Pages

30 Haziran 2015 Salı

Kitap Yorumu: Kızıl Yükseliş - Pierce Brown


Merhabalar!

Şimdi bugün üst üste çok güzel haberler alınca bu yazıyı yazmamak olmazdı. Ki zaten bu kitabın yorumunu yapmak için sabırsızlanıyordum. Daha kitabı okumadan kitaba aşık oldum diyebilirim. Niye mi ?

Pierce'e merhaba deyin!
1- Kitabın yazarına bir göz atın. Hem bu kadar yakışıklı hem bu kadar sempatik (Instagram'dan takip ederseniz ne demek istediğimi anlayacaksınız.) hem de bu seriyi yazacak kadar yetenekli olması... Bu özellikler bir araya gelince kitabı görüp, direk bağımlısı olabilirsiniz.

2- Kitabın hem orijinal ismi hem de Türkçe ismi çok mu çok havalı.

3- Aynı şekilde kitabın kapak tasarımı al beni sarmala diyor. Bizde ciltli olması da ayrı bir hava yaratıyor.

4- Ciltli bir kitap size hediye olarak alınıyorsa o kitap sizin göz bebeğiniz olur. Kızıl Yükseliş şu an o konumda bende. Canım benim.

"Ölüm söylediğin kadar boş bir şey değil. Asıl boşluk, özgürlük olmadan yaşamaktır, Darrow. Boşlu; korku, kayıp ve ölüm korkusu tarafından zincire vurulmuş halde yaşamaktır.

Şimdi gelelim Kızıl Yükseliş'in genel hatlarına. Kitap tam bir Distopya kitabı. Başka türde görmek mümkün değil. Buram buram Distopya kokuyor yani. Darrow adındaki bir erkek karakter tarafından olayları okuyoruz. Her şey onunla başlıyor. Onunla gelişip, onunla şaşırıp, onunla heyecanlı bir sona varıyoruz. 

Gerçekten değişik bir konusu var. Zaten Distopyalarda hep değişik kurgular okuyoruz ama bu kitap cidden çok farklı geldi. Çok fazla terimsel kelimeler vardı. Öyle böyle değil. Şu an hiçbirini hatırlamıyorum. O yüzden konuyu nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Ağır bir distopya kitabı olmuş. Türkçesini okurken zorlandım diyebilirim. İngilizcesini düşününce kafayı yedim. O yüzden kitabın çevirmenini, Selim Yeniçeri'yi ayakta alkışlıyorum. İyi üstesinden gelmiş kitabın. 

İşte bu yüzden Kızıl Yükseliş'i okurken bazen kafam alev almadı değil. Aslında başlangıcı gayet güzel yaptılar. Kitap 4 ana bölümden oluşuyor. İlk ana bölümü çok sevdim. Gerçekten çok akıcıydı. Darrow'un bir Kızıl olarak nasıl hayat sürdüğünü, ailesini, mesleğini (bir cehennemdalgıcı) falan her şeyi görüyoruz. Yaşadıkları dünya farklı. Kızıl'lar en alt kademede ve en ezilen bölge. Ne yaparlarsa yapsınlar köle gibi yaşamaya mahkumlar. Ama Altın'lar öyle değil. Yaşadıkları yeri yöneten, her şeyin en iyilerine sahip bir bölge. Zaten buradaki insanlar Dünya'da değil Mars'da yaşıyorlar. (Umarım doğru algılamışımdır bu durumu. Okurken ikilemde kaldım ama Mars olduğunu düşünüyorum.) 

Bana daha fazlası için yaşamamı söylemişti. Savaşmamı istemişti. Oyse ben burada, onun isteğinin aksine, ölüyordum. Acıya dayanamadığım için vazgeçiyordum.

Distopyalarda zaten hep bir taraf ezilen taraf olmuyor mu ? Burada da aynı yöntem devam etmekte. Ama daha sonra Darrow kötü bir olayla karşılaşır. Cidden acı vericiydi ve karakteri yeni yeni tanımama rağmen onun adına çok üzüldüm. Ama bu acı sayesinde kitabın asıl kurgusuna giriş yapıyoruz. Darrow ve yeni tanıdığı ekip büyük bir risk alıyorlar. Ve o Kızıl olmasına rağmen Altın'a dönüştürülüp, içeri sızdırılmaya çalışılıyor. Darrow'un inanılmaz gelişimini okuyunca oldukça şaşıracaksınız. Yazar buraya kadar her şeyi oturup, cidden didik didik incelemiş ve adam akıllı hayal edip, kurguya dökmüş. Dediğim gibi bazı yerlerde beynim algılamadı, okurken aslında bazı yerleri okumadığımı fark ettim. Bazı bölümleri tekrar okudum. Baya cebelleştim kitapla ama sevdim. Konusu ağır ve biraz anlaşılması zor olsa da cidden sağlam ve çok güzel ilerleyecek bir kurgusu var. 

