Pages

30 Aralık 2014 Salı

Kitap Yorumu: Sadece Bir Gün - Gayle Forman


"Bir gün içinde doğardık. Bir gün içinde ölürdük. Bir gün içinde değişebilirdik. Ve bir gün içinde aşık olabilirdik. Bir gün içinde her şey olabilirdi." 

Paris'ten merhabalar... Bonjour Madam !

Demek isterdim. İnanın bana şuan gerçekten Paris'te olup, onunla ilgili yazı yazmak isterdim. Ama Safranbolu'ndayım ve Paris'i daha da merak etmemi sağlayan bir kitabı bitirmiş bulunmaktayım. 

Sadece Bir Gün'ü sahafta gezerken birden karşıma çıktığı sırada almıştım. Hem ismi hem kapağı hoşuma gitmişti. Konusuna şöyle bir göz atıp, benim olmalısın demiştim. Sonradan öğrendim ki yazarımızın daha da ünlü kitapları varmış. Eğer Yaşarsam'ı duydunuz mu ? Bu sene filmi falan da çıktı. Ne okudum ne izledim. Ama bu kitabı sayesinde yazarı tanıdım ve favorilerim arasına girdi.

Nasıl desem... Nasıl anlatsam bilemiyorum ama benim çook hoşuma gittiğini belirteyim. İçimi sımsıcak eden, gülümseten, düşündüklerimi dile getiren bir kitap olmuş. Kitaplığımda sadece gerçek hayat kurgulu kitaplardan oluşan bir bölüm var. Bu kitap da orada hak ettiği yeri alacak. Ki hayatımda ilk defa bir şey yaptım. Çok anlamlı sahneleri ve bölümleri belirlemek için şu renkli yapışkan ayraçlardan kullandım. :D Hep görüyordum. Bir denemek istedim ve aşırı hoşuma gitti. Artık kitabı her elime aldığımda, en sevdiğim bölümleri aramadan bulmuş olacağım.

Kitabın konusu ilham verici. Kitabı okurken ve okuduktan sonra Allyson gibi bir maceraya atılmak ve onun yaşadıklarını yaşamak istedim. Hiçbir şey imkansız değildir, değil mi?

"Kendimi kaptırarak izlediğim iyi bir filmin sonunda televizyonu kapatırken de aynı şey oluyordu; yüreğimde koca bir boşlukla gerçek dünyama dönmek zorunda kalıyordum." -Allyson

Allyson, liseden yeni mezun olmuş bir genç kızdır. Sıradan, ailesinin dediklerini yapan ve gelecek yıl tıp okumaya hazırlanan biridir. Ve ailesi tarafından, en yakın arkadaşı Melanie ile Avrupa Turnesine yollanır. Üç haftalık bir gezintinin son gününde Londra'da Shakespeare'ın On İkinci Gece adlı oyunun tiyatrosuna katılacakları sırada ellerine başka bir broşür geçer. Bu broşürde de aynı adlı oyunun sokak versiyonu vardır. Bir grup genç sokakta, açık gösterim yapmaktadır ve bu durum kızların daha çok dikkatini çeker. Ve elbette ona katılırlar. Orada Sebastian*'ı canlandıran kişi, yani Willem, ortaya çıkar. Uzun boylu, koyu sarı saçları ve koyu gözleri ile elbette kızımızı etkiler. Fakat hiçbir şey olmaz. Çünkü Allyson, maceraya atılmaya çekinen, her zaman planlı yaşayan ve genellikle asosyal olan bir kızdır. O gece oyunu izledikten sonra otel odalarına dönerler ve sabah da geri dönüş için trene binerler.

"... Ben genelde sadece samimi olduğum insanlarla kahvaltı yaparım." -Willem

Trende Willem ile karşılaşırlar. Birlikte kahvaltı edip, sohbet ederler. Hatta Willem, Allyson'ı kısa küt saçlarıyla Louise Brooks'a benzetir ve ona Lulu demeye başlar. Baya sohbet ettikten sonra Willem bir teklifte bulunur. "Bir günlüğüne Paris gidelim?" Tabii durup dururken bu teklifi etmez. Allyson, Avrupa seyahati boyunca her yeri gezdiklerini ama Paris'e gidemediklerini çünkü Fransa'da grev olduğundan bahseder ve Willem da daha önce orayı gezdiği için ve özgür bir hayatı olduğu için bu teklifi eder. 
Allyson, aniden cesaretlenir ve kendini, bir yabancıyla beraber Paris'te bulur. Bir günde neler neler yapıyorlar. Hem etkileyici hem komik hem de merak edici sahneler vardı. Willem, gizemli ve sırları olan genç bir adam. Allyson, onunla bir gün vakit geçirir ama onu hiç tanıma fırsatı bulamaz. Aralarında özel bir şey yaşanır ve sonrasında Willem ortadan kaybolur. İlk önce Allyson panik yapmadı. Uyandığında, birkaç saat onu bekledi. Sonra bilmediği bir şehirde tek başına kaldığını anladığı an paniğe kapıldı ve evine nasıl geri döndü, neler oldu... Okumanız lazım. :D

