Seth ve Josie arasında bir şeyler olacak... *Göz deviriyorum.*

Kitapta sevdiğim şeyler:

  • Seth'i çok özlemişim! Ukalalığını, komikliğini, çapkınlığını, özgüvenini, egosunu... Böyle ilk diyaloğundan son diyaloğuna kadar sırıttım. 
  • Seth ve Apollo sohbetlerine bayıldım! Kahkaha atmaktan durup, tavanı izledim. 
  • Aiden'ın kardeşi Deacon'ı görünce kalkıp oynadım. Mini Ivashkov olduğundan bahsetmiştim daha önce. Bu lafım hala geçerli. <3 
  • Yunan mitolojisinden minik bilgiler okumayı özlemişim. Jennifer bu konuda çok becerikli. İnsanı boğmadan ince ince işliyor konuyu. 
  • Kısacası, bu dünyayı ve karakterleri çoook özlemişim. *-*



Kitapta sevmediğim şeyler:

  • Josie'yi sevdim, şapşal biri. Beceriksiz ama deniyor, çabalıyor. Sadece sıradan hayatına aniden bu kadar değişiklik gelince hemen ayak uydurması gözüme battı. Hemen savaş moduna girdi. Hemen eğit beni Seth havalarına soktu kendini. Bebeğim, sen hayırdır? 
  • Seth'in, Josie'den hemen ama hemen etkilenmesi... Daha iki gün önce Alex diye bir yerlerini yırtıyordu. Şimdi kalkmış diyor ki Alex'e karşı hislerim gerçek değilmiş aslında. BOK! Alex'i sevmem ama onun için yaptıklarından sonra bu söylediklerin yavan geldi kuzum.
  • Josie'nin vücudundan çok etkilenmesi deli etti beni. Bir kalça, iki meme görünce kendinden geçti Seth. Burada feminist duygularım devreye girdi. Her şey kalça ve meme mi? Ya da dudak ısırma? Ruha da aşık olan yok mu yav?
  • Klişeler yok muydu, vardı. Artık onları görmezlikten geliyorum yoksa kitap çöp olur benim için.

Şaşırdığım tek şey, Alex ve Aiden'ı görmememiş olmam. Henüz. Elbet gelecekler ama aniden köşeden fırlayacaklarmış gibime geldi.

Neyse. Valla güzel okudum kitabı. Devamını da alacağım. Son kitap henüz bizde yayımlanmadı ama olsun. O çıkana kadar anca okurum seriyi. Seth ya, sövsem de çok seviyorum bu karakteri. <3

"Tanrı savar diye bir şeyin olup olmadığını ve onu nerede bulabileceğimi merak ettim." Zırt pırt ortaya çıkan Apollo için söylüyor Seth. :D

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

P.s. Bu blog yazısını 10 yıllık yoldaşım Harika'ma ithaf ediyorum. <3 Hem kitabı okumam hem de yorumunu hemen yapmam için başımın etini yedi. Canı sağ olsun. :D

6 Haziran 2019 Perşembe

Kitap Yorumu: Normal People - Sally Rooney

Merhabalaar

Benden henüz bıkmadığınız değil miii? Yemedim, içmedim tatilde taslak blog yazıları hazırladım. Haziran ayı dopdolu olsun istedim. Hazır yazma modundaydım, kim tutar beni??? 

Bu kitabı öyle ya da böyle gördüğünüzü varsayıyorum? D&R'daki indirimlerde bile görmüş olabilirsiniz. 2018 Man Booker Ödüllü Sally Rooney'in ikinci kitabı olan Normal People'ı ilk kez Frankfurt Kitap Fuarı'nda görmüştüm. Başta kurgu dışı bir kitap sanmıştım. O yüzden hiç okumak aklımda yoktu. Sonra yazarın ilk kitabı "Arkadaşlarla Sohbetler" Monokl Yayınları'ndan çıkınca bir araştırma yapayım dedim.
Normal People'ın arka kapak yazısını okuyunca bu hem benim olmalı hem de hemen okumalıyım diyerek tuzlu bir fiyata kitabı aldım. Henüz Türkçede yayımlanmadığı için İngilizceden okudum. Dili ağır değildi. Bazı betimlemeler gözlerimi yordu ama sağ salim bir şekilde kitabı bitirdim.