Bir de çok distopya kitabı okuduktan sonra bazı şeyleri benzetmeye başlıyorsunuz. Darrow'un ve diğer rakiplerinin sınandıkları sınavlarda, yaşadıkları bölgelerde ve birbirleriyle savaşıp, hayatta kalmak için karşı tarafı öldürdükleri kısımlarda aklıma Açlık Oyunları gelmedi değil. Elbette bu demek değil ki yazar onlara benzetmiş. Sadece benim gözüme çarpan bir şeydi. Kızıl Yükseliş'teki Fitchen ile Açlık Oyunları'ndaki Haymitch'i de benzettim. Aslında aralarındaki benzerlikleri sevdim bile.

Aşk ve savaş, iki farklı savaş alanıydı.

Neyse, işte kitabın genel hatları bunlar. Kitap içeriği hakkında çok fazla yorum yapamam. Hem çok net hatırlamıyorum hem de spoiler olur falan. Şunu da belirteyim. Kızıl Yükseliş birden fazla okunmalı ki her şey tam yerine otursun. Dediğim gibi çok fazla terimsel kelimeler vardı.

Kitabın karakterlerini de seveceksiniz. Darrow'a uyuz olmadım değil ama kendini sevdiren bir tarafı da var. Arkadaş olduğu gruba bayıldım zaten. Mesela Sevro. Aralarında diyaloglar çok komik ve eğlenceli. Kitabı renklendiren de onların ilişkileriydi zaten.

Kitap böyleydi millet. Okuyun elbette. Distopya severler özellikle direk kitaba gömülsün. Benim baş tacım oldu bile. İkinci kitap için yayın evini dürtmeye gidiyorum!

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

27 Haziran 2015 Cumartesi

Ding Ding Sürpriz Çanları!


Merhaba!

Evde otur otur sıkıldım. Kendime bir eğlence buldum. Ki zaten uzun zamandır aklımda vardı ve cesaretim kaçmadan hazırlıklara başladım. İlk vlog çekimi için desteğinize ihtiyacım var. Mini vlog'u aşağıdan izleyebilirsiniz. Adam akıllı ilk vlog ise 2 Temmuz'dan sonra gelecek. Tam tarih veremiyorum ama bu yaz birden fazla vlog gelebilir.

Ask.fm linki : Jane Wampirob


24 Haziran 2015 Çarşamba

Kitap Yorumu: Tatlı Tehlike - Wendy Higgins


Merhabalar

Yine bir kitap daha bitti. Ama beni de bitirdi. Tamam, her şey hoş güzel hatta serinin ilk kitabı Tatlı Şeytan'ı okuduktan sonra devam kitaplarından umudum var demiştim. Tatlı Tehlike ne yazık ki fos çıktı. Okutturmasına okutturuyor kendini. Üç günde falan sadece akşamları okuyarak kitabı bitirdim. Ama bu kadar durağan, sıradan bir kurgu görmedim. Aslında kurgunun uçulacak bir hayal dünyası var ama yazar yetersiz kalmış sanki. Ya da diğer kitaplara saklıyor olabilir. Bilemiyorum.

Aksiyon yok. Heyecanlı olay yok. Entresan, merak edici unsurlar yok. Sadece Anna'nın yeni hayatındaki değişikliklerini, habire Kai'yi düşünüp ona ulaşma yollarını bulmasını, Kai'nin köşe bucak kaçmasını, en sonunda dayanamayıp birbirlerini yemelerini okuyoruz. Kitap bundan ibaretti.

Kitaptan umudunuz olmasın. Ama ben hala seriden ümidimi kesmedim. Çünkü gerçekten genişletilip, heyecanlı bir seri haline getirecek hayal dünyası var ortada. Yazarın parmakları klavyede dans edip, karakterleri hareketlendirmeli. Ben artık ergen karakterler okumak istemiyorum. Tamam yaşları küçük ama artık biliyoruz ki günümüzdeki serilerde bu yaşlardaki karakterler süperötesi işler çıkarıyor. Bu kitapta hepsine ayrı gıcık olarak okudum. Bir tek Blake'i sevdim. Eğlenmeyi bilen, mızmızlanmayan, anı yaşayan bir karakter. O da olmasa zaten kitabın sonlarına doğru sıkıntıdan patlardınız.

Ay çok mu sert yorum yaptım bilmiyorum ama ben bu aralar alışmışım beni şaşırtan, heyecanlandıran, kahkaha attıran kitaplara. Böyle arada denk geliyor. Durgun, hayattan mezdiren, karakterlerin uyuz davranışları falan... Gerçek hayatta zaten etrafımda yeterince sinir bozucu, uykumu getiren insanlar var. Onlardan kaçıp, kitaplara sığındığım zaman daha entrikalı, farklı ve beni uçuracak bir şeyler aramam gayet normal. O yüzden bu kitap beni tatmin etmedi. Yine de dediğim gibi kendini süper okutturuyor. Yazarın bu yönüne hayranım. Konu sıradan ama sıkmadan size sayfaları çevirttiriyor. Umudum hala diğer kitaplarda. Kitabın sonunda zaten bazı şeylerin sinyallerini vermiş yazar. Yeni karakterler de ortaya çıkmaya başladı. Artık şu Düklerin derslerini verip, hayatı yaşasın bu gençler!