"Bence her an her şey olabilir ama kendimizi onun önüne atmadığımız sürece hayatı elimizden kaçırabiliriz." -Willem

Bundan sonraki olayları çok akıcı bir şekilde ve nedense zevkle okudum. Allyson, hayal kırıklığına uğramış bir şekilde evine döner ve Boston'da üniversiteye başlar. Dersleri berbattır, arkadaş ortamına girmekten kaçınmaktadır ve giderek kötüye gitmeye başlamıştır. Aklında Willem kalmıştır. Her şey bu kadar kötüye giderken ikinci dönem bazı derslerini değiştirir. Ve Shakespeare oyunlarının okunduğu, oynanıldığı dersi almaya başlar. Dee diye biriyle arkadaş olur. Ve ona Willem olan kısa macerasını anlatır. Arkadaşının da desteği ile Willem'ı aramaya karar verir fakat ona ulaşmak için elinde hiçbir bilgi yoktur. Soyadını bile bilmiyordu. Ve başka bir plan yapar. Okulu bitince bir Cafe'ye girip, çalışmaya başlar. Bir yandan da Fransızca kursuna gider. Biriktirdiği para sayesinde ve çevresindekilerinin desteği ile kendini yeniden ve bu sefer tek başına Paris'te bulur.  Bu sefer iki hafta süresi vardır. Aklına gelen, hatırladığı yerleri tekrar gezmeye başlar. Willem'ın tanıştırdığı insanların yanına uğrar. Bir grup gençle tanışır ve onlar da Allyson'a yardım eder. En son Wren adındaki bir kız Allyson'a çok yardımcı olur. Willem'dan bir iz bulmak için Paris'i alt üst ederler. Ve sonrasında... İşte burayı anlatmayacağım. Okuyun. Kitabı hemen kapın ve okuyun. Sadece Bir Gün'e kesinlikle şans verin.

"Bazen bir şeyi yaşamadan bilemezsin." -Willem

Kitabın sonu hem süper heyecanlı bir şekilde hem de sinir bozucu bir şekilde bitti. Allyson karakterini hem sevdim hem de cesaretinden dolayı imrendim. İnanılmaz derecede bir şeyler için çabaladı ve sonucuna ulaştı. Onun maceralarını okurken içim gitti. Gerçekten bizden biri Allyson. Özellikle Fransızca'yı öğrenme konusunda gösterdiği çabaya hayran kaldım. Ve onda kendimi gördüm. Dil öğrenmeye meraklı biri. Hatta onun sayesinde birkaç Fransızca kelime bile öğrendim. :D Fransızca'da öğrendiğim ilk kelimelerden biri merde olmuştu. Bok anlamına geliyor. Şimdi diyeceksiniz, bunu nasıl öğrendin. Önceki blogum, Wampirob'da Robert Pattinson'ın 2010 yılındaki bir röportajını çevirirken bir soru gözüme takılmıştı. Rob'a, Fransızca bir kelime bilip bilmediğini sormuşlar ve o da merde'yi bildiğini söylemişti. Taa oradan aklımda kalmış. Hatta kitapta bir ara Allyson kendine sinirlenip, merde diyordu. :D Nereden nereye... Yani kıscası Allyson'ı çok sevdim!

Willem'a gelirsek... Yakışıklılığı yanında çapkınlığı da var. Daha öncede dediğim gibi gizemli biri. Hakkında çok şey bilmiyoruz. Allyson da onu yeniden bulabilmek için baya baya uğraşıyor. Ama Willem'ın da sevdiğim özellikleri vardı. Özgür ruhlu biri ve yaşına göre oldukça olgun konuşuyordu. Öyle anlamlı ve düşündürücü şeyler söyledi ki... Aşık olasım geldi. Zaten bir ara "Her an her şey olabilir." dedi ve beni kendine hayran bıraktırdı. Çok çok güzel sahneleri vardı. Kesinlikle okunmaya değer.

Bir de yazarın habire Shakespeare'dan ve oyunlarından bahsetmesi ilgimi fena çekti. Özellikle On İkinci Gece ile Size Nasıl Geliyorsa eserlerini daha detaylı araştıracağım. Konuları çok hoşuma gitti.

Bunların dışında... Paris'e kesinkes gideceğim ve Allyson'la Willem'ın gezdiği yerleri gezip, yaptıkları çılgınlıkları yapacağım. Ve Willem Hollandalı olduğu için Amsterdam da gidelecekler listeme eklendi!

"Hayattaki her şey tesadüflerden ibarettir." -Willem

Son olarak... İkinci ve son kitaba kadar sabırla bekleyeceğim. İşaretlediğim yerleri tekrar tekrar okuyacağım. Kitap beni çok etkiledi. Romantik severlere birebir gelecek. Tesadüflere inanın ve olayın akışına bırakın kendinizi. Çünkü her an her şey olabilir!

Kocaman öpücükler, sevgiler: Jane

28 Aralık 2014 Pazar

Dizi Canavarı Geri Döndü: Teen Wolf


Merhabalar ! 

Bu ay blog'la ilgilenemedim çünkü çok başka şeyle uğraşmaktaydım. Teen Wolf

Üniversiteyi şehir dışında okuyorsanız, yapacak şeyler sınırlı olabiliyor. Tamam, her yeri gezip, her cafe'yi deneme gibi eğlenceli şeyler oluyor. Ama sonra havalar soğudu mu eve tıkılıp, neler yapsam acaba diye düşünebilirsiniz. İşte bu durumda suç ortağınız varsa yeni bir diziye başlayabilirsiniz. 20 gün içerisinde  60 bölümden oluşan 4 sezonluk diziyi bitirebilirsiniz. Hiç suçluluk duymadan!

Suç ortağım, liseden beri tanıdığım dostum ile Teen Wolf'a başladık. Zaten merak ediyorduk. Herkes izliyor. Her yerde replikler falan görüyorduk. Dylan O'Brien'i izlemeden sevmiştim. İzleyince harbiden vuruldum. Neyse, işte biz Aralık başında izlemeye başladık. İlk sezonu zorla izledik. O kadar basit ve 'komik' sahneler vardı ki... Diziyi ezmek için söylemiyorum ama böyle kurt adamları ilk defa gördüm. :D Habire dayak yiyorlar. Ahh, nerede Jacob Black! Cidden, diziyi her izlediğimde aklıma Jacob geldi. Teen Wolf'taki baş kurt adamımız Scott, açıkçası pek iştah açıcı değildi. :D Dizinin adını hakkıyla vermişler. 'Ergen Kurt' 
İlk sezon 12 bölümdü. Bir gece kendimi zorladım ve bitirdim. Sonra ikinci sezona başladık. Yine aynılar. Klasik dövüşme sahneleri. Tahmin edeceğiniz türde gizemli kurgular... Bu sezon da 12 bölümdü ve öyle ya da böyle şekilde bitti. Ki ilk iki sezonun tek iyi yanı Scott ve Stiles'ın dostlukları, komiklikleriydi. Scott ve Allison'ın habire öpüşmesi değildi! :D


Sonra en merakla beklediğim sezona geldik. Diziye başlamamın belli başlı sebepleri vardı. Dylan O'Brien ve diziye sonradan katılan Shelley Hennig. Shelly'i The Secret Circle'da izlemiştim ve bayılmıştım. Teen Wolf'a katıldığını duyunca ve Dylan'ın canlandırdığı karakter ile sevgili olduğunu öğrenince diziye balıklama atlamış, sabırla 3.sezonu beklemiştim. Ve beklediğime cidden değdi. Bu sezon farklıydı. Hem de baya baya. Senarist sanırım birden hayal gücü patlaması yaşamış. :D Sezonu 24 bölümden oluşturmuşlar ama inanılmaz şeyler düşünmüşler. İlk yarısında bambaşka olaylar oluyor, ilkten kötü olan ama sonra kalbimi fetheden karakterler geliyor. İkinci yarısında ise... "Ah God" diyeceğim. Stiles ön planda. Hem de fena bir şekilde. Zaten bu sezondan sonra Stiles'a iyice kafayı taktım. Müthiş bir değişim görüyoruz. :D Ağzımın suyu akarak izledim. Fark ettiyseniz sezonların konuları hakkında bir bilgi vermiyorum. Çünkü her şey bağlantılı. Bir şeyden söz etsem, çaktırmadan spoiler vermiş olurum. O yüzden burada sadece dizi ve karakterler hakkında yorum yapıyorum.

3.sezonun gelmiş geçmiş en iyi bölümlerden oluştuğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Size şöyle söyleyeyim; sezonun ikinci yarısına başladıktan sonra kendimizi durduramadık ve geçen perşembe günü 6 saatlik bir ders programım olduğu halde (en önem verdiğim hocanın 4 dersi ve 2 ders de grammar vardı) o gün okula gitmedim ve oturup arka arkaya 8 bölüm diziyi izledik. Burada yazması kolay ama inanın bana o izlediğimiz bölümlerden sonra beynim error vermeye başladı. Gözlerim artık isyan bile etmiyor. Baş döndürücü bir gün geçirdik. Hepsi Stiles'ın yüzünden. Ya da Dylan'ın... Oyunculuğu müthiş bir kere. Oturur saatlerce onu ve mimiklerini, komikliklerini, psikopatça hareketlerini izleyebilirim. Çok fena bir yeteneği var. :D İzlerken hem sizi güldürüyor hem ağlatıyor hem de dehşete düşürüyor. Aklı olan bir yapımcı acilen psikopat konulu bir filmi üstlensin ve başrolü Dylan yapsın. Cidden çok fena bir karakteri canlandırabilir. :D Teen Wolf'da yeterince ilgi görmüyor bence. O direk filmlere dalsın. 

Yani diyeceğim o ki 3.sezon cidden süperdi. Dolu doluydu. Bir iki bölüm izleyip, bırakamazsınız. Oturup, o sezon bitecek! Sonra tabii gerçek yaşama dönmek biraz zor oluyor. O ayrı bir şey...


Son sezona geldiğimde (ki dizi devam edecek) daha başka bir olayla karşılaştım. Yani, 3.sezona göre sönük kalmışlar ama yine de arka arkaya izlememe engel olmadı bu durum. İki günde sezon bitti. Dün gece son bölümü izlerken artık kafayı yiyecektik. Olmayacak yerde gülmeye başladık. Karakterleri o kadar iyi tanımışız ki ne yapacaklarını, söyleyeceklerini önceden tahmin edip onları taklit ettik. Yani, cidden kafayı yedirtti bu dizi. :D Dün gece rüyalarımda saçma sapan şeyler gördüm. Kurtlar, çakallar... aklınıza ne gelirse. Teen Wolf etkileri işte...

Ama genel olarak diziye yorum yaparsam; izlenebilir ama bir beklentinizin olmaması gerekir. Karakterler bakımından hem zayıf olanlar var hem de Stiles gibi müthiş olanlar var. :D (Hemen ayrımımı yaparım.) Oyuncu kadrosu cidden muhteşem. Her yeni gelen karakteri benimsiyorsunuz. Ve hepsi birbirinden çekici oluyor. Stiles'ı ayrı gözüme kestirdim ama her yeni gelen yakışıklı erkeği de ayrı süzdüm. :D 
Kurgu bakımından bence zayıflar. Bazı olayları cidden şaşırtıcı ve gizemliydi. Mesela 3.sezonun kurgusu gerçekten sağlam, meraklandırıcı ve sürükleyiciydi. Ama senarist arkadaş şöyle yapıyor; her bölümde hep yeni bir olay oluşturuyor ve bu olayları arka arkaya çözmeye çalışıyor ama beynimiz bunu engelliyor. :D Ya da benimki isyan etti. Bilemiyorum. Çok fazla konu vardı ve bazı konuları hala sonuçlandıramadılar. Daldan dala atlıyorlar gibi. O yüzden o konuda boğucuydu. İyi ki sezonları arka arkaya izleme gibi bir şansım olmuş dedim. Her hafta bölüm bekleyerek izleseydim, harbiden bir şey anlamazdım. Bu da aklınızda bulunsun. Yabancı dizileri, sezon sezon izlemek daha zevkli ve mantıklı. Bence.

Bunun dışında... Karakterlerin bazı özelliklerine çok sinir oldum. Listedeki ilk isim Allison. Baş kız karakterlerden biriydi. İlk sezonda saf görünümlü ve sıradan bir kızdı. Sonra ailesinin bir sırrını öğrendi. Allah'ım! Bu nasıl bir değişim. Bir günde ok atmayı öğrendi. Kurtları avlamaya karar verdi. Bambaşka biri oldu. Kendine güveni tam, kendimi korurum ben yahu havalarında. :D Hiç mi hiç sevemedim. Diziyi izlediğimiz zaman boyunca gram sevemedim. Sevenleri çokmuş. Neden bu kadar sevdiler anlamadım. Ben mi bir şeyleri gözden kaçırdım, bilemiyorum. Ama bence en uyuz karakterlerden biriydi. Tek sevdiğim şeyi, 3.sezondaki saç stili. :D

Diğer karakter ise elbette Scott. :D Ya, aslında sevdim çocuğu. Habire arkadaşlarını korumaya çalışması. Onlar için çabalaması... Tek sorun kurt adam olduğu halde dövüşememesi. Garibim, her sezonda illa dayak yedi. Aslında gıcıklığım ona da değil. Senariste ve yönetmene. Dizideki kurt adamlar, doğru düzgün dövüşemiyordu. Hep şöyle oluyordu; bizim takımdakiler yani Scott'la Derek dayak yiyor ama karşı taraftaki kurt adamlar müthiş dövüşüyor. Bence kesinlikle burada bir sorun var. Biri Scott'ı güçlendirsin. Stiles bile bir ara fena dövüştü. Bile diyorum çünkü dizideki en zayıf halka o. :D

Bunların dışında... Tüm karakterleri sevdim. Okuldaki Koç'u, Stiles'ın babası Şerif'i, güzeller güzeli ve arada uyuz olan Lydia'yı, gelen tüm kurt adamları, Derek'i, Derek'in dayısı Peter'ı bile. :D Derek için de söyleyecek birkaç şeyim var. Adam müthiş bir şey. :D Manzara gibi adeta. Ama karakterinden dolayı gülümsemiyor. Gülümsediği zaman... ah eriyebilirsiniz. Hatta bunun sohbeti yapılmış. Derek'i canlandıran Tyler Hoeclin'e karakterinize söylemek istediğiniz bir şey var mı dediklerinde, "Biraz daha gülümsemelisin derdim." demiş. Gerçekten de öyle. :D Harbiden ekibi sevmişim. Ama izlerken hepsiyle ayrı ayrı dalga geçtik. O yüzden bu diziyi izlerken çok eğlendim ve farklı deneyimler yaşadım.

Teen Wolf'u bir daha oturur, izler miyim... Peh, sanmıyorum. Ama 3.sezondan bazı bölümleri kaydettim. Arada izleyeceğim. Ama yıllar sonra bu dizi aklıma geldiğinde aklımda şu görüntüler olacak; "Üniversitenin ilk yıllarındaydım ve o dizi yüzünden okulu ektim. En korkutucu ilk speaking sınavıma hiç çalışmadan girdim. Dönemin son yazılı sınavına da hiç çalışmadan girdim. Ama farkında olmadan Teen Wolf işe yaramış olmalı ki sınavlardan geçtim. Yaaay." :D Hayal ederken bile güldüm.

Aklıma gelenler bunlar... Aslında daha çok aklımda Stiles var. Nasıl etkilediyse beni habire onu anlatasım var. Cidden komik ve eğlenceli bir karakter. Onun sayesinde moralimin yerine geldiği zamanları bilerim. Vay be. 20 günde neler yaşamışım. :D Şaka bir yana, size çok şey katan bir dizi olmasa da zamanınızı değerlendirebilirsiniz. Malia&Stiles çiftini görmelisiniz!!!

Son olarak.... Dizimiz yaz dizisi. Yani yeni sezon taaa Haziranda. O zamana kadar yeni dizilere yelken açmayı düşünüyorum. Dizinin fanıysanız gelin, konuşalım. İzlemeye başlamadıysanız hemen ilk iki sezonu atlatın da gelin, sohbet edelim. :D Şuan iki arkadaşım da Teen Wolf izliyor. Biri yarım bırakmıştı, artık nasıl anlattıysak devam etmeye karar verdi. Diğeri ise ilk defa yabancı dizi izleyecekti ve Teen Wolf'u o kadar anlattım ki ona direk başlamış. İzleyen, ask.fm'e gelsin. Habire Stiles ve dizi hakkında konuşasım var.

Kocamaaan öpücükler, sevgiler: Jane

22 Aralık 2014 Pazartesi

Kitap Yorumu: The 100 - Kass Morgan


Merhabaaaa :D

Bayadır yokum. Aslında varım da yokum. Blog'da aktif olmasam da kimler giriyor, hangi yazılar okunuyor diye arada bir gözlemledim. Ask.fm'den çıkmıyorum zaten hiç. Ve şimdi yazma zamanı!

Uzun zamandır, yani Demir Yıl'dan beri kitap okumadım. Okunacak o kadar müthiş kitaplarımın olmasına rağmen... Başka şeylerle uğraştım. Teen Wolf'a başladım. Eski formumu kazanıp, sezonları bir bir devirmeye başladım. :D Onun hakkında ayrı konuşacağım... Bir de çok tırstığım sınavı atlattım. O sınav yüzünden kitap okuyamadım. Dikkatim dağılıyordu. Amaaaa, sınavı sorunsuz atlatınca direk kitaba gömüldüm. Bu aralar pek popüler olan The 100, benim tarafımdan da okundu ve onaylandı!
The 100'ü her yerde görüyordum ama kitap fuarında tam anlamıyla görmüş oldum. Yayınevinin tanıtımları, sıcakkanlılığı sayesinde kitabın konusuna doğru düzgün bakmadan aldım. Ki orada bir tanıdığımın olması ile kitap benim için 1-0 öndeydi. :D 

Kitabı benden önce iki arkadaşım okuyordu. Onların meraklandırması sonucu hemen başladım zaten. Biri Lost'a benziyor dedi. Diğeri, değişik bir kurgusu var, deyince bir baktım kitabı elime almışım da dün gece bitirmişim.

Gerçekten de değişik ve merak edici bir kurgusu var. Öyle böyle değil. :D Benim gibi değişik türler seven, distopya tarzıyla harmanlanmış ve Lost'la The Walking Dead karışımı bir şey istiyorsanız, bu kitabı okumalısınız. Çünkü gerçekten Lost'la benzerlikleri vardı. Eğer diziyi izlediyseniz, kitabı şöyle düşünebilirsiniz; Lost'un kurgusunun hemen hemen aynısını uzay versiyonu olarak düşünün.

300 yıl önce dünyada yaşanan nükleer felaket artık oradaki yaşamı yok etmiştir. Kaçabilen insanlar dünyanın yörüngesindeki bir uzay gemisinde hayatta kalmayı başarmışlardır. Fakat bu uzun süre devam edemez. Ellerindeki imkanlar kısıtlı ve çoğalan bir halk var. Buna bir şekilde engel olmaları lazım ve tekrardan dünyaya geri dönmeleri lazımdır. Ve işte asıl olaylar burada başlıyor.

Asıl konuya girmeden önce minik bir şeyden bahsedeceğim. Kurgunun bu bölümü nedense hoşuma gitti. Uzay gemisinde, dünyaya ait herhangi bir şey resmen altın değerinde. Dünyadan alınan kitaplar çok özel olarak saklanılıyor ve tutulduğu oda dışında, kitabı başka bir yere götürüp, okuyamıyorsunuz. Ya da ne bileyim, bir perde parçası bile elmas değerinde. Tavandan sökülmüş bir avize bile özene bezene bakılıyor. Yani, dünyada yaşadıkları sırasında değer vermedikleri, önemsizmiş gibi görünen her şey uzay gemisinde adeta bir kurtarıcı onlar için. Dünyaya ait bilgileri, sakladıkları kitaplardan öğreniyorlar. Gökyüzünün renkleri, ormanlar, bitkiler, hayvanlar... Aklınıza gelebilecek en basit şeyler. Kurgunun en etkileyici kısmı buydu, bence.

Bir de uzay gemisini yöneten Koloni'nin çok katı kuralları var. En ufak bir hatada hapse atılıyorsunuz. Eğer reşitseniz direk idam ediliyorsunuz. Ama reşit değilseniz ise hapiste kalıp, 18.yaş gününüzde tekrardan yargılansanız bile büyük olasılıkla idam ediliyorsunuz. Böylece nüfus sayısını az tutmaya çalışıyorlar. Çok acımasız değil mi ? 

Kitabı dört karakterin gözünden okuyoruz. Hepsinin ayrı ayrı hikayeleri var. Kitap zaten bir geçmişi bir de günümüzü anlatıyor. Okurken ilkten kafanız karışabilir ama sonra her şey yerine oturuyor. Karakterlerden bahsetmek gerekirse... Clarke, başrol diyebiliriz. Anne ve babası doktorlar. Kendisi de tıp eğitimi görmüş bir genç kız. Uzaydaki yaşamında her şey yolunda giderken bir gün tüm hayatı mahvolur. Ailesinin sırrını öğrenir ve bu ona ağır bir ceza olarak geri döner. Ve kendisini hapishanede bulur.

Kırık bir kalbi iyileştirecek kadar güçlü bir ilaç yoktu.

Wells, Koloni'nin başındaki adamın oğludur. Her şeye sahiptir. Herkes tarafından sorgusuz sualsiz her yere girip, çıkabiliyor. Fazladan bir şeyler yiyebiliyor. Kısacası, uzaydaki kısıtlı yaşama göre lüks bir hayatı vardır. Taa ki bir kıza aşık olana kadar. Clarke, ona aile sırrını söylediği an her şeyi mahveder ve sevdiği kızı hapishaneye tıkılırken izler.
Bellamy, sanırım kitapta en sevdiğim karakter oldu. Onun hikayesi bambaşka. Normalde, uzayda aileler sadece tek bir çocuk sahibi olabilirler. Fakat Bellamy'nin ailesi iki çocuğa sahiptir. Bellamy, kız kardeşi Octavia'yı korumak için her şeyi yapan bir genç adamdır.
Glass, ah tanrım. Bu karakter için cidden üzüldüm. Kitabı okurken baya üzüldüm kıza. Neler yaşamamış ki... Luke diye birine aşık olmuş. Cidden birbirlerini çok seviyorlar. Sonrasında ise olaylar istemedikleri bir şekilde gelişir ve Glass, tüm sorumluluğu üstlenerek hapishaneye girer. Ki Luke'e hiçbir açıklama yapmaz. Tam tersine onu kendinden uzak tutmak için kalbini kırar ve büyük bir acı içerisinde hapishanede günlerini hayaller kurarak yaşar. Taa ki yeni bir gelişme olana kadar.

Luke'un kalbini kurtarmanın tek yolu, onu kırmaktı. 


Gelişen olay ise şu; Koloni uzun zamandır planladığı bir görevi gerçekleştirmek üzere suçlulardan oluşan 100 kişiyi dünyaya yollayacaktır. Bu suçlular arasında elbette yukarıda tanıttığım karakterler var. Clarke, tam öleceğini sandığı bir zamanda kendini dünyaya gidecek gemide bulur. Bunu duyan Wells ise önceden planını yapmıştır. İlk önce kendini hapise attırmıştır ve şimdi oda gemidedir. Bellamy ise hiçbir suç işlemediği için sırf kardeşiyle beraber olabilmek için Koloni başkanına suikast hazırlar ve onu vurarak bir karmaşa ortaya çıkarır. Ardından kendini gemide bulur. Glass ise bu karmaşa sayesinde gemiden kaçar ve kendini Luke'un kapısında bulur.

Sonrasında ise olaylar şu şekilde gelişir; 100 kişinin içinde bulunduğu gemi hasarlı bir şekilde dünyaya düşer. Tüm erzakları bir yere dağılmıştır. Suçlular ise ne olduğunu anlamadan dünyaya vardıklarını fark ederler. Açıkçası hepsi bu konuda tedirgindir. Dünyada yaşam var mıdır ? Salgın hastalık olabilir, yeterli oksijen olmayabilir. Ya da dünya 300 öncesine göre çok farklı bir yer olabilir. Bu çılgın sorular karşısında yine de hayatta kalmaya çalışırlar. Clarke başta olmak üzere herkes bir işle uğraşır. Wells, liderlik yapmaya çalışır. Bellamy, avlanmaya çıkar. Diğerler ise birbirlerini yemekle uğraşmaktadır. 

Dünyaya düştüklerinden sonraki kurgu cidden bana Lost'u anımsattı. :D Hani, yazarın biraz oradan buradan aldığı belli ama benim için sorun olmadı. Ben zaten uzun zamandır Lost gibi bir kurgu istiyordum. The 100 tam benlikmiş. Sıkılmadan, bıkmadan çok akıcı bir şekilde okudum. Burada her şeyi anlatmak istiyorum ama olmaz! Okumanız lazım. İmrenilecek bir yaşam değil ama nedense The 100'ü yaşamak isterdim diye düşündüm. Tabii hayatta kalabilir miydim, bilemiyorum. :D

"Ben bir parçası olamayacağım diye bütün hayatından vazgeçmeni istemiyorum." -Luke

Ve kitap çooook merak uyandırıcı bir şekilde bitti. Cidden. Kitabı bitirir bitirmez direk yayınevine ulaştım. İkinci kitap çeviride cevabını alınca bir soluklandım. Gerçekten devamını merak ediyorum. :D

Ah, bir de kitabın dizisi varmış. Hatta şuan 2.sezonunda. İzlemedim ama izleyenlerden yorum aldım. Kitabın ana hatlarını almışlar ve diğer her şeyleri değiştirmişler. Hatta bazı karakterleri silip, yeni karakterler eklemişler. İşte bunu duyunca hiç izleyesim gelmedi. Bir The Vampire Diaries vakası daha yaşamak istemiyorum. Ama The 100'ün kurgusu o kadar hoşuma gitti ki diziyi merak etmiyor değilim. -.- Belki ikinci kitaptan sonra izlerim. Göz atarım. Bilemiyorum. :D Lost'tan sonra şuan çok ilgi çekici geliyor dizi. *-*

Kitabı hakkıyla anlatabildim mi bilemiyorum ama cidden bir şans verin ve okuyun. Kitabın kurgusu, karakterlerin sağlamlığı, kitabın kapak tasarımından tutun da mıknatıslı bir yapıya sahip olmasına kadar tam kitaplığınıza layık bir kitap. :D Bu konuda Go!Kitap'a  sonsuz bir kocaman teşekkürler.

Şimdilik bu kadar. İkinci kitaba kadar bir şeylerle oyalanıp, merakımı alevlendirmeyeceğim!

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

1 Aralık 2014 Pazartesi

Kitap Yorumu: Magisterium 1 - Demir Yıl

  
Magisterium'dan herkese merhabalar !

Uzun zamandır bu kitabı merak ediyordum. Çünkü en favori yazarım olan Cassandra Clare, yazar arkadaşı Holly Black ile beraber yazdı bu kitabı. Ve yepyeni bir seriye adım atmamı sağladılar. Tamam, konusu belki oradan buradan alınmış gibi olabilir. (Bkz: Harry Potter, Percy Jackson) Ama son sayfalardaki şaşırtıcı kurgu, seriye ısınmamı sağladı. Cassandra'nın yeni dünyasına hoşgeldiniz!

Cassandra & Holly

Bu kitaptan bahsederken sanki sadece Cassandra yazmış gibi davranıyorum. Ama elimde değil. Holly Black'i hiç okumadım. Açıkçası Cassandra'yla ortak iş yapana kadar da ilgimi çeken bir yazar değildi. O yüzden sanki seriyi Cassandra yazmış gibi hissediyorum. Ama Holly Black'a sonsuz saygım var. Bu kitaptan sonra yazarı araştırıp, bizde çıkan kitaplarını inceleyeceğim kesinlikle! 

Gelelim kitabın içeriğine. Baş karakterimiz Callum Hunt, henüz 12 yaşında. Annesi, o doğduktan sonra ölmüş. Babasıyla yaşayan ve okulda haylazlık yapmadan duramayan bir çocuk. Aynı zamanda büyücü. (Gözünüzü devirip, HP aklınıza gelebilir.) Ama büyücü olarak yetiştirilmemiş. Çünkü babası Alastair, onu büyücülerin içinde olmasını istemiyor. Ama Magisterium'un her sene yaptığı sınava girmesine engel olamaz. Tek seçeneği, Call'ın başarısız olmasını sağlamak.
Magisterium, büyücülerin eğitildiği yer. İlk yıllarına Demir Yıl deniliyor. Sırasıyla; Bakır Yıl, Bronz Yıl, Gümüş Yıl ve Altın Yıl olarak devam ediyor. Anlaşıldığı gibi serinin kitap adları bunlar olacak ve beş kitaptan oluşacak. Konuya devam edeyeyim. Callum, sol bacağından sakat biri. Yani sınavı geçememe olasılığı yüksek. Ki babası, sınav öncesi ona başarısız olmasını, büyücülerin kötü olduklarını ve onlardan biri olmamasını tembihliyor. Her şey yolunda gözüküyor. Callum, sınava giriyor. Her şeyi berbat yapıyor. Hatta bir ara kendisinden bile utanıyor. O derece. Artık seçilmeyeceğini düşünüp, rahatlıyor. Ve Ustaların çıraklarını seçtiği bölüm geliyor. Usta Rufus, ilk iki çırağını seçiyor. Tamara ve Aaron, sınavda en yüksek puan yapan çocuklar. Ve sonra bilin bakalım kim seçiliyor. Callum Hunt! Ondan sonra işler karışıyor millet. :D

Olaylar olaylar olaylar... Ne anlatsam spoiler olur. Ama kurgusu çok hoşuma gitti. Başlarda biraz sıkıldım çünkü konuyu kavramaya çalışıyordum. Bir de okul nedeniyle doğru düzgün okuyamıyordum. Ama sonra kurgu yerine oturdu, karakterleri tanıdım,her şey akıcı gidiyor derken yazarlar son sahnelere doğru resmen bombaları patlatmışlar. Şok üstüne şok yaşadım ve okurken resmen izliyormuşum gibi hissettim. Çok güzeldi be ! Gerçekten güzel düşünülmüş. Açıkçası diğer kitapları büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum. Ama ne yazık ki her sene bir kitap çıkaracaklarmış. Yani bu demek oluyor ki yeni kitap, gelecek sene çıkacak. Hoş, ne kaldı şurada değil mi ? :D Ama beklemek zor olacak. Çünkü gerçekten heyecan verici, meraklandırıcı sorularla bitti kitap. Bir daha oturur, okuyabilirim. O derece benimsedim.

Kitabı okumadan önce de hakkında baya yorumlar okudum. Harry Potter'a çok benzetenler var. Çakması demişler adamlar. :D Bilemiyorum çünkü Harry Potter'ı okumadım, izledim. Ama bomba haberim var. Hayırsever biri (adeta melek) Harry Potter serisini getiriyor bana. Şuan ilk iki kitap elimde. Ve okuyacağım. Yaşım kaç olursa olsun. Kesinlikle bu türleri çocuk türü olarak görmüyorum. Hatta tam tersine merak ediyorum. Percy Jackson'la başladım. Demir Yıl ile devam ediyorum. Sırada Harry Potter var! Onu okuyunca, çakması olup olmadığını göreceğim. Ama yine de ben sevdim. Beni sardı mı sardı. Ya zaten Cassandra Clare ne yazsa okurum. Abartmıyorum. Bebek bakımıyla ilgili de bir şey yazsa okurum. Hayal gücüne, anlatım biçimine, yarattığı karakterlere bayılıyorum. Cehennem Makineleri ve Ölümcül Oyuncaklar'dan sonra bu seri bir tuhaf geldi. Alışmışım tabii Gölge Avcılarına falan. Karşılaştırma yapmayın. Hayal kırıklığına uğrarsınız. :D Bu serisi, bambaşka bir hayal gücü. Yine de hoşuma gitti. Karakterlerin yaşı küçük ama marifetleri büyük. Okurken zaten o minik detayı fark etmiyorsunuz.

Gelelim karakterlerin özelliklerine. Gıcık tipler de var. Hırslı, komik ve şaşırtıcı karakterler de... Callum Hunt, meraklı ve yerinde duramayan biri. Gizli saklı işler çok yapıyor. O, her gizli iş yaptığında ben heyecanlanıyorum yakalanacak diye. :D O yüzden bu muzurluğunu sevdim.
Tamara, hırslı ve kendinden emin bir kız. Zaten sınavda baya yüksek puan alıyor. Elinden gelen her şeyi yapıyor. Bilmiş biri gibi görünebilir ama yavaş yavaş ısınmaya başladım ona.
Aaron, geleceğin yakışıklısı. Bence. :D O sinyalleri aldım nedense. Hem zeki hem çekici bir tarafı var hem de sürpriz bir özelliği var. Okuyunca şaşırabilirsiniz. Burada söyleyemem. Çünkü kitabın ana konusunu anlatmış olurum. Bunu yapmak istemiyorum. Kitaptaki detayları okuyunca görün. İlk kitabın yorumunda bahsedersem, okuyunca bir heyecanı kalmaz. İlk okurken kafanız karışabilir ama sayfalar ilerledikçe her şey yerine oturuyor. Ki zaten ikinci kitap çıkıp, okuduktan sonra yorumunu yaparken ilk kitabın tüm detaylarını anlatacağım. :D

Daha birçok karakter var. Ustalar çok var. İsimlerini karıştırıyorum. Bi, Usta Rufus'u ezberledim ve tanıdım çünkü bizimkilerin Ustası. :D Adamdan gizlilik akıyor resmen. Gelecek kitaplarda neler ortaya çıkacak kim bilir. Diğer çocuk karakterlerden Jasper, Drew ve Celia'yı göz önünde bulundurun. :D No spoiler!

Immm, kitap hakkında başka ne söyleyebilirim... Söylenecek çok şey yok. :D Şaşırtıcı, gizemli ve merak uyandırıcı bilgiler çok. Yazarlar alt yapıyı çok güzel hazırlamışlar. Serinin ilerleyen kitapları bomba gibi olacak. Cidden sabırsızlanıyorum. Seriyi çok mu çok sevdim. Daha ilk kitaptan!

Son olarak, Doğan Egmont'a kocaman teşekkürler. Bu kitabın ülkemizde çıkacağını hiç düşünmüyordum. Instagram'da Türkçe versiyonu görünce küçük bir kalp krizi geçirdim. Ve fuarda adeta üstüne atladım. İlkten alsam mı almasam mı diye kararsız kaldım. Ama, boşverin. Cassandra ve kankası Holly bu! Kesinlikle okuyun. Okutun.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Doğan Egmont, okur mu bilemiyorum ama yazmak istedim. Kitabı iyi ki çıkardınız ama biraz daha özen gösterin bir dahakine. Çeviri müthiş. Ama kitabın yazıları kocaman. Okurken rahatsız oldum. Ve sayfaları incecik. Okurken yırtılacak diye ödüm patladı. Yazıları biraz küçültüp, sayfaları daha normal yaparsınız musmutlu olurum.