Kitabı blog'a yazmak istedim çünkü içimi dökmem lazımdı. -.- Kitabın yarısına kadar "Ah, çok güzel. Evet, işte bu. Bu kız bana benziyor. Aaa bu ben," derken sonra baktım hep aynı döngü içerisindeyiz, "Neler oluyor yahu, bi kendinize gelin," demeye başladım. Kitabın sonunda zaten kitabı fırlatmak istedim. Fırlatmadım tabii; hem pahalı hem de kapağı çok güzel be!
Bir de kitabı okurken aklıma hep Bir Gün (David Nicholls / Pegasus Yayınları) geldi. Birebir aynı olmasa da yaşanılan bu döngü bana oradaki kurguyu anımsattı.
Normal People'da durumu çok iyi ama asosyal olan Marianne ile çok zeki olan ama maddi sıkıntılar yaşan Connell'in hikayesini okuyoruz. Ortaokuldan beri birbirlerini tanıyan bu ikili, değişik bir ilişki yaşamaya başlıyor. Connell'in annesi Marianne'nin evine temizliğe gittiği sırada Marianne de Connell'in evine geliyor ve beraber oluyorlar. Bu beraberliklerini herkesten gizli tutuyorlar çünkü Connell okulda ne kadar popüler biriyse Marianne o kadar asosyal ve sevilmeyen biridir. 
Gel zaman git zaman, hayatlarının belirli dönemlerinde hep bir araya geliyor. Kitabın geçişleri şu şekilde oluyor: 3 ay sonra... 5 hafta sonra... 8 ay sonra... 
Bu geçişler biraz kafa karıştırıcı gelebiliyor çünkü bir yandan günümüzdeki olayları anlatırken aniden geçmişe gidip, o geçiş süresinde yaşanılan bir olayı anlatıyor yazar. Ve anlatıcı bazen Marianne bazen de Connell oluyor. Diyaloglar için tırnak işareti de kullanmayan yazarı alkışlıyorum. Kitabı okurken baya meydan okudum kendime. :) Türkçe olsa hadi neyse derdim ama İngilizce okurken kurguyu karıştırmamak için çok dikkatli okudum. (Okumak iki haftamı aldı bu arada.)

Neyse. Konuya döneyim. Hayatlarına sürekli birileri girip çıksa da hep kendilerini birbirlerinde bulan Connell ve Marianne bir süre sonra göz devirmeme sebep oldu. Nasıl bitecek sorusuyla kitabı okumaya devam ettim ve kitabın sonundaki cümleyle kalakaldım: What the fuck??? Durup, yazarı sorguladım. Bu kitabı yazma amacı neydi? Peki ya çok dev bir ödül olan Man Booker'ı alma sebebi neydi? Sorun bende miydi? Kafamda deli sorular...

Aslında biraz durup düşününce farklı anlamlar da çıkarmaya başladım. Marianne, sorunlu bir aileye sahip. Babası ölmüş ama neden öldüğü bilinmiyor. Annesi, çok kendi halinde biri. Abisi denen ahmak kızın üstüne yürümek dışında yaptığı bir şey yok. Yani tamamen sevgisiz olan Marienne'nin kendini sürekli Connell'de bulması beni şaşırtmadı. Onun sevgisi dışında hiçbirinin sevgisi umrunda değil. Ama Connell bunun farkında olmadığı için sürekli ya yanlış bir şey söyleyerek kalbini kırıyor ya da farklı seçimler yaparak yollarını ayırıyor. Şimdi böyle yazınca daha mantıklı gelmeye başladı kitap. Hatta bir bölümde Marianne şöyle diyor: Sorun bende mi? Kimse niye beni sevmiyor?
Connell sürekli dolaylı yollarla sevdiğini belirtiyor ama Marianne'nin istediği bu değil.

Yine de daha başka bir son beklerdim. Açıkta kalmış. Son cümleyle beraber yazar, kurguyu bize bırakmış aslında. "Alın, bundan sonrasını siz hayal edin," demiş de olabilir "Bundan sonrası yine aynı döngü içerisinde olacak, yazmama gerek yok," da demiş olabilir. 