Şimdilik bu kadar. Sıradaki kitap cidden çok güzel duruyor umarım hayal kırıklığına uğramam.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

23 Haziran 2015 Salı

Dizi Önerisi (Şiddetle): Prison Break


Merhaba!

Çok ara vermeden yeni bir dizi önerisi ile geri gelmek istedim. Ki aslında bu yazıyı uzun zamandır planlıyordum. Eğer bana güveniyorsanız, bu diziye aşık olup, fena bağımlısı olacaksınız. Ve ben öyle her diziye kendimi kaptıran biri değilimdir. En favori dizilerin hangisi diye sorsalar hemen Lost ve Fringe diye atlarım. Çünkü bu dizileri cidden deli gibi izlemiştim. Hala izlemeye kıyamıyorum. Ve her fırsatta öneriyorum. (Eh, içinizde bu ikisini izlemeyen varsa yazıyı okumayı bırakın ve hemen başlayın!)

Sıra geldi yeni favorime. Prison Break! Dizi baya eski yapımlardan. 4 sezondan oluşuyor. Sizi sıkmayan, kurgusuyla her bölümün sonunda sizi daha çok bağlayan ve süperötesi şaşırtan biri dizi. Birkaç hafta önce benim hayatımı alt üst etti. Aslında birkaç yıl önce ilk bölümünü izlemiştim ama o sıralar hala Lost'un etkisinde olduğumdan olsa gerek pek anlamayıp, sevmemiştim. Daha sonra en yakın arkadaşım tutturdu izleyelim diye. Zaten sezonları indirmiştim. Başladık diziye. Ve işte o an hayattan koptuk. Tüm günüm, zamanım, hayatım Prison Break'le geçti. Kesinlikle izlenilmesi gerekiyor. Tabii siz bilirsiniz de...

Dizinin kurgusu cidden hem çok özgün hem de süper şaşırtmalı. Micheal Scofield bir mühendistir. Ama hapiste olan abisi Lincoln'ı kurtarmak için suç işler ve kendisini çok başka bir dünyada bulur. Fox River, cidden cehennemin somut halidir. Birbirinden beter serseriler, katiller, tecavüzcüler ve para göz gardiyanlar... Hepsini bir arada düşünün. Ama Micheal planını çoktan yapmıştır. Hapise girmeden önce binanın şemasını ve bazı ipuçlarını vücuduna dövme olarak yaptırmıştır. Geriye sadece göze çarpmadan bu yerden abisiyle kaçmak kalıyor. Ama tabii o kadar kolay değil hiçbir şey. Micheal sadece abisiyle kaçmayı planlarken ister istemez bir grup oluşturuyor. Ve inanın bana bu gruba bayılacaksınız. Bir yandan sevip, bir yandan sövüceksiniz. Çünkü herkes birbiri arkasından işler çeviriyor. Hepsi çakal. Hepsi büyük paralar ve bu delikten kaçma peşinde.

Konuyu oturup saatlerce bıkmadan anlatabilirim ama ne yazık ki yazıyla olacak iş değil. Gerçekten izlenmeyi hakkeden bir diziymiş. Zaten Dünya çapında baya sevilmiş. Hala izlenilen biri dizi. Tamamen gerçek hayattan oluşuyor ama o kadar özgün bir kurgusu var ki sıkılmıyorsunuz. Açıkçası bu diziyi izlerken 'iki bölüm izleyip, bırakacağım bugün' diyemedim ve demek istemedim. Hiç bunaltmadığı için canımın istediği kadar izledim. Son sezonda özellikle 9 bölüm arka arkaya izlemişim. Kardeşim dürtüklemese hipnoz olmuş gibi izlemeye devam edecektim.

Bu dizi aynı zamanda birçok kategoriye girebilir. Dram, aksiyon, gizem, aşk, komedi... Her şeyden bir şeyler var. Ah, aşk demişken... Ya öyle güzel bir aşk hikayesi var ki cidden imrendim. :D Micheal Scofield'a aşık olmayacak kız tanımıyorum. O bakışları, keskin zekası, zarifliği, korumacı halleri... Ellerimi yelpaze yapmak zorunda kalıyordum hep. Aşık olduğu kadın da The Walking Dead'in zillisi Lori'ymiş. TWD'de kadından ne kadar nefret ettiysem bu dizide bir o kadar çok sevdim. Buradaki adı Sara'ydı. Ve öyle güzel bir ikili olmuşlar ki... Hani günümüzdeki dizilerde çiftler ya vıcık vıcık aşk yaşıyıp, löp diye ayrılıyorlar ya da yataktan çıkmak bilmiyorlar ya... Bu dizide açık seçik bir şey bulmak imkansız. Saf aşkı bulabilirsiniz. Ki bu diziye daha çok renk ve özgünlük katmış. Kocaman bir artı daha!

Dizideki karakterlerden bahsedersem... Her türden var. Psikopat olanı mı dersin dosttan öte kardeşliğe adım atan mı dersin... Müthiş bir ekip kurmuşlar. Karakterleri canlandıran oyuncuları ayakta alkışlamak istiyorum. Bu kadar mı mükemmel rol yapılır. Nedense bu dizide oyuncuların performanslarını takip edip, takdir ettim. Resmen gerçeklermiş de gerçek bir şeyi yakınlarından izliyormuşum gibi hissettim. Micheal-Sara çiftine yanıp tutuşacaksınız. Micheal-Fernando dostluğuna imreneceksiniz, T-Bag ve Bellick'e süperötesi kıl olabilirsiniz. Ajan Mahone ve Ajan Kellerman sinir krizlerine sokacaktır büyük ihtimalle. Gretchen'ın güzelliğine kapılmayın, tam bir şeytandır kendileri. Ajan Don'ı nedensizce sevdim. Micheal'ın abisi olmasına rağmen Lincoln'a gıcık olabilirisiniz. Bir karakter bu kadar odun olmamalı! Ay, resmen dedikodularını yapıyorum şuanda. İçimi döktüm. Diziyi izleyenler varsa yanıma uğrasınlar. İçimdekileri dökmem lazım.

Sezonları da değerlendirmek istiyorum. Birinci sezon, dizinin ilk sezonu olmasına rağmen çok heyecanlı ve akıcıydı. Tüm karakterleri tanıma imkanı sağlayıp, diğer sezonların alt yapısını oluşturan ve kurguyu akıcı hale getiren bir sezondu. İkinci sezon baya şaşırtmalı ve komedi dolu bölümlerle çevriliydi. Her bir karakteri ayrı ayrı analiz etmişlerdi. Yeni gelen karakterleri de hemen sevdiren ve tanıtan bir sezondu. Üçüncü sezonda resmen level atlamışlar. İzlerken tırsmadım değil. Çok başka bir dünyada geçiyor olaylar sanki. Çok etkilenerek izledim. İnsanların analizlerini yaptım resmen. Ve gerçekten bana bir şeyler kattı. Son sezon ise... Resmen kalbimi parçaladı. İlk yarısı mükemmeldi. Cidden. Ekibi daha ne kadar sevebilirim bilmiyorum ama son sezonda yerimde duramadım. Tam benim istediğim ve sevdiğim şekilde olaylar gelişti. Kurgularına daha da aşık oldum. Ama ikinci yarıda bir kötü oldum. Hayır niye içim buruk bir şekilde bitirdiler ki diziyi. Rezil olacağımı bile bile söylüyorum; son bölümü ve ekstra iki bölümü zırlayarak izledim. Sanki ben yaşıyormuşum gibi. Dizi tamamen bitince 'kesinlikle favorim oldu, mahvetti beni, gerçek hayata dönmek istemiyorum' dedim ama bitti işte. Nasıl bitirirler ya! Son zamanlarda tekrardan devam edecekleri haberi geldi ama cıkss izlemem. Son sezonu izleyin, neden böyle dediğimi anlayacaksınız.

Of, son sezondan bahsedince yine kötü oldum. Daha ne diyebilirim bilmiyorum. İzleyin canlarım. Cidden izlenmeye değer bir dizi. Müthiş zekalar bir araya gelmiş, çılgın entrikalar dönüyor. En bi sevdiğimdir.

Ve size küçük bir sır vereyim mi ? Bu diziyi izledikten sonra bir cesaret geldi bana. Micheal'ı örnek alıp, ortalığı karıştırmak istercesine olaylara atlamak istedim. Ama popom yemiyor.

Son olarak favori repliklerim. Eminim ki bir yerlerde görmüşsünüzdür. İşte bu efsanevi replikler aslında Prison Break'den! (Üstlerine tıklayın.)


Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Durun son bir şey daha! Micheal'ı canlandıran Wentworh Miller, gerçek yaşamında eş cinsel olduğunu kabul etmiştir. Hadi toplanıp, ağlayalım kızlar. -.-

19 Haziran 2015 Cuma

Mimlendim: O mu Bu mu ?


Merhabalar...

Blog'da arada sırada sıra dışı eğlenceli etkinlikler yapılmalı değil mi ? Uzun zamandır tag'lere mimlenmiyordum. Ya da mimlendiysem de görmemişimdir. Bana haber verirseniz anında yaparım. Kitap Karavanı, çok eğlenceli bir şeye mimlemiş. Çoook teşekkür ederim. Eğlenerek yaptım. Siz de yapın, cevaplarınızı merak ediyorum!!!

İnce mi? Kalın mı ?

Her zaman derim. Kalın kitaplara ayrı bir zaafım var. İnce olunca sanki doyamayacakmışım gibi.

Artemis mi? Ephesus mu ?

Yayınevleri arasında çok fena ayrım yaparım ama haklarında çok konuşmam. Bu soruya Artemis diyeceğim. En basit sebebi ise en bi sevdiğim seriler onlarda.

Dizi mi? Film mi?

Geldik en zorlu soruya... Her ikisini de çok seviyorum. Am bu aralar diziye daha ağırlık verdim. O yüzden cevabım dizi.

Yeşil mi? Mavi mi?

Elimde olsa yeşil ile evlenirim.

Lydia mı? Allison mu?

Teen Wolf fanları burada mı ? Ben Lydia diyeceğim. Allison'a hiçbir zaman ısınamamıştım.

Matematik mi? Türkçe mi ?

Kesinlikle Türkçe!

Labirent serisi mi? Lux serisi mi ?

Labirent serisini okumadım henüz ama zaten eminim yine de Lux diyeceğim.

Aynı Yıldızın Altında mı ? Siyah Damar mı?

Aynı Yıldızın Altında'yı baya önce okudum. Ki en sevdiklerim arasındadır. Onu seçeceğim. Ama Siyah Damar'ı da merak etmiyor değilim. Bu ikisi karşılaştırmaya getirildiyse bir iş vardır. Kitaplığımdan alıp okuyacağım en kısa zamanda.

Fantastik mi ? Bilim kurgu mu ?

Cidden mi? O.O Ama ikisi de benim bebeklerim. Pof, fantastik diyorum.

Aşk mı ? Dram mı ?

İkisi bir arada daha güzel bence.

John Green mi ? Brandon Sanderson mı ?

John Green okudum, okurum. Brandon amcayla tanışmadım henüz.

Benim cevaplar böyle işte. Instagram'dan da bu etkinliğe katılabilirsiniz. Cevaplarınızı görmek istiyorum hanımlar, beyler.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Dizi Maratonu: Evde Boş Boş Durmuyoruz...

Herkese merhabalar!

Uzun zamandır buralara uğramıyordum çünkü bir şeye odaklanmıştım. Onun bitmesini bekliyordum. Ve şimdi rahatlıkla yazıyı yazabilirim. 

Herkes tatile girdi değil mi ? Ben bir haftadır evimdeyim. Aslında sıkıntıdan patlamak üzereyim. Ama her zaman olduğu gibi kurtarıcılarım var. İş ilanlarına bakma dışında hep dizi izledim. Cinder'dan sonra kitap da okuyamaz oldum. Ki okunacak o kadar mükemmel kitaplar var ki... Bugünden sonra kitap maratonuna başlayacağım inşallah.

Gelelim asıl konumuza. Sizi bilmem ama ben yılın ilk yarısında baya dizi izledim. Öyle böyle değil. Sırf dizi izlemek için okula gitmediğimi biliyorum. (Evet, gelenek devam ediyor.) Eğer ben okula gitmeyip, dizi izliyorsam bu dizi olmuş demektir. Hemen size listeyi ve ayrıntıları veriyorum. İlginizi çeken varsa izleyin, gömülün ve gelin dedikodusunu yapalım.

Okulun ikinci yarısı başladığında Arrow'a başladım. Sonuçta Batmangillerden. DC'nin dizi yapımına el atmasına çok sevindim. Açıkçası çizgi roman okuyan biri değilim. Okumak da istiyorum ama hiç fırsatımı bulamadım. O yüzden yayınlanan dizilerini izliyorum. Arrow da bunlardan biri. Green Arrow, bence bu aralar en popüler dizilerden biri. Ben çok sevdim. Öyle böyle değil. Baş karaktere aşık olup, söveceksiniz. Çünkü bir yandan da çapkın biri. Konuyu nasıl anlatsam bilemiyorum. Ama şunu belirteyim, aksiyonu ve sağlam kurguyu seviyorsanız Arrow'a yapışın. O hareketleri, şaşırtıcı planları ve eğlenceli ekibi ile dizinin büyük hayranı olacaksınız. Güvenin bana.

The Flash, Arrow sayesinde başladığım biri dizi. Ki zaten yan dizisi olarak gösteriliyor. The Flash'ın baş karakteri Barry'i ilk Arrow'da tanıyacaksınız. Daha sonrasında bu dizide onun hikayesini izliyor olacaksınız. Flash, Arrow'dan daha farklı. Doğaüstü güçleri var. Yani dizimiz fantastik kıvamda. Dizi olmasına rağmen efektler müthiş. DC gerçekten bu alanda ilerliyor ve gelişiyor. Filmlerinden daha çok sevdim. Ve konusu elbette sağlam bir kurgudan oluşuyor. İlk sezonun sonunda kafayı yiyebilirsiniz. Şuan ilk sezonu full izleyebilirsiniz ama size küçük bir uyarı vereyim. Arrow'un ilk 2 sezonunu izleyin. Daha sonrasında 3.sezona geçmeden önce bir Flash bir Arrow izleyin. Bazı bölümler bağlantılı. Kopukluklar yaşamamınız için bu yöntemi öneriyorum.

Bir diğer süper kahramanımız ise Daredevil. Bunu listeye ekleyip eklememe arasında kaldım çünkü ilk sezon çok bunaltıcıydı. Konuyu çok ağır işlemişler. Bazı sahneler saçma geldi. Çizgi romanı nasıldır, bilemem ama ilk sezon 13 bölümden oluşmasına rağmen baya zorlu izledim. Sezon finalinde ama 'kesinlikle devam edeceğim' dedim. Çünkü bu diziden ümidim var. İkinci sezonun daha renkli ve hareketli olacağını ümit ediyorum. Aynı şekilde ekibin de öyle olmasını umuyorum. Marvel yapımlarını seviyorsanız zaten bu diziye balıklama atlarsınız ama size küçük bir uyarı daha; Marvel'in filmleri çok daha güzel. Dizi de henüz yerlerinde sayıyorlar.

Diğer bir dizi ise Hannibal. Bu diziyi daha önce niye kimse bana önermedi ? Tam benim sevdiklerim arasındaymış! Psikopatça, çılgınca olan kurguları severim. Hem de çok. Bana da 'psikopat mısın Jane' diyebilirsiniz. Nedense gerçek dışı -ki bu gerçek dışı da olmayabilir- şeyleri çok seviyorum. Hannibal'ı da bu yüzden sevdim sanırım. Ağır bir konusu vardı. Bazı bölümlerde cidden bunaldım ama genel olarak çok sevdim. Mideniz kaldırıyorsa bu diziyi izleyin. Böyle diyorum çünkü Hannibal, insan eti yiyen biri. Boşuna Hannibal-Cannibal* demiyorlar.  (yamyam*) Bir insan bu kadar mı soğukkanlı cinayet işler, yemek tarifi yazıp, pişirir ? Daha anlatayım mı ? Adamın öldürme yöntemleri bile hayret verici. Elbette onaylamıyorum ama diziyi dizi yapan olay bu. Bir izleyin de adamlar neler yapıyor görün. Bazen tırsmadım değil hani.

Şimdi yazıyı burada löp diye kesiyorum. Aslında bir diziden de bahsedecektim ama onu anlatmak baya uzun sürecek ve ona özel ayrı yazmam lazım. En en en kısa zamanda gelecek. İnanın bana, en güzelini sonraya saklıyorum. Diziler hakkında dedikodu yapmak isterseniz, beni nerede bulacağınızı biliyorsunuz. Ve bu aralar blog'a gelen tatlı ve destekleyici yorumlarınız için; ask.fm'deki eğlenceli sorularınız için kocaman teşekkürler. Sizler de çok içten ve sevecensiniz. Seviliyorsunuz.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

12 Haziran 2015 Cuma

Kitap Yorumu: Ay Günlükleri 1 - Cinder / Marissa Meyer


"Bir varmış bir yokmuş."

Merhabalar...

Bu aralar blog'a yazacak çok şeyim var ama tembelliğim üstümde. Neyse ki yaz tatili geldi ve sonunda bol bol vaktim olacak. Başka planlarım olmazsa tabii. :D Eh, sizlerde tatile girdiğinize göre blog'u alt üst edin ve yine eskisi gibi sohbetler edelim. Hiç yanıma uğramaz oldunuz. Fark etmedim sanmayın. *-*

Şimdi gelelim asıl konuya. Birkaç gün önce Artemis Yayınları'ndan çıkan Ay Günlükleri serisinin ilk kitabı Cinder'ı okudum. Ve cidden aşık oldum. Bu kadar mı akıcı ve güzel bir kurgu olur? Yazarın hayal gücünü kıskandım ve bayıldım. Ülkemizde baya geç çıktı seri ama şuan ilk 3 kitap mevcut ve yanılmıyorsam 4.kitap hazırlık aşamasında. Bu hızla giderlerse seriyi yiyip, bitirebiliriz. *sırıtmalar*

Kitabın konusu aslında hem bilindik hem de yazarın hayal gücüyle harmalanmış. Cinderella'yı bilirsiniz ? Üvey annesi ve üvey kız kardeşleri ile yaşayan, evde hizmetçi gibi görülen ve bir gün baloya gitmesiyle Prens'i etkileyip, bir ayakkabısını unutan masal kahramanlarından biri. Cinder kitabında ise olaylar hemen hemen aynı. Ama zaman dilimi farklı. Günümüzden uzak, geçmişten parçalar taşıyan ve belki de gelecekte karşılaşacağımız şeylerle donanmış bir kurgu hayal edin ? Ben bayıldım. Siz de bayılabilirsiniz.

 Gelecekteki Yeni Pekin'e hoş geldiniz! Burada hem insanları hem androidleri (gelecekteki uzman robotlar olarak düşünebilirsiniz) hem de Kraliyet'i görebilirsiniz. Teknoloji çok fena gelişmiştir fakat Veba hastalığına henüz bir çözüm bulunamamıştır ve bu da tüm halkı etkilemektedir. Bunun yanısıra Ay İnsanları, Dünyayı dikizlemektedir. Söylentilere göre Veba hastalığını da onlar getirmiş. Amaçları tahmin edilebilir; Dünyayı ele geçirmek.

Cinder, kurgumuzda baş karakter. Üvey annesi ve iki üvey kız kardeşi ile beraber yaşayan bir mekanik ustasıdır. Ama dış görünüşü masallardaki gibi değildir. Vücudunun bazı bölümleri metaldir. Çok küçükken bir yangın sırasında yaralanır ve ancak böyle tedavi edilir. Bu yüzden üvey annesi ve bazı kişiler tarafından da say-borg olarak adlandırılıyor. Buna rağmen Cinder, çarşı gibi bir yerde android'i Iko ile çalışıp, üvey annesine para götürmektedir. Kendi halindedir ama bu Cinder'ın bazı farklılıkları var. Bunları elbette anlatamam. Kitapta okuyunca anlayacaksınız ve şaşıracaksınız. Açıkçası yazar kitabın başlarında ipuçlarını arka arkaya verdiği için olayı çabuk çözdüm ve meraksız okudum. Yine de kitabın akıcılığı kaybolmadı.

"Sana nasıl prens olunacağını söylemek istemem ama yanında korumalar falan olması gerekmez mi?"
"Koruma mı? Benim kadar etkileyici birine kim zarar vermek ister ki?"

Bir gün, Cinder'ı Prens Kai ziyaret eder. Prens Kai, elbette o dönemin en yakışıklısı ve kızların aşığıdır. Eh, Cinder da etkilenmiyor değil. Kai, bozuk olan android'i tamir etmesi için mekanik ustasına getirmiştir. Böylece tanışırlar ve aralarında okunulası bir bağ oluşur. Tabii bunun yanı sıra Cinder, hem Dünyayı hem de Ay İnsanlarını etkileyecek bilgiler edinir. Bu da yetmezmiş gibi kardeşlerinden biri Veba hastalığına yakalanır ve üvey annesi bunun Cinder'ın bulaştırdığını düşünüp, onu ihbar eder. Böylece Cinder, Dr. Erland ile de tanışmış olur. Bunları böyle arka arkaya anlatıyorum çünkü spoiler vermeden karakterlerden bahsetmem lazım. Bu söylediklerim de kesinlikle spoiler değil. Bilirsiniz beni, spoiler vermeyi pek sevmem. Ama inanın bana bu kitabı açık açık anlatmak ve içimdekileri dökmek isterdim. Çok mu çok etkilendim.

Bunların dışında kurguyla ilgili pek bir bilgi veremeyeceğim. Tek diyebileceğim gerçekten bu seriye şans verin ve okuyun. Çok akıcı, yeri geldiğinde komik ve sizi sinir etmeyen bir kitap. Karakterleri cuk oturmuş. Cinder'ı sevmemek elde değil. Prens Kai, genç olduğundan olsa gerek bazı hareketleri tam oturmamış ama seveceksiniz. Ümidim var o karakterden. En çok Iko'yu ve Dr. Erland'ı sevdim. Ağızları çok güzel laf yapıyor. :D

Bu dünyayı seveceksiniz ve benim gibi 'keşke bu dünyanın içinde yer alsam' bile diyebilirsiniz. Çünkü ben kitabı okumaya başladığımdan beri bunu söyleyip, duruyorum. Ve sakın benim gibi ikinci kitabı almamazlık yapmayın. Şuan ikinci kitap diye deli gibi dolanıyorum. -.-

Bir sonraki kitaba kadar görüşmek üzere.
Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

1 Haziran 2015 Pazartesi

Kitap Yorumu: Tehlikeli Kızıl - Tarryn Fisher


Merhabalar...

Şuan tam yazma modundayım. Kitaptan dolayı sanırım. Anlatacak çok şeyim var ve gerçekten hem şaşırtıcı hem de komik bir kitaptı. Özellikle ilk kitaba göre her şey daha yerli yerine oturuyor. Olivia, Caleb ve Leah üçlüsünden haberiniz var değil mi ? Hani serinin ilk kitabı Fırsatçı. Olivia'nın gözünden anlatılıyor. Eğer konu hala tanıdık gelmediyse Fırsatçı'nın yorumuna bakın. Spoiler yememiş olursunuz. :D

Bu serinin ilk kitabını okuduğumda kurgusu bir tuhaf gelmişti. Hem komikti hem de saçmalıklarla doluydu. Birbirini seven bir çift, ama bazı hatalar yüzünden ayrılmalar ve farkında olmadan paramparça olan hayatlar... Olivia ve Caleb'i öyle tanıdım. İlk kitapta Olivia, hafıza kaybı yaşıyormuş numarası yapan Caleb'e bir kez daha sırnaşır. Ama artık hayatlarında birileri daha vardır. Leah. Leah çok fena bir karakter. Olayları sivri zekası ile çözüp, kendince çözümler üretmişti. Kitabın sonunda Caleb'le Leah evlenip, çocuk sahibi olurken Olivia ise uçak seyahatinde tanıştığı yakışıklı bir adam olan Noah ile evlenmişti. (Gel de bu sonu oku ve çıldırma. Az daha seriye devam etmiyordum. Her ne kadar Noah süper yakışıklı ve sempatik olsa da...)

Hikaye kaldığı yerden Leah ile devam ediyor. Bu kitap resmen kurgunun eksik kalan yerlerini tamamlamış. O yüzden cidden çok sevdim. Zevkle okudum. Ve hatta kitabın sonunda acaba son kitabı hemen okusam mı dedim ama hayır! Beni bekleyen çok daha çekici bir kitap var. Neyse.

Tehlikeli Kızıl, Leah'ın kurgusunu tanımlayan en uygun kitap ismi. Bir yandan günümüz olaylarını bir yandan da geçmişi anlatan kısa ama dolu dolu bir kitaptı. Leah, sonunda her şeyi elde etmiş gibi görünen ama inanılmaz intikamcı ve kırılgan bir karakter. Evet, Fırsatçı'da onu baya kötü benimsedik. Ki bu kitapta daha çok nefret bile edebilirsiniz. Çocuğu doğduktan sonra resmen tüm çirkefliğini ortaya koyuyor. Bebeğiyle ilgilenmiyor, iğrenç bir yaratık gözüyle bakıyor ve çoğu zaman varlığını unutuyor. Evet, bazen bu durum cidden komikti. Leah, inanılması zor bir karakter. Caleb'le kafayı yemiş durumda. Ciddi anlamda hemde. Caleb'in aklının hala Olivia'da olduğunu biliyor. Bu yüzden hata üstüne hata yapıyor. Ve bir de Caleb, kızı Estella'yı öyle çok seviyor ki Leah bunu bile kıskanıyor. İnanabiliyor musunuz ? Zaten kitabı okurken hep bi tedirgin olma halindesiniz. Leah ne zaman kucağına bebeği alsa 'kesin bir şey olacak' diyordum. Neyse ki kazasız belasız kitabı bitirdik. Tabii bebeği gerçekten unuttuğu zamanlar vardı. Kesinlikle okuyup, görmelisiniz.

'Siren sesiyle uyandım. Yangın!... Bir elimi duvara dayadım ve duman kokusunu almaya çalıştım. Bu siren değildi. Bir bebekti. Yangını tercih edebilirdim.'

Kitapta yeni bir karakter de vardı. Bakıcı Sam. Adama bayıldım. Özellikle tanışma sahnelerinde resmen kahkaha attım. Yazarın bu huyunu da seviyorum. Basit diliyle, öyle güzel vurgular yapıyor ki kurguya aniden kahkaha atmaya başlıyorsunuz. Bu kitapta kendini daha da geliştirmiş.

'Zehirli yılan ben değildim. Olivia'ydı. Yaptığım her şey onun suçuydu. Ben masumdum.'

Bunların dışında... Leah'ın Caleb'le nasıl tanıştığını, Olivia'nın olmadığı zamanlarda nasıl bir süreçten geçtiklerini ve Leah'ın ailevi meselelerini göreceksiniz. Şaşırtıcı bilgiler vardı. Sonunda zaten ayrı bir şok olup, kahkaha atacaksınız. Gider ayak Leah yine Leah'lığını yapıyor. Hem de çok fena. :D Nedense bir tarafım Leah'ıyı sevdi. Her zaman havalı insanların, göründüklerinden daha kırılgan olduklarını bilip, anlayışlı davranmaya çalışırım. Leah da bu kategoride kesinlikle. *göz kırpmalar*

Son olarak... Bazen Leah'ı takdir ettim. İstenmeyen kadından istenilen kadına çevirdi kendini. Ama çok ezdiriyor kendini. Caleb süper yakışıklı olabilir ama gururumu ayaklar altına almazdım. Serideki karakterler süper dengesiz, hata dolu olabilirler ama kim mükemmel ki ? O yüzden çoook yakında üçüncü ve son kitap olan Hırsız'ı okuyacağım. Bakalım Caleb neler anlatacak...

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane