Pages

27 Eylül 2014 Cumartesi

Kitap Yorumları: Ara Kitap - İksir / Melez Sözleşmeleri 4 - Apollyon

Selam Millet !

Bu blog yazımda iki kitap baş konuğum olacak. Neden mi ? Çünkü biri ara kitap. Yani çerezlik tadında. Okunması gereken bir kitap. Zaten ara kitabımız İksir, Melez Sözleşmeleri serisinin dördüncü kitabı Apollyon'la beraber yayınlandı. Dex'e kocaman teşekkürler. :D

Uzun zamandır bu seriyi okumuyordum. Dönüşümüm muhteşem oldu. Ara kitap, resmen sırıtmamı sağladı. Ve işte kitaba dair bilgiler... (Merak etmeyin spoiler verme gibi bir durum olmayacak.)

İKSİR

Olayları Aiden'ın gözünden okuyoruz. Yakışıklı Safkanımızı gerçekten acı çekerken görmek mümkün. Tanrı'da Alex'in Uyanış'ına şahit olmuştuk. Artık Seth'e tamamen bağlı olmak istiyordu. Bambaşka birine dönüşünü bu kitapta açıkça görüyoruz. Yine hırçın, asi ve dediğim dedik biri ama bu sefer sevdiklerine karşı saldırılarda bulunuyor. Seth'e ulaşmak için gerçekten çok fena şeyler yapıyor. Bu durumdan dolayı Aiden ve dayısı Marcus çareyi Apollo'da buluyor. Apollo (Tanrı kitabında, Aiden'ın hem iş arkadaşı hem de dostu olan Leon'ın aslında bir Tanrı olduğunu yani Apollo olduğunu öğrenmiştik.) bazı güçleri sayesinde Alex'i tutabilecekleri bir eve götürüyorlar. Ve Seth'in onun yerini bulmasını engelliyorlar. Ama ne yazık ki Alex, etrafındaki insanları kıracak sözler bularak daha kötüye gider.

"Beni buradan çıkartmazsan, erkek kardeşinin kaburgalarını söker, taç niyetine giyerim."

Aiden ne yapacağını bilemez durumdadır. Bu yüzden çaresizdir. Kendi Alex'ine ulaşmaya çalışır ama bu neredeyse imkansızdır. Ya sonuna kadar mücadele edecekler ya da onu Seth'e teslim edeceklerdir ki bu resmen büyük bir olay olur. İki Apollyo'nun yan yana gelmesi demek... Tanrı'ları bile feci tedirgin ediyor. O yüzden buna bir çözüm bulmaya çalışırlar ve tek yolu İksir'dir. Bu İksir, genellikle Melez'lere köle olmaları için veriliyor. Biliyorsunuz, Melezler ya savaşçı oluyor ya köle... Ki köle olmak Alex'in en büyük korkularından biri. Ama onu kontrol altına alabilecek tek çözüm bu. 
Şunu söylemeden geçemeyeceğim. Alex'i İksir altındayken okumak... Tanrım! Resmen dehşetti. Öyle sakin, uyuşuk ve bambaşka biri oldu ki... Kimse ona emir vermediği sürece bir şey yapmıyor. Öyle aciz ki... Yazar çok güzel yansıtmış bu değişimi. Tüylerim diken diken oldu. Rahatlıkla söyleyebilirim ki bu kitapta karakterlerin duygularını iliklerinize kadar hissedeceksiniz. Çok gerçekçiydi.
Aiden'ı bu kitapta çok daha iyi tanıyacaksınız. Onu daha çok seviceksiniz. Çoğu zaman üzülüp, acıyacaksınız. Ara kitap, gerçekten müthiş bir mola kıvamında. Olayları daha rahat anlayabilirsiniz.

İksir'in sonunda zaten büyük bir savaşa adım attıklarını göreceksiniz. Diğer detayları, gelişmeleri aşağıdaki Apollyon'un yorumunda bulabilirsiniz.


APOLLYON

"Eheeem. Biri Seth mi dedi ?" Bu cümleyi kitaba başlamadan önce blog'da "Hangi Hayal Dünyasındayım" başlığı altında yazmıştım. Lafımı geri alıyorum. Millet, kitapta Seth falan yok. Var da yok. Alex'in zihin konuşmaları dışında Seth'i görmek mümkün değil. Sırf bu yüzden bile kitap şuan gözümde sönük kaldı. Ki yorumu yaptığım sırada daha hırçın olabilirim. Kusura bakma Jenn, bu sefer olmamış!

Aslında her şey iyi gidiyordu. Kitabı yine Alex'in gözünden okuyoruz. İksir'in sonunda nasıl bir ruh halindeyse, bu ruh hali aynen devam ediyor. Seth'e ulaşmaya çalışıyor, etrafındakilere kötü davranıyor ve hapsedildiği yerden kaçmaya çalışıyor. Hatta bir ara o kadar çok "Seth'im" dedi ki ay yeter artık kusacağım dedim.
Aiden, zavallım yine çabalıyor falan ama Alex iç sesiyle Seth'le konuşmaya devam ediyor ve birkaç yeni şey öğrenip şok oluyor. Bunun sonucunda ve Aiden'ın baskısı sayesinde eski Alex geri geliyor. Buraya kadar gerçekten etkileyici sahneler vardı. Fakat sonra bir şey oldu, kitap bunaltıcı gelmeye başladı. Sanki yazar dönüp, dolaşıp hep aynı konuya parmak basıyormuş gibiydi. Seth, Alex'in yerini bulmamalı. Diğer Tanrılardan da Alex'i korumalıyız. Plan yapmalıyız. Güçlenmeliyiz. Apollo'yu çağıralım. Aiden ve Alex'in mıcık mıcık sahneleri. Döngü resmen buydu. Buna rağmen komik ve eğlenceli bulduğum sahneler vardı. Özellikle Apollo ve Daecon'ın sahnelerine bayıldım. Adamlar hem komik hem eğlenceli hem de ayrı bir çekim alanları var. :D

Sonrasın artık ay dayanamıyorum çok sıkıcı ilerliyor derken, yazar çok zayıf noktama koca bir atış yaptı. Alex ve Aiden, Seth'i nasıl durduracaklarını öğrenmek adına Solaris'i bulmaya Olympus'a gidiyorlar. Yemin ederim Olympus'a gideceklerini kararlaştırdıkları zaman 32 diş sırıttım. Mitolojiyi çok seviyorum. Bu seri de mitolojiyi çok güzel yansıtıyor. Eh bir de en merak ettiğim yere, Yeraltı Dünyasına, Olympus'a gitmeleri... Dönüm noktam oldu. O an Seth'i bile unuttum. :D Tek canımı sıkan nokta, Olympus'a giden tek gizli geçit Stull Mezarlığıymış. Supernatural delisi olanlar bu mezarlığı duyunca elbette hatırlayacaklar. Winchester'ların efsanevi sezon finalindeki mezarlık. Yazar da bunu dile getirmiş ama sanki şey gibi olmuş "Bakın, burada bir özentilik, çalıntılık yapıyorum ama bu kusurumu kapatmak için kitabımda Supernatural'dan bahsediyorum." havasındaydı. Yemesin beni. Gözümden iyice düştü Jennifer. Yine de okumaya devam ettim. :D (Vurun beni)

Neyse. Alex ve Aiden zorlu bir mücadaleden sonra Olympus'a varırlar. Çok heyecanlı ve etkileyici sahneler vardı. Özellikle örümceklerle boğuştukları sahneye bayıldım. :D Hani, yazar orada hayal gücünü konuşturmuş resmen. Okurken mest oldum. Sonrasındaki olaylar zaten... otur, oku, aşk yaşa misali...
Bunlar Caleb'i bulmak adına Hades'in sarayına doğru giderler ve sonunda Caleb'le karşılaşırlar. Fakat Muhafızlar tarafından yakalanırlar. *Burası spoiler değil kesinlikle* Ve en sevdiğim Tanrıçalardan birine götürülürler. Persephone'ye merhaba deyin ! Müthişti ya. Müthiş. O bölümü özel bir şekilde ayırdım ve canım sıkıldıkça okuyorum. O derece güzel. Persephone ile Caleb'in dostluğu hem şaşırttı hem güldürdü. Çok güzel hayal edilmiş. Yazara buradan bir puan verebiliriz. :D

Olympus sahneleri dehşet güzeldi. Sonra bunlar gerçek hayata geri dönünce yine aynı döngüde buldum kendimi. Sıkıcı, bunaltıcı sahneler falan filan. Bir ara baya hareketlenmeler oldu. Şaşırtıcı bir Tanrı karşımıza çıktı ve Alex'le büyük bir mücadeleye girdiler. Öyle böyle değil. Alex'i felç etti resmen. O.O Ben olsam bin kere ölmüştüm.

Şimdi, sadede geleyim. Kitabın geneli sıkıcıydı. Dediğim gibi Daecon, Apollo, Caleb ve Olympus sahneler dışında bir hiçti kitap. Alex'in şımarık ve sinir bozucu halleri, Aiden'la her fırsatta yatağa atlamaları... Ya seriye yakışmayan bir kitap olmuş. Çok umutluydum, çünkü seriye bayılıyorum. Ama serinin en vasat kitabı olmuş.
Belki çok yerden yere vurdum. Jenn'i eleştirecek bir insan da değilim ama yazarı ve hayal dünyalarını seviyorum. Hayal kırıklığına uğratınca birden patladım. Bu kitapta Alex ayrı bir gıcıktı. Ya hep "Benim için ölümü göze almayın. Bunu hakketmiyorum." havasındaydı ya da "Bunu başarabilirim. Onlar için ölebilirim. Ben Alex'im. Bir Tanrı'ya kafa tutabilirim." havasındaydı. Yapmayın allasen, biraz abartıya kaçmış bu halleri.

Son olarak... Seth'i bir numaralı düşman yapan, Alex'i acayip yükselten Jenn'e diyecek pek sözüm yok. Serinin bitmesine bir kitap kaldı. Ne zaman okurum bilemiyorum ama sırf bu kitap yüzünden seriden soğuyacak halim yok. :D Serilerde illa ki kötü bir kitap olur. Ki bu kitap için bile geneli sıkıcıydı diyorum, hepten berbattı demiyorum.

Şimdilik bu kadar. Kocaman öpücükler, sevgiler: Jane

19 Eylül 2014 Cuma

Yabancı Dizi Önerisi : White Collar !


Herkese Merhaba !

Şu aralar ruh halim öyle böyle. Evde oturmaktan patlayacağım sanırım. :D Tüm yaz bir şeylerle uğraştıktan sonra evde oturmak... cidden işkence gibi. Okul başlasa da yoğunluğun dibine vursam diyorum. Eh, böyle deyince de çevremdekiler "Otur kitabını oku, dizileri izle. Kafa dinle!" diyorlar. Haklılar. Ben de yarım kalan dizilerimi bitirmeye karar verdim. İlk olarak White Collar'a başladım. En son 5.sezonda kalmıştım. İzledim ve bitirdim. Şimdi sizlere tanıtma zamanı!

Bu diziyi Matt Bomer sayesinde keşfettim. Kendilerini Elli Ton Serisindeki Christian Grey adayı olarak isteyenlerdenim. Seriyi ilk okumaya başladığım zamanlarda Matt'i daha yakından tanımak için hayatını araştırırken White Collar ile karşılaştım. Bir polisiye dizisi ! Onun FBI ajanı olarak görmeyi hayal ederken karşıma bir numaralı suçlu olarak çıktı. :D Ki bundan daha memnun oldum. Bir rol bir insana bu kadar mı yakışır arkadaş !


Dizi şuan 5.sezonunu bitirdi. Yeni sezon gelecek fakat son sezon. Yine de şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Amerika'da oldukça izlenilen bir dizi. Ülkemizde ise pek keşfedilmemiş. FX TV'de bazen bölümleri yayınlanıyor. Ki ilk 2 sezonu TV'den izledim. Polisiye türüne göre oldukça kaliteli, oyuncu kadrosu müthiş bir dizi. Ayrıca hiç sıkıcı değil. Bol bol komedi de var.

Dizinin konusundan bahsetmek gerekirse, Neal Caffrey (Matt Bomer) New York FBI'da en çok arananlar listesinde bir numaralı dolandırıcıdır. Hemde öyle böyle değil. Nerede çok değerli sanat eserleri varsa hepsini yürütmüş. Caffrey'i yakalaması için Özel Ajan  Peter Burke (Tim DeKay) ise iş başındadır. Caffrey'i iki kere enselemiştir. Artık bu sıkıcı ve yorucu kovalamadan sonra Burke ve Caffrey bir iş birliği yapar. Ajan, onu hapisten çıkarmasına karşılık Caffrey dolandırıcılık ve diğer tüm suçluları yakalamasında yardımcı olacaktır. Bir izleme cihazının üstünde olması şartı ile elbette. Ve beraber Beyaz Yaka (White Collar) ekibinde çalışmaya başlarlar. İlk başta pek farkında olmasalar da mükemmel bir ikili olurlar. Fakat aralarındaki güvensizlik bir süre sonra işleri karıştırır. Çünkü Neal Caffrey, benliğinden kopamaz.

İlk sezonda bol bol olaylarla karşılaşıyorlar. Ve cidden ikisi müthiş işler çıkartıyor. Neal uzman bir dolandırıcı olduğu için operasyonlarda baya yardımcı oluyor. Kendi meslektaşlarını yakalattırıyor. :D Neal'ın ortağı ve en yakın arkadaşı Mozz da işin içinde. Her ne kadar FBI ajanlarını sevmese de eğlenceli ve komik bir şekilde bizimkilere çok yardımcı oluyor.
Neal'ın bu iş ortaklığını kabul etmesinin sebebini de bu sezonda öğreniyoruz. Aşık olduğu kızı, Kate'i tekrardan bulmak için dışarda olması gerekiyor. Bu yüzden Peter'la iş birliği yapmaktadır. Bir yandan FBI ajanlarına yardım ederken diğer yandan da Kate'i aramaktadır. Fakat olaylar sezon sonunda fena karışır. Tam kızı buldu derken... Bundan sonrası elbette spoiler. :D İzleyin, görün, şok olun ve tabii ki sinir olun.


İkinci sezonda ise olaylar hem karışık hem komik hemde dramatik. Neal, gizli saklı olayların arkasındaki kişiyi aramaktadır. Elbette Mozz ve Peter onun için endişelenmekte. Ve her fırsatta yardım etmeye çalışıyorlar. Sezon sonunda ise tüm olayların arkasındaki kişi ortaya çıkıyor. Neal'ın dolandırıcı olmasına sebep olan kişiye, Keller'a ulaşıyoruz. Bu sezonda en renkli bölümler ise sigortacı ve Neal'ın daha önce mahkemede tutuklanmasını sağlayan Sara ile Neal'ın hem çekişmeli hemde romantik sahneleriydi. Sara'yı cidden çok seviyorum. Çok değişik bir kadın. :D Kate'e zaten gıcık oluyordum, acaip soğuk tipli biri. Alex ise... Neal'ın sözde dostu ! Neyse, bir çok isim verip aklınızı karıştırmak istemiyorum. Diziyi izledikçe herkesi çok iyi tanıyorsunuz zaten. :D

Üçüncü sezon ise en riskli sezon. Peter ve Neal'ın dostuluğu tehlikede. Çünkü Neal ve Mozz, Peter'ın arkasından baya işler karıştırıyorlar. Keller'ın hazinesini ele geçirip, saklıyorlar. Peter ise o hazinenin peşinde. Ve elbette bu ikiliden şüpheleniyor ama kanıtı olmadığı için eli kolu bağlı bekliyor. En sonunda akıl hocası olan Kramer'ı çağrıyor. İlk başlarda adamı sevmiştim. Fakat Neal'ın başını ciddi bir belaya sokuyor. Ki zaten sezon sonunda ağzım açık kaldı. Ve diziye daha da hayran oldum. Sezon biter bitmez direk sıradaki sezona başladım.

Dördüncü sezon, kesinlikle favorim. İlk iki bölümünü izlerken hem çok heyecanlandım hemde habire sırıttım. Bazı sahneleri tekrar tekrar izledim. Matt, Neal Caffrey'i çok eğlenceli ve etkileyici oynuyor. Ona tutulmamak imkansız. Bu sezonda Peter&Neal ikilisinin inanılmaz dostluğunu daha sık görüyoruz. Aralarındaki bağ çok hoşuma gitti. Peter, Neal'ı kendi evladı ya da kardeşi gibi sevip, koruyor. Mükemmel mesleğini -FBI- tehlikeye atacak kadar çok seviyor hemde. Bu yüzden bu sezonda onlara daha çok bağlandım. Ve elbette bu sezonda da işler fena halde karışır. Neal, geçmişindeki sırları öğrenmek için onu büyüten ve aynı zamanda babasının iş ortağı olan Ellen'dan yardım ister. Ama esrarengiz birisi sırların açığa çıkmasını engellemeye çalışır. Ve bu sırada Neal, yıllar sonra babasıyla karşılaşır. Açıkçası babasına çok gıcık oldum. Ki Neal tam istediğim gibi davrandı. Bu sezon sonunda ise Ellen'ın, Neal'ın bulması için bıraktığı bir kutu meydana çıkar.

Beşinci sezon, resmen bomba gibiydi. Bu sezonla ilgili konuyu pek anlatamayacağım çünkü diğer sezonlar hakkında spoiler vermiş olurum. Ama şöyle söyleyeyim; Neal, bazı hataları yüzünden bunları telafi etmek ister ve iyice dibe batar. Peter'a yalan üstüne yalan söyler ve cidden arkasından fena işler çevirir. Ama bu onun elinde değildir. Bir tehdit altındadır. Ve hayatına hiç ummadığı anda yeni biri girer. Kate'in masumluğunu, Sara'nın zekiliğini ve Alex'in çekiciliğini taşıyan bir kadın...
Çok çok ve çok güzel bölümler vardı. Şunu söylemezsem olmaz. Sezonun sonlarına doğru bir bölüm var ki... Ağzınız açık kalacak. O bölümü gece yarısı izliyordum. Resmen şoktan donakaldım ve diğer bölümlere gömüldüm. Sonra bir baktım sezon bitmiş... Dehşet bir şeydi. Mutlaka izleyin. Mutlaka!

White Collar hakkında söylenecek çok şey yok. Keşfedilmemiş, altın değerindeki dizilerden biri. İzleyin, izletin. Gerçekten polisiye ve komediyi seviyorsanız bu diziye bayılacaksınız. :D

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

15 Eylül 2014 Pazartesi

Kitap Yorumu: Kağıttan Kentler - John Green


"Eğer sadece bir günüm kaldığı söylenirse, doğruca, bir günün bin yıl sürdüğü Winter Park Lisesi'nin kutsal koridorlarına giderim." -Quentin (Derslerde dakikaların geçmediğini düşünen bir biz değiliz millet!)

Selam millet! 

Bu aralar bomba gibiyim. Tatilin de katkısı var ama nedense bir enerji patlaması yaşıyorum. Resmen yerimde duramıyorum. Bir de bunun üstüne öyle eğlenceli bir kitap okudum ki... Öncellikle SaklamaKabı blogunun sahibi Eren'e kocaman bir teşekkür borçluyum. Onun vlog'ları sayesinde Kağıttan Kentler'i daha önce okudum. John Green'in bizde yayınlanan tüm kitapları şuan alınacaklar listemde. Ama Eren'in vlog'unu izledikten sonra Kağıttan Kentler'e öncelik verdim. İyi ki de öyle yapmışım. Müthiş bir kitaptı. Tanrım! Tekrar okuyacağım.

İlk olarak kitapla yaşadığım maceraları anlatayım. Sonra direk kitapla ilgili bol bol dedikodu yapacağım. Kitaba, bir otobüs yolculuğu sırasında başladım. Daha ilk sayfalardan beni sardı ki bu cidden büyük bir gelişme. Her zaman başladığım yeni kitaba ilk 50 sayfa falan alışamam. Ama bu kitapta sanki karakterleri çok iyi tanıyormuşum gibi rahat rahat okudum, alıştım. Bir ara o kadar sardı ki beni "Dur artık yoksa kitap bitecek ve tatil boyunca kitap diye zırlayacaksın." dedim. Sonrasında tatil yaptığım sahilde okumaya devam ettim. Ve sahilde kitap okumaya bayılırım! Öyle böyle değil... Özellikle Kağıttan Kentler'i mis gibi deniz eşliğinde okumak... yılın tüm stresini üstümden aldı. Bir de öyle komik sahneler vardı ki okurken kahkaha attım. Etrafımdaki insanlar kaçamak bakışlar attı ama umursamadım. Çünkü cidden kahkaha atılası replikler ve sahneler vardı. :D Ya, kesinlikle okuyun. Aşık oldum bu kitaba! Eheem, neyse. Kitabı en son dün yine otobüsteyken okudum. Hatta bazı sahneleri neredeyse yaşıyordum. (Birazdan bahsedeceğim.) Ve sonra kitap löp diye bitti. Sayfayı çevirdim ve yazarın teşekkürler yazısı karşıma çıktı. Sanırım bu benim için bir alışkanlık olmaya başladı. Ne zaman bir John Green kitabı okusam (ki bu daha ikinci kitabım) son sayfaya geldiğimde bir şok yaşıyorum. Sanki daha devam edecekmiş gibi inatla ileriki sayfalara bakıyorum ve o zaman gerçek dank ediyor. "Kitap bitti Jane! Boşuna uğraşma. Otur ve müthiş kitap bitirmenin tadını çıkar..."

"Birinin bize nasıl göründüğümüzü göstermesi öyle zor ve bizim de birine nasıl hissettiğimizi göstermemiz öyle zor ki." -Bay Jacobsen

Yani diyeceğim o ki; hiç konusuna bakmadan bile kitabı alın ve okuyun. Ben kitabı cidden çok sevdim. Tamam, ilkten çekindim. Çünkü okuduğum bazı yorumlarda kitabı hiç sevmediklerini, anlamadıklarını ve hayal kırıklığına uğradıklarını yazmışlardı. Aklımda soru işaretleri vardı ama Eren'in vlog'larını izledikçe "Yok yok kesinlikle okumalıyım. John Green bu. Boru değil ya..." dedim ve okudum. Ön yargılarınız varsa bir kenara bırakın ve kitaba başlayın.

Ve işte konusundan, müthiş eğlenceli karakterlerinden bahsetmeye başlıyorum.

Quentin, küçüklüğünden beri karşı komşusu olan Margo Roth Spiegelman'e deliler gibi aşıktır. Ve tahmin edersiniz ki ona açılmamıştır. Lise son sınıftalar ve hala onu uzaktan sevmeye devam etmektedir. Margo Roth, maceraperest ve gizemli olmayı seven bir kızdır. Arada kafasına estikçe arkasında ipuçları bırakarak evden kaçmıştır. Yani gerçekten cins ve çılgın biri.

"Canım bu gece birçok yanlışı doğru yapacağız. Ve bazı doğruları da yanlış yapacağız. Birinciler sonuncu, sonuncular birinci olacak ve alçakgönüllüler yeryüzünü miras alacak." -Margo

Bir gece yarısı Quentin, hiç beklemediği bir sırada penceresinde ninja görünümlü Margo'yu görünce şaşkına uğrar. Margo'nun o gece için müthiş eğlenceli intikam listesi vardır. Onbir maddeden oluşan bu listeyi gerçekleştirmek üzere gizlice araba yolculuğuna çıkarlar. Öhööm, burada araya girip yorum yapmak istiyorum. Margo, ilkten bana garip geldi. Özellikle intikam listesinden ilk bahsettiğinde ne alaka yahu dedim ama bunlar sırasıyla gerçekleştirmeye başladıklarında gülmekten karnım ağrıdı. Acayip eğlenceli bir yolculuktu. Okurken resmen izliyormuşum gibi hisettim. Kitabı zaten Quentin'in gözünden okuyoruz. Şapşal, delice aşık bir oğlanın gözünden okumak... muhteşemdi. İntikamları gerçekleştirdikleri sahneleri cidden sevdim. Habire açıp, tekrar okuyasım var. Green, sen bir harikasın!

"Ninjalar, diğer ninjalara su sıçratmalazlar." diye yakındı.
"Gerçek ninja hiçbir şekilde su sıçratmaz." dedim.
"Tuşe."

Neyse, bu iki çılgın sabaha kadar işlerini hallederler ve evlerine geri dönerler. Quentin, heyecanla okula geri döndüğünde Margo'yla daha yakın olacağını düşünür. Ama öyle olmaz. Çünkü Margo yine kayıplara karışmıştır. Bu durum karşısında Quentin ilk önce sessiz kalır. Hemen geri geleceğini düşünür. Ama birkaç gün daha geçtikçe artık dayanamaz ve etrafında ipuçları aramaya başlar. Çünkü Margo her zaman ardında ipuçları bırakır. Ve işte tam bu kısımda Quentin'in arkadaşlarından bahsetmek istiyorum. Konunun bundan sonrasında başrollerde onlar var. Ben ve Radar. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki kitaba acayip renk katmışlar. Özellikle Ben'i o kadar çok sevdim ki... Öyle bir arkadaşım olmalı. :D

"Ne zaman bir GoFast yesem," diyor Ben, "aklıma ilk gelen, 'Yani sivrisineklere kanın tadı böyle geliyormuş.' cümlesi oluyor."

Konuya devam ediyorum; Quentin ipuçları aramaya başladıktan sonra arkadaşları da ona yardımcı olmaya başlar. Ve işin kötü yanı mezuniyete birkaç gün kalmıştır. Hayatında bir kere yaşayacağı bu önemli anı göz ardı edip, Margo'ya ulaşmak için elinden geleni yapan Quentin, bazen cidden umutsuzluğa kapılıyor. Çünkü ipuçlarıyla karşılaştıkça tanıdığı Margo'nun aslında çok farklı bir kişi olduğunu keşfediyor.

Bir süre elle tutulur bir şey bulamıyorlar. Hatta bir ara okurken "Peh, bu bölümler sönük kalmış" dedim ve hemen sonrasında sanki yazar beni duymuş gibi (?) sırtımı dikleştirip, gözlerimi kitaptan ayıramayacağım sürpriz bir gelişmeyle karşılaştırdı. Ondan sonra bende ipler koptu. Kitabı bırakabilene aşk olsun... :D Quentin, Ben, Radar ve hem Margo'nun yakın arkadaşı hem de Ben'le beraber olmaya başlayan Lacey uzun bir araba yolculuğuna çıkıyorlar. Bu sahneler hakkında şöyle söyleyeyim; acayip komik, eğlenceli, kıskandırılacak cinsten olaylar yaşanıyor. Okurken mest oldum. En sevdiğim şeylerden biri dostlarla bir yolculuk yapmak. Buna çok ihtiyacım var ve bunları kitapta okumak... Sanırım kitabı bu kadar çok sevmemin nedeni bu. Eğlenceli arkadaş gruplarına ve yolculuklara bayıldığım için bu kitabı böğrüme basıyorum. :D

Jefferson Park'tan çıktığımız anda, dünya müzik zevkimizin iyi olduğunu öğrensin diye bozuk olmayan tek pencereyi aşağı indirdik.

Sonrasında neler olduğunu anlatmayacağım elbette. Sonu şaşırtabilir, sinir edebilir ve hayal kırıklığına uğratabilir. Anlamayabilirsiniz de. Değişik bir son olmuş ama kitabın geneline bakınca baya önemsiz kalıyor. Açıkçası Margo'nun amacını anlamış değilim ama onun bu yaptıkları sayesinde bizimkiler baya eğlendi, süper deneyim yaşadılar. Önemli olan da buydu.

Karakterlerden bahsedersem... Quentin biraz ezik bir karakter. Erkek olmasına rağmen hep arka planda kalan, sevdiği kıza bile doğru düzgün açılamayan biri. Ama Margo'nun bu planı sayesinde kabuğundan çıkıp, kendine güvenen birine dönüşüyor. Yazar bu konuda örnek verici bir karakter yazmış kesinlikle.
Margo'yu anlatmak mümkün değil. Dengesiz ve değişik bir karakter. Quentin gibi biri tarafından sevildiği için şanslı sayıyorum onu. :D Herhangi bir erkek, bir kız için bu kadar uğraşıp da uzun bir belirsiz yolculuğa çıkar mıydı, bilemiyorum dostum.

"Rastgele büyük harf kullanma taraftarıyım. Büyük harf kullanma kuralları ortadaki kelimelere hiç adil davranmıyor." -Margo

Radar bir siyahi. Bu konuda yazar bol bol espriler yapmış. Ve resmen teknoloji delisi. İpuçları birleştiren ve büyük bir gelişme gösteren karakterdi. Ayrıca evlerindeki siyahi noel baba koleksiyonlarını görmek isterdim. Ahahaha.* :D

"İşemek, bir kere başladığınızda bırakması çok ama çok zor olan iyi bir kitap gibidir." -Quentin

Ben... Ah Ben'e cidden bayıldım. Kitapta habire belden aşağı şakalar yapsa da cidden kitaba ayrı bir renk katmış. Onun sahnelerini okurken çok güldüm. :D Özellikle bir sahnede onun yüzünden aynı şeyleri yaşayacaktım. Kısaca bahsedeyim. Bunlar araba yolcuğundayken Ben'in tuvaleti gelir. İlle de çişimi yapacağım deyip durur. Bir şekilde bu sorunu hallederler ama çocuk resmen motora bağlamış gibi her saat başı çiş çiş demeye başlar. Ben de bunu okurken otobüsteyim. Allah'ımmm. Psikolojik olarak geldiler bana. Resmen mola için dakikalar saydım. Ah Ben ahh :D

"Ağlamaya başlayacakmışım ve gözlerimden çiş çıkacakmış gibi geliyor." -Ben

Ve işte böyle. John Green yine dolu dolu bir kitap yazmış. Hem eğlendirmiş, hem düşündürmüş. Her şey vardı. Margo'nun mizah anlayışını da sevdim. Okuyunca anlayacaksınız. Kız, tüm sisteme karşı yaşamak istiyor ki bazı konularda çok haklı. Kağıttan Kentler'i okuyunca kitabın isminin ne kadar anlamlı olduğunu öğreneceksiniz.

Kitabı okuyun. Okutun. Size bir şeyler katabilir. Katmasa bile bol bol kahkaha attıracak. Bir erkeğin gözünden anlatmasına rağmen müthiş olmuş.

Son olarak... Kitabın filmi yapılacak. :D  Quentin'i canlandıracak kişi Nat Wolff. Nat'i daha önce Aynı Yıldızın Altında Isaac olarak izlemiştik. Eminim ki bu role çok yakışacak. Cast'la ilgili başka bilgi yok. Film 2015'te vizyona girecek. 

Bir diğer John Green kitabına kadar kocaman öpücükler, sevgiler: Jane

7 Eylül 2014 Pazar

Kitap Yorumu: Uyumsuz 3 - Yandaş


Bu dünyada cesur olmanın bir sürü yolu var. Bazen cesaret, kendi hayatını senden çok daha büyük bir şey ya da başka biri için feda etmektir. Bazen de daha büyük bir amaç uğruna bildiğin her şeyden, bir zamanlar sevdiğin herkesten vazgeçmektir.

Şuan nasıl bir ruh haline sahibim, bilmiyorum. Normalde sevdiğim seriler bitince içimde bir boşluk oluşur ama bu sefer sanki kazık yemişim de nefes alamıyormuşum gibi hissediyorum. Neredeyse bir aydır bu seriyi okuyorum. Gerçekten çok sevdim, benimsedim ve bitmesin istedim. Yaşadıkları dünya her ne kadar korkutucu olsa da onların yanında olmak istedim. Ama serinin sonu öyle bir bitiyor ki... Korkutucu değil de vahşi, adaletsiz ve itici bir dünyada yaşadıklarını fark ettim.

Şöyle de bir gerçek var; bu seriye geç başladım. O yüzden seriyi okumadan önce baya blog yorumları okudum. Herkes ilk iki kitabı çok severken son kitapta yazara ne sövmüşler ne sövmüşler... Bazıları okumadan önce spoiler yedikleri için son kitabı okumamışlar bile. Ki ben de spoiler yedim ama araya zaman girince unutmuştum. Taa ki Yandaş'ı elime alana kadar. Birinin öleceğini ama bunun kim olduğunu hatırlamıyordum. Yine de okudum ve bu işkenceyi kendime yaptım. 

Ve işte başlıyoruz.

Kuralsız'da Edith Prior diye bir kadının videosunu izlemişler ve aslında çitlerin ardında bambaşka bir dünyanın olduklarını öğrenmişlerdi. Yandaş'ta ise konu kaldığı yerden devam ediyor. Tris ve Tobias bu videoyu izledikten sonra yerlerinde duramaz fakat Topluluksuzların başında olan Tobias'ın annesi Evelyn başlarında oldukları sürece bunu gerçekleştirmeleri oldukça zor olacaktır. Öyle ki Tobias, annesinin güvenini kazanmak zorunda.
Tris ise bir gün birileri tarafından ele geçirilir. Kendilerine Yandaş adı verdikleri bu topluluk aslında tanıdık isimlerden oluşmaktadır. Will'in ablası Cara ve Dürüstlük lideri Johanna. Yandaşlar, Topluluksuzlar'a karşı gelip, Topluluk'larını devam ettirmek adına çitlerine arkasına gitmeye hazır bir gruptur. Bunun sonrasında konu aynen şu şekilde devam ediyor; tanıdık yüzlerden oluşan bu grup (Tris, Tobias, Cara, Tori, Uriah, Caleb, Peter, Christina) bir şekilde kaçmayı başarır. Ki içlerinden biri öldürülüyor. Neyse, çitlerin oraya ulaşırlar ve yeni kişilerle tanışırlar. Zoe, David, Matthew, Nita ve diğer isimler yeni dünyada yaşayanlar ve şimdilik dost görünümlü kişiler. Burada bizimkileri çok güzel ağırlıyorlar. Hatta Tris, annesiyle ilgili çarpıcı gerçekleri öğreniyor. Tobias ise kendisi hakkında bilinmeyen bir şeyi keşfedince işler çok karışıyor. Daha yeni tanımasına rağmen Nita'yla bir planın içinde buluyor kendini ve gerçekten şok edici sahneler vardı. Bundan sonraki konuyu anlatmayacağım. çok şaşırtıcı ve sürpriz gelişmeler oluyor. Birçok karakteri kaybediyoruz.

Özellikle en çok sevdiğim iki karakterin ölümü arka arkaya olunca cidden kendime gelemedim. Hani, kitabı okuyorum ama boş okuyorum. Bitsin diye okuyorum. Bitince zaten kitabı kapattım ve yazarın neden böyle bir son yazdığını merak ettim. Gerçekten baş ağrıtıcı, düşündükçe içinden çıkılamayan bir son yazmış. 

"Zorunda kaldığında nelere cesaret edebildiğini bilsen şaşarsın." -Tris

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Tris, şuana kadar sevdiğim tüm kız karakterleri ezdi, geçti. Favorim oldu. Cesaretine, düşüncelerine, yaptığı fedakarlıklara hayran kaldım. Ki Beatrice ile Tris arasındaki farkı görmek mümkün. Uyumsuz'daki Beatrice ile Yandaş'taki Tris arasında uçurum farkı var. Bunu her zaman dile getiriyorum, Tris'in gelişim sürecine şahit olduk ve inanılmaz bir gelişim gösterdi. Kendini ve sevdiklerini savunması, koruması, elinden gelenin daha fazlasını yapması, ikna edici konuşmaları, acıları ve bu acıların üstesinden gelmesi, her şeye rağmen ihanet edenleri affetmesi, inatçı olması... Ve daha sayamayacağım bir sürü özelliği ile cidden örnek alınası bir karakter olmuş. Tris'i çok çok çok sevdim. Yandaş'ı soluksuz okumamın tek sebebi oydu. Gerçekten. Hayatımda hiçbir kız karakteri bu kadar benimseyip, sevmemiştim. Tris'in yeri bende çok ayrı artık.

Bu kitapta çok sevdiğim diğer karakterler ise Christina ve Uriah oldu. Ki zaten bu karakterleri önceki kitaplarda da çok sevmiştim. Ama bu kitapta nedense daha da sevdim. Özellikte Christina'nın son sahnelerdeki performansı... Dostluk bu olsa gerek dedim.

Derler ki birinin sana olan sevgisini göstermenin son yolu kendini feda etmesiyse, bunu yapmasına izin vermelisin.

Tobias'a gelirsek... Takma adı dışında bu erkek karakteri bir türlü sevemedim. İlk kitapta cidden otoriter ve karizma biriydi. Duruşuyla etkilemişti ama sonraki kitaplarda gözümde pısss söndü. Özellikle bu kitapta onun da gözünden anlatılan sahneler vardı. Yazar iyi, güzel anlatmış ama karakterdan daha çok soğmama sebep oldu. Bir de şöyle bir durum var. Kitabın ilk yarısından sonra yazar öyle bir değişime uğrattı ki Tobias'ı... Bir an durup "Ne oluyor be!" dedim. Bu şey gibi oldu, Gece Evi serisinin yazarları serinin Clark Kent'i, göz bebeği, yakışıklısı, Erik Night'ı ilk beş kitap boyunca yükseklerde tutup, sonrasında yere çakılmasını izlettirmeleri gibi bir şey oldu. Hani bir an cidden inanamadım Tobias'ın bu yaptıklarına. Onun yüzünden cidden kötü şeyler oldu. Kitapta dostları onu affetmiş olsa bile ben son ana kadar kısık gözlerle baktım ona. Zaten sonunu okuyunca bende ipler koptu. Tobias severlere sonsuz saygım var. Alın sizin olsun zaten ama ben şuan onu en pasif erkek karakter olarak görüyorum. Tamam, yaşadıklarına bakılırsa belki de yaptıkları normal ama yaşadıklarından ders çıkartıp, çok daha güçlü olmasını beklerdim. Ağlayan, zırlayan bir bebekten farkı yok benim için. Tris, bir kız olmasına rağmen ondan çok daha cesaretli ve 'erkek'.

Bir sözün, bir kelimenin bir cümlenin başa indirilen bir darbe gibi hissettirmesi çok tuhaf. -Tobias

Pekala, Tobias'a baya çıkıştım. Sanırım en öfkeli blog yazım bu olacak. :D Üzgünüm millet, umarım hayal kırıklığına uğramazsınız. Ama benim düşüncelerim bunlardı.

Ve Peter'a gelirsek... Serinin başından beri kötü karakterimizdi ama ben yine de seviyorum onu. Ve sevmemin nedenini son sahnede anladım. Çok güzel konuştu ve doğru olanı yaptı. Açıkçası yazar Peter'a bir yan seri yazsa okurum. Peter'ları seviyorum nedense. :D

Topluluksuzlar, Topluluklar, Çitlerin arkasındaki yaşam derken bizim grup cidden birçok mekan değiştirdi. Kimseye güvenemediler. Kime güvenseler zaten hep bir savaşın içinde buldular kendini. Buldukları hiçbir yeri yuva olarak göremediler. Aslında ciddi düşününce vahşi bir yaşamın ortasındalar. Kaçacakları bir yer yok. Oradan oraya yuvarlanıyorlar ve her defasında sevdiklerinden biri ölüyor. Gerçekten inanılmaz bir Distopya kurgusu. Yazar çok güzel düşünmüş. 
Biliyorum, birçok kişi serinin sonunu saçma buldu, öfkelerini kustular falan ama asıl gerçeği görmek gerek. Büyük bir fedakarlık yapılmadan gerçek mutlu sona ulaşılamıyor. Kitabın sonunda bizi mahveden, öfkelendiren, ağlatan ve şaşırtan şey aslında büyük fedakarlıktı. Tek sorun, acımsız bir şekilde gerçekleşmesi... 

Şuan duygularım karmakarışık. Aslında bu yorumu daha sonra yazmayı düşünüyordum ama her şey tazeyken kelimelere dökmek istedim. İşte böyle. Bir serinin daha sonuna geldim. Beni etkileyen ve unutamayacağım bir seri.
Serinin ilerleyen filmlerinde nasıl olur bilmiyorum ama kitabın sonundaki finali değiştirebilirler gibime geliyor. Hollywood halkı bu acıyı kaldıramaz! :D Şaka bir yana, finali değiştirirlerse -uygun bir şekilde- hiç de hayır demem.

Ve son olarak... Tris Prior gerçekten favori karakterim oldu. Uriah'ı, Christina'yı hatta Caleb ve Peter'ı bile delicesine özleyeceğim. Tobias'ı da Four adıyla anıp, geçeceğim.

Şimdilik bu kadar. Kısa bir tatile gidiyorum. Dönüşte sürpriz yorumlar olabilir. :D :D Sol üst köşede ne okuyacağımı görebilirsiniz. White Collar da bitmek üzere. Haftaya yorumu gelecek. Şu Vlog baskılarına da bir çözüm bulacağım.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Bu seriyi okumamı ısrarla söyleyen ve beni müthiş seriyle tanıştıran Gizay'a kocamaan sevgiler. İyi ki dostumsun ve iyi ki unutulmayacak serileri okumam için ısrar ediyorsun. Canımsın!

Not 2: Four'un gözünden anlatılan ve novellardan oluşan kitap yurtdışında çoktan çıktı. Artemis Yayınları da kitabı çıkaracağını duyurdu. Henüz bir tarih yok fakat bir tahminim var: İstanbul Kitap Fuarı - Kasım 2014

2 Eylül 2014 Salı

Kitap Yorumu: Ölümcül Oyuncaklar 6 - Cennet Ateşi Şehri


"Kahramanlar her zaman kazanan kişiler olmak zorunda değildirler.Bazen kaybedenlerdir de. Ama savaşmaya devam ederler, geri dönerler. Pes etmezler. Onları kahraman yapan da budur işte." -Clary

Şuan yazıya nereden başlasam bilemiyorum. En en en sevdiğim seri bitti. Ama sanki bitmemiş gibi. Son kitabı okurken sanki daha yeni kitaplar gelecekmiş gibi doyasıya okudum. Sonlara doğru "Dur, yavaşla. Bir daha bu ekibi okumak yok." dedim ama yine de kitap bitti işte.
Ölümcül Oyuncaklar serisini yaklaşık üç yıldır okuyorum. Ve bitmesi... Alicante'den* sınır dışı edilmişim gibi hissediyorum. Cassandra Clare'i okumayı delicesine seviyorum. Cehennem Makineleri bittiğinde yıkılmıştım ama Ölümcül Oyuncaklar da daha çok "Daha fazla istiyorum" modundaydım. Çünkü sonu mutlu, huzurlu ve tam istediğim gibi bitmiş. :(

Cassandra'yı okuyanlar bilir, kadın savaş yaratmayı ve bu savaşlarda sevdiğimiz karakterleri öldürmeyi, acı çektirmeyi ve bizi okurken süründürtmeyi çok seviyor. Bu kitapta da aynı şeyleri görmek mümkün. Tüm duyguları arka arkaya yaşadım. Endişe, heyecan, mutluluk, şaşkınlık, korku, nefret, hüzün... Şuan beynim error verme konumunda. Evrenler arası yolculuğa çıkmışım gibi hissediyorum. :D Yazar son kitapta kurguyu o kadar yoğunlaştırmış ki kitabı okurken başınızın dönmesi mümkün.

Kitapta birçok bölüm var. Bir yanda Jace, Clary, Isabelle, Alec ve Simon savaşı kazanmak için çabalıyorlar, diğer yanda Alicante'de kalan Luke, Jocelyn, Lightwood'lar, Magnus, Raphael ve birçok isim savaş hazırlıkları yapıyor. Ve kitapta  Cassandra'nın yeni serisinde yer alacak karakterleri bolca görmek de mümkün. Los Angeles Enstitüsü'nde geçecek olan yeni serinin karakterleri Emma, Jules ve diğer çocuklar bu kitapta büyük rol oynamışlar. En azından onları tanıma şansı bulduk. Bunların dışında şunu söylemeliyim ki kafa karıştırıcı sahneler olabilir. Ki ben çoğu yerde sahneleri tekrar okudum.Yoğun, ağır ve uzun bir anlatımı var yazarın. Zaten seriyi okuyanlar bunun farkında ama son kitapta başka bir yoğunluk vardı sanki. Bunun bir diğer sebebi kesinlikle çeviriyle alakalı. Kitabı çeviren kişiyi kınamak ya da yerden yere vurmak gibi bir amacım yok şuanda. (Özellikle bu mesleği edinmek istiyorken.) Fakat keşke kitabı çevirmeden önce serinin diğer kitaplarına bir göz atsaydı. Alıştığımız bazı kavramları farklı çevirmiş. En bariz iki kelimeden örnek vereyim: Stelini mızrakçık, Sessiz Kardeşleri de Sessiz Biraderler diye çevirmiş. Bunlar minik ayrıntılar ama seriyi seven biri için göze batan detaylar. Okurken cidden surat astım ve o kelimeleri okurken kendi bildiğim şekilde çevirdim. Bu konuda çevirmenden çok yayınevine sinirleniyorum. Seriyi çeviren sabit bir çevirmen bulabilirlerdi. Neyse.

"Hiçbir şey hissetmemektense sevip korkmak daha iyidir. Yoksa taşlaşırız." -Catarina

Şimdi kitaptan bahsetmek istiyorum. Ve belirtmem gerekir ki seriyi okumayanlar ya da yeni başlayanlar için müthiş spoiler verme konumundayım şuanda. :D Ona göre devam edin.
Son üç kitaptır bizimkilerin başında büyük bir bela vardı. Sebastian. Clary'nin abisi, Valentine'in iblis oğlu ve herkesin korkmakta haklı olduğu baş düşman. Bu kitabın baş karakteriydi. Yine tüm kötülükleri yapmaktan kaçınmadı. Ölümcül Kupa sayesinde Karanlık Gölge Avcıları oluşturdu. Bunu yapmasındaki amaç ise Gölge Avcılarının sevdiklerini alıp, onlara vahşice bir düşman ordusu yarattı. Ki bu durumda Avcılar, tanıdıkları insanları öldürme konusunda tereddütte kaldılar.
Büyük Kara bir savaş tüm kitabı konu edinmiş durumdaydı. Olaylar sadece Alicante'de geçmiyordu. Bilmediğimiz diyarlar ortaya çıktı. Şeytani Diyarlar, Peri Diyarları ve Alicante'nin paralel evrendeki ölümcül diyarı diyebileceğim bir mekan daha ortaya çıktı. Jace, Clary, Izyy, Simon ve Alec cidden birçok tuzaktan geçti. Resmen ölüme doğru yürüdüler. Çoğu sahnede kalbiniz hopp edebilir. Çünkü Cassandra bu, ne yapacağını tahmin edemiyorsunuz. Seride sevdiğiniz karakterler ölecek demişti. Tamam, ölen karakterler için üzüldüm ama öyle "Amaaan, okumam bundan sonra. Gitti güzelim karakter" dedirtecek cinsten bir şey yoktu. Ki iyi ki yoktu. :D
Bu grubun dışındakiler ne yapıyordu nerdesiniz, valla çok karışıktı olaylar. Luke, Raphael, Magnus ve Jocelyn baya zorluklar atlattı. Alicante'de kalan Emma ve Jules gibi yeni karakterler kendi acılarını, korkularını yaşadılar. Sebastian'ın parmağı her yerdeydi. Her bölümde onun kötülüğünü görmek mümkündü. Kitapla ilgili pek fazla bir şey diyemeyeceğim çünkü her şey birbirine bağlantılı. Ne desem spoiler olur ya da diğer şeyleri de anlatmam gerekir. O yüzden özetle; büyük bir savaşın içinde hissedebilirsiniz. Okurken sanki evle Alicante arasında mekik dokumuş gibi bir his yaşabilirsiniz.

"Düştüğün zaman olan budur. Sende pırıl pırıl olan her şey karanlık bir hal alır. Bir zamanlar ne kadar zekiysen o kadar kötü olursun. Uzun bir düşüştür bu." -Jace

Bunların dışında Jace'i bol bol görme gibi bir lüksünüz olmasın. Bu konuda hayal kırıklığına uğradım. Tamam, çoğu sahnede yer aldı ama şu yeni karakterler yüzünden yazar sanki Jace'e pek odaklanamamış. Bu konuda şikayetçiyim. :D Clary-Jace sahneleri için ağzımı açmam. Sürpriz gelişmeler var. :D :D
Clary-Simon dostluğunu iliklerinize kadar hissedebilirsiniz. Hatta Simon'dan biraz bahsetmek istiyorum. Bir önceki kitabın yorumunu yaparken "Bu kızıl kafa kesin Simon'la ilgili kötü planlar kuruyor." demiştim. Ay, cidden hissetmişim. Kitapta Simon ön plandaydı çoğu zaman. Çok kahramanca davrandı. Onu daha da sever oldum. Ve kitabın sonlarına doğru bir fedakarlık yaptı ki... Ölmedi ama ölse bu kadar üzülürdüm. Resmen ağlayacaktım. Clary'nin durumu daha vahimdi. O yüzden o bölümleri okurken yazara acayip sinir oldum. Jace bitti Simon'a sardı resmen!

"Bildiğim ve sevdiğim her şeyi terk ettim. Belki tam olarak terk etmedim ama kendimle daha önceki hayatım arasına bir cam duvar ördüm. Onu görebiliyor, fakat dokunamıyordum, bir parçası olamıyordum." -Zachariah

Kitapta sürpriz isimlerde vardı. En merak ettiklerimizden mesela...Magnus'un babası. :D Hem komik hem itici hem ne bileyim... Dayaklık ? İlginç ve uyuz bir tipti. Diğer iki karakterden bahsetsem mi bilemiyorum ama tahmin ediyorsunuzdur. Cehennem Makineleri serisinden Tessa ve Jem de bu kitapta yer almışlar. Okurken mutlu olmam lazımdı değil mi ? Ben tam tersine çatık kaşlarla okudum. "Ohh tabi hayatı yaşayın, Will kim bilir nerelerde. Ay daraldım!" modundaydım. Gerçekten, C.M. final kitabından sonra Tessa'dan fena soğdum. Jem'i hala seviyorum ama ne bileyim. Willsiz bir tat vermiyorlar.

Bunları geçeyim. Bazı sahnelerden bahsedeyim. Çok komik sahneler vardı. Simon'ın sarhoş olduğu sahne mesela. :D Tekrar tekrar okudum. Çok komikti. Izyy'le aralarındaki ilişki çok güzeldi cidden. Simon Lewis, bu serideki en masum ve en çekici kişi bence. (Jace, bakma öyle.) Bir diğer şaşırtıcı sahne ise bir bölümde İstanbul adı geçiyor. Aslında okuyunca size sürpriz olsaydı ama söylemesem olmazdı. :D İstanbul'da da bir Enstitü varmış yahu! Tamam itiraf ediyorum, başında ben varım! :D

".... olağanüstü hikayeler okumanın keyfini yaşayabilir ya da hikayenin bir parçası olabilirsin." -Magnus

Bu kitapta ayrıca Magnus'u ayrı bir sevdim. Adamın zaten farklı bir tarzı ve enerjisi var. Sizi içine doğru çekiyormuş gibi... Onu okurken nedense rahat hissettim kendimi. :D Magnus Bane'le gerçek hayatta karşılaşmak isterdim. Bana da "Kurabiyem*" diyebilirsin! :D

"Bazen bir şeyleri yeniden kazanmak için her şeyini kaybetmen gerekir ve kaybetmenin verdiği acı ne kadar büyükse yeniden kazanmak da bir o kadar tatlıdır. -Sebastian 

Ve son olarak aslında bunu söylemek biraz ironik ama sonlara doğru Sebastian'a üzüldüm. İlk defa ona acıdım. Sevgiye aç, Clary'nin ilgisine muhtaç biri. O kadar kötülük yaptı, elinde olsa daha da fena şeyler yapacaktı ama ona karşı bir an gerçekten sıcaklık, sevgi, merhamet hissettim. Yazar beni iyice dengesiz yaptı. :D

Yazarken öyle şakaya falan vuruyorum ama içim kan ağlıyor. Seri bitti, seri! Karakterlerine o kadar bağlıyım ki cidden bittiğine inanamıyorum. Her karakterin ayrı bir çekiciliği, komikliği, farklı bir havası var. Hayır onu geç, serinin gerek kurgusu gerek anlatım biçimi... enfes. Her zaman diyorum. Cassandra'nın hayal dünyasına delicesine aşığım. Beni oraya hapsetseler gıkım çıkmaz.

İşte böyle. Bir seri daha bitti. Kitaplığımın gözdesi olarak yerini aldı. Yine okurum bu kitabı. Doyamadım çünkü. Herondale, Lightwood, Carstairs... Bu üç soyadın yeri bende ayrı. Sonunda Jace'in kalıcı bir soyadı oldu. Jace Herondale, her zaman hatırlayacağım seni. Yaşlanıp, büzüşsen bile. :D

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

1 Eylül 2014 Pazartesi

Would You Rather Book Tag ?


Bloglar Arası Eğlence: Seni Mimledim!

Bu aralar tam da can sıkıntısından evde dolanıyorken az önce mimlendim. Bu mim olayı ne derseniz; blogger sahipleri belli bir konu bulup, bunun üzerine eğlenceli soru-cevap etkinliği niteliğinde bir yazı oluşturuyorlar ve birilerini mimliyorlar. Bu süper eğlenceli etkinlik bayadır var ama ben ilk kez mimlendim. Bu yüzden Agnes Wood'a kocamaaan teşekkür ediyorum. Nasıl mutlu oldum şuan. :D

Agnes Wood'un açıklamasına göre: "Türkçesi Hangisini Seçerdiniz?.  Etkinliğin yapılışına gelirsek aşağıda 10 tane soru var. İki durum veriliyor ve birini seçiyorsunuz. Ancak seçtiğiniz durum hayatınızın sonuna kadar devam edecek (oldukça zor değil mi?). Etkinlik sonunda 3 ya da 6 kişiyi mimlemeniz gerekiyor."

Ve işte başlıyorum!

1-Çok kitaptan oluşan seriler mi ya da tek kitaplar mı?
Kesinlikle seriler. Öyle daha heyecanlı oluyor ve sevdiğim karakterleri uzunca bir süre okuyabiliyorum.

2-Sadece kadın yazarları mı yoksa erkek yazarları mı okumak?
Erkek yazarları da okuyorum ama kadın yazar gibisi yok!

3-Kitapçıya gidip kitap almak mı, internet üzerinden kitap almak mı?
Kitap fiyatları bu kadar uçuk olmasaydı kitapçı derdim ama şuan internetten alıyorum ve böyle devam edecek gibi.

4-Film olan kitaplar mı yoksa dizi olan kitaplar mı?
Dizi olan kitapları gördük... Alakasız yani. Hoş, filmlerde öyle ama film uyarlamaları tercih ederim.

5-Günde 5 sayfa okumak mı haftada 5 kitap mı?
Çok uçuk bir soru bana göre. :D Ama günde 5 sayfa okumayı hakaret sayarım kendime. O yüzden, haftada 5 kitap diyorum.

6-Profesyonel bir yazar olmak ya da profesyonel bir yorumcu olmak ?
Tamam, bir şey hayal edip yazmak da güzel ama okuyup, yorumlamak daha eğlenceli ve stressiz. :D

7-En sevdiğiniz 20 kitabı tekrar tekrar okumak mı yoksa her gün daha önce okumadığınız yeni bir kitabı okumak mı?
Hmmm. Sevdiğim kitapları baştan aşağı tekrardan kolay kolay okumam. O yüzden her güne yeni bir kitap isterim! :D

8-Kütüphanede çalışmak mı kitap satıcısı olmak mı?
D&R'da kitap bölümünde olmasam bile arada o bölümde de takıldım. Yani kesinlikle kitap satıcısı olmak. :D

9-Favori türünüzden kitap okumak mı yoksa favori türünüz hariç diğer her türden kitaplar okumak mı?
Yeni türler keşfetmeyi seviyorum. Habire oturup da fantastik okuyamam.O yüzden her türden kitap okumak diyorum. :D

10-Sadece fiziksel kitap kopyalarını okumak mı yoksa sadece e-kitap okumak mı?
E-kitap hiç bana göre değil. Kitap okumak dediğin, o kitabı eline alacaksın, sayfaları tek tek çevireceksin. Kitap bittiğinde sımsıkı sarılıp, uyuyacaksın arkadaş!

Eğlenceli 10 soruya cevabım böyleydi işte. :D Benim mimlediklerim ise; RobStenZannessa & Gizay (Blog'unuz yok biliyorum ama Tumblr'da cevaplarınızı bekliyorum!) ve Kitap Okuyan Solucan