Bakalım, Türkçesi çıksın da gelen tepkileri merakla bekleyeceğim. Bu arada yazarın diğer kitabını da okuyacağım. Anladım ki normal bir yazar değil kendisi. En sevdiğim insan tipi. *-*

Ay, minik bir romantik alıntı bırakayım da öyle gideyim. İçimde kalır... 

Marianne, he said, I'm not a religious person but I do sometimes think God made you for me. (Marianne, inançlı bir insan değilim ama bazen Tanrı'nın seni benim için yarattığını düşünüyorum.)

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

6 Nisan 2019 Cumartesi

Kitap Yorumu: Yakın - Octavia E. Butler

Size mükemmel ötesi bir kitap önerisiyle geldim! 2019'u yarılamak üzereyiz ve cidden enfes kitaplar okumaya devam ediyorum.

Octavia E. Butler, özel bir yazar çünkü ilk siyah kadın bilimkurgu yazarı kendisi. Onu keşfettiğim ve Yakın adlı kitabını okuduğum için gerçekten gurur duyuyorum! Bir efsanesin Butler!

İthaki'nin Bilimkurgu Klasikleri serisine giderek daha bağımlı hale geliyorum. Yakın, okuduğum 3.kitap bu seriden. Seri dediğime bakmayın, kitaplar birbirinden bağımsız. Her biri baş yapıt! Bu serinin editörüne kucak dolusu sevgiler gönderiyorum. Kitap seçimleri bir harika.

Gelelim Yakın'a... Artık işim, evimden çoook uzakta olduğu için yollarda daha çok kitap okuyorum. Yakın'ı da yollarda okuyarak bitirdim diyebilirim. Her sabah erken kalkmama rağmen heyecanla kitabı okudum. Vapur iskeleye yaklaşırken kitabı bırakmak zorunda olduğum için söylendiğim zamanlar bile oldu. Gerisini siz düşünün...

Siyah bir kadın olan Dana ve eşi yeni evlerine taşınma sürecindedir. Tam bu sırada aniden Dana'nın midesi bulanmaya ve başı dönmeye başlar ve birden kendini evinden çok uzakta bir yerde, nehrin kıyısında bulur. 
O an nehirde boğulmak üzere olan küçük bir çocuğu kurtarır: Rufus. Bu olaydan sonra Dana, sık sık zaman yolculuğu yapmaya başlar. Köleliğin en sert dönemlerinin yaşandığı Marylan'e istemsizce yolculuklar yaparak her defasında Rufus'un hayatını kurtarır. Rufus, Dana'nın atalarından biridir ve bu zaman yolculukları sayesinde kölelik anlayışını değiştirmeye çalışır.

Kitabın genel hatları böyleydi. Ah, bir de bana sorun! Bazı sahnelerde Dana'yla beraber benim de canım çok yandı. Eski döneme ışınlandığı zaman, bir siyah kadın olarak köle muamelesi gördü. Kaderini değiştirmek için buna göz yumdu ve hem fedakarlıklar yaptı hem de gereksiz yere çok fazla acı çekti. Kırbaçlandı, dövüldü, aşağılandı... Tanrım! İyi ki bu anlayış günümüzde artık yok dedirtti. Yazar, köleliği tüm çıplaklığıyla kurguyla harmanlamış ve bizlere sunmuş. 

Bu kitabı başka nasıl anlatsam bilemiyorum. Uzun zamandır bu kadar etkilenerek bir kitap okumamıştım. Artık biri öneri istediğinde aklıma gelecek kitaplardan biri olacak. Yakın, hem eşsiz hem nadir bulunan büyülü bir eser olmuş. Şu söz bile her şeyi açıklıyor aslında: "Yakın, zincirlerinden kurtulmaya çalışan insanlığın özgürlük çığlığı."

Zaman yolculuklarını konu edinen kitapları ayrı severim ama böylesine anlamlı bir kitap daha önce okumamıştım sanırım. Bir de feminist yönlerim de var benim. O yüzden bu kitabı çok benimsedim. Okurken kendimi Dana'nın yerine koydum ve çoğu zaman onunla gurur duydum. 

Yorumu şu sözle bitirmek istiyorum: "Geçmişimizi görmezden gelmek, bizi hatalarını tekrar etmeye teşvik eder."

Lütfen okuyun. 💜

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane