Pages

28 Eylül 2013 Cumartesi

Kitap Yorumu : Millenium Üçlemesi 1 - Ejderha Dövmeli Kız

   Bazen yanlış zamanda yanlış kitabı okumak mümkün. Çünkü bazı kitaplar belli bir kitleye hitap eder ve siz onu görmezden gelip, löp diye kitaba dalarsanız 200 sayfa falan bir bocalama yaşayıp, kitaplardan uzaklaşabilirsiniz. Fakat sonrasında o kitap hayatınızın bir parçası olup, sizi etkisinden çıkarmaz. Kimden mi bahsediyorum ? Elbetteki Jane'den. :D 
Bir kitap kurdu olmanın yan etkileri de var elbette. Bunlardan biri de yaşınız, kitaba uygun değilse bile bir merakla alıp, okumak isteyebilirsiniz. Bende de durum aynen öyle olmuştu. Lisenin ilk yılını bitirip, güzel bir tatil yapmaya karar vermişken, her yerde Ejderha Dövmeli Kız'ın adını duyuyordum. Eh, o zaman tam bir kitap delisiydim. Hiç yerimde durur muyum ? Kitabı kaptım hemen. Okuyacağım ilk polisiye roman olacaktı ve gerçekten baya kalındı. Yine de bunlar gözümü korkutmadı ve kitaba başladım. Dediğim gibi ilk 200 sayfa çok bocaladım, sıkıldım, anlamadım. Resmen bir bunalma geldi bana. Yine de bir kitabı yarım bırakma gibi bir huyum olmadığı için inatla devam ettim. Ve evet, yanlış zamanda yanlış bir kitabı okumama rağmen o kitabı çok sevdim ve aradan 3-4 yıl geçse bile hala arada etkilerinde kalıyorum.

Kitabın yazarı Stieg Larsson, İsveçli gazeteci-yazar ve bu kitabın serisini tamamladıktan sonra 50 yaşında vefat etmiş. Bundan dolayı, sevgili yazar Larsson, kitabının milyonlarca satıldığını, çok sevildiğini ya da kitabının iki farklı yapımla filme çevrildiğini ne yazık ki göremedi. Gerçekten şaşırtıcı ve üzücü bir durum.

Ben bunu öğrendikten sonra seriye aynen devam ettim ama hiçbir şey ilk kitabın verdiği tatı veremedi. O yüzden bu kitap bende çok değerli. Her ne kadar ilk başta kimyalarımız uyuşmasa da sonrasında ayrılmaz bir ikili olduk. Konusundan bahsetmek gerekirse, biraz karışık ama aslında sonlara doğru olayların ne kadar açık olduğunu farkettiren bir roman. Yine de elimden geldiğince, karmakarışık olmadan, genel olarak konuyu anlatayım ; Mikael Blomkvist, İsveçli gazetecidir. İş yerinde, yazdığı bir makale yüzünden başı beladadır ve mahkemelik olmuştur. Üç aylık hapis cezasıyla beraber birikiminin bir çoğunu tazminat olarak vermek zorunda kalmıştır. En kötüsü ise mesleği tehlikeye girmiştir. Bu kadar bataklık içindeyken inanılmaz bir şekilde iş teklifi alır. Teklifi veren kişi Henrik Vanger, çok yaşlı, zengin ve soylu bir adamdır. Her yıl doğum gününde esrarengiz bir şekilde egzotik çiçekler alır. Yıllarca bu çiçeklerin kimin gönderdiğine dair bir ipucu bulamamıştır. Ve üstelik çok sevdiği yeğeni Harriet, 1966 yılında arkasında iz bırakmadan kaybolmuştur. Öldürüldüğüne dair bir cesette olmadığı için Vanger, Mikael'den bu konuya açıklık getirmesini ister. İşte asıl macera ve gizemli olaylar bundan sonrasında başlar. Daha fazla ipucu veremem. :D Ama, kitaptaki sağlam karakterlerden biri olan Lisbeth Salander'dan bahsetmemek olmaz. Bir dönem, herkes Salander gibi olmak istiyordu. Hem tarzıyla hem zekasıyla gerçekten hayran verici bir karakter. Kitabın ismi de Lisbeth'le alakalı zaten. Lisbeth'in, kurgudaki yeri ve amacı ise, Mikael, araştırma devam ettikçe içinden çıkılması zor bir yola girer ve tam bu sırada esrarengiz bir şekilde Lisbeth ortaya çıkar. Kendisi dahi bir hacker. Zekası sayesinde Mikael'e çok yardımcı olurken aralarında ufak tefek yakınlaşmalarda oluyor. Ama tarzları o kadar çok zıt ki... Bazı yerlerde "hadi ama, olsun bu iş" diyorsunuz ama yazarımız erkek olduğu için baya süründürdü bizi. Kitabın sonunda zaten bende enerji diye bir şey kalmamıştı. Lisbeth'le beraber bende bir şeyleri fırlatmak falan istemiştim. :D
Kitabın sonunda çok mantıklı bir şekilde her şey açığa çıkıyor fakat bu macera ve gizemde Mikael ile Lisbeth'i bekleyen; çözülmesi gereken bir seri cinayet, bulunması gereken kayıp bir kadın ve ortalarda dolaşan piskopat, sapık ruhlu bir katil var.

İlk okuduğum polisiye kitap yanında en iyi okuduğum polisiye kitap diyebilirim. Kurgusuna aşık olmuştum. Yazarın hayal gücüne zaten tutuldum. Kurgusu dışında, yarattığı karakterler hayran verici. Özellikle Lisbeth, gerçekten çok güçlü bir kadın. Görünüşüyle çıtı pıtı, kırılgan görülebilir ama çok asi, kendine güvenen ve güçlü biri. Bu yüzden bir dönem Lisbeth hayran çılgınlığı vardı. :D 
Kitapta gerilimi gerçekten hissediyorsunuz. Özellikle ortalarda, olaylar değişik bir hal almaya başlayınca gözlerim acıdığı halde kitabı bırakamadığım zamanları hatırlıyorum. Resmen kitap size bağımlılık yapıyor.
Yazarın dili sürükleyici, merak uyandırıcı, heyecan verici ve akıcı. İlk başlarda sıkılmamın nedeni ise bu türe alışkın olmamam ve ilk polisiye deneyemimin olması. Bu yüzden tüm suç benim. Polisiye türünde şiddetle önereceğim bir kitap.
Son olarak, kitabın hem Amerikan hemde İsveç yapımı filmleri var. İsveç yapımını izledim fakat tam hatırlamıyorum. O yüzden bir yorumda bulunmak istemiyorum. Amerikan yapımında ise oyuncuları, karakterlere uyumlu bulmadığım için izlemedim. Yine de izlemek isteyenler her iki yapıma da göz atabilirler. Ama elbette öncelik kitap olsun. :D

Sevgiler, öpücükler ; Jane

27 Eylül 2013 Cuma

Yabancı Dizi Önerileri : Hayatınız "Renklensin"


   Normalde çok dizi izleyen biri değildim. Yaklaşık üç sene önceye kadar. Sonrasında yabancı dizilere bir sardım ki... Beni tutabilene aşk olsun. Günlerce diziye bağlandığım, sırf sezonu bitirmek için okulu astığım günleri bilirim ben. Ya da gözlerim şaşı olana kadar 10 bölüm arka arkaya izlediğim zamanları bilirim. İşte bazı diziler insanı anormal yapabiliyor. :D İyi yönleri de var elbette. Özellikle Amerikan yapımı diziler izlediğim için ingilizcem gerçekten çok gelişti. Bazen türkçe alt yazısına bakmadan izlediğim bölümler oluyor ve bu insanda öyle bir mutluluk yaratıyor ki... (Ya da sadece bende mi öyle oluyor ? Minik şeylerden bile mutlu olan bir insanım işte.) 
Yan etkileri kadar çok faydaları da oluyor bu dizilerin. Tabii aşırı bölüm izlemezseniz... (Yoksa gözleriniz bozulup, gözlüğe mahkum kalabilirsiniz.)  Gel gelelim hangi diziler izlenmeli, keyif alınmalı. Şahsen ben çoğunlukla fantastik ve bilim kurgu dizileri izlerim. Ama son zamanlarda sitc-com, komedi ve polisiye dizilerine de takmış durumdayım. Zamanım olsa herhalde Dizimag'i yalayıp yutardım. Fakat yine sınav döneminde olduğum için maalesef sit-com dizileriyle idare ediyorum.
Öyle bir dönemdeyiz ki, herkes yoğun, meşgul ya da oturup saatlerce dizi, film izleyebilecek bir konumda değil. Bu yüzden yeni dizilerden ya da kısa sezonlu dizilerden bahsedip, aklınızı çeleyim dedim. 
Daha öncelerinde Lost'tan, Fringe'den, Supernatural'dan ve Merlin'den doya doya bahsettim. Onlara da göz atabilirsiniz. Çok fazla sezonları yok. Ama bu sefer 3-4 sezonluk ya da 5 sezon olup devam eden dizilerden bahsedeyim dedim. 

The Walking Dead : Sanırım, yeni bölümleri için kıvranıp durduğum dizilerden biri. O kadar çok seviyorum ki kurgusunu. Normalde zombi temalı şeylerden nefret ederim. Ama bir gün TV'de iki bölümünü arka arkaya izledikten sonra internete gömüldüm ve mevcut sezonlarını izledim. Eh, sonrasında yeni bölümleri için süründüm. Ama değiyor, gerçekten. Nedense, dünyada bir olay olup, insanlar bu olaydan etkilenip, ilk çağdaki yaşamlar gibi hayat mücadelesi vermeye başladıkları zamanı konu edinen her kurguya karşı bir ilgim var. Mesela Lost'ta da öyleydi. Bir adaya düşen uçaktaki yolcular teknolojisiz ve doğa yaşamıyla hayat mücadelesi veriyorlar, uğraşıyorlar. Sanki her şeye en baştan başlıyorlar gibi. İmkanım olsa bende her şeyden sıyrılıp, yaşamım için mücadele vermek isterdim. Evet, her neyse. Zombi severler zaten diziye direk başlasın. Kurgusu çok sağlam. Aralık'ta 4.sezon başlayacak. O zamana kadar diğer sezonları rahatlıkla bitirebilirsiniz. Hayatınıza zombilerle devam edin. İnanın çok "renkli" oluyor. :D
Once Upon A Time : Aslında bu diziyi anlatan en iyi cümlem ; Masallar hiç bu kadar karanlık olmamıştı." 
Eminim küçüklüğünüzde mutlaka "bir varmış bir yokmuş" cümlesini duymuşsunuzdur. Ya da Pamuk Prensesi, Rapunzel'i, Peter Pan'i, Kırmızı Başlıklı Kız'ı tanıyorsunuzdur. İşte bu dizi de masal kahramanlarını ön plana alıp, karanlık taraflarını göstermiş. Kurgusu o kadar hayran verici ki... Her bölümde şaşırıyorum ve inanılmaz bir hayranlık duyuyorum. Zaten yapımcısından belli ne kadar kaliteli bir dizi olduğu ; Lost ve Fringe'in de yapımcılığını yaptığı J.J. Abrams. Kurgusu yanında, karakterler ve oyuncuları müthiş uyum içinde. Oturup arka arkaya sayısız bölüm izletebilecek bir dizi. Haftaya 3.sezonu başlıyor. Hazır daha yeniyken diziye mutlaka göz atın derim. Daha ilk bölümden zaten dikkat çekiyor. Masal kahramanları var diye ön yargıya kapılmayın çünkü yetişkinlere de hitap edebilecek bir dizi.

The Vampire Diaries : Vampir Günlükleri'ni bir yerlerden duymuşsunuzdur. Büyük bir hayran kitlesi var. Özellikle "çılgın genç kızlar" tarafından çok izleniliyor. İlk zamanlar bende dizinin delisiydim. Sonrasında senaristler olayları öyle bir karıştırdı ki, artık bir kaç karakterim için izliyorum bile diyebilirim. Ama ilk 3 sezonun tadı bambaşka ! Dizide ne ararsanız var. Vampirler başta olmak üzere, kurt adamlar, cadılar, köken aileler, melezler, görsel ikizler, avcılar, eh bir tane insan karakterimiz de var. Dizinin kitaplarını okuyanlar zaten konusunu bilirler ama kitap ve dizi çok farklı. İlkten kitapları favorim olarak görüyordum ama kabul ediyorum ki dizideki kurgu daha sürükleyici ve güzel. Gelecek ay 5.sezona başlayacak. Eminim ki ilk 3 sezona bayılacaksınız. -Özellikle köken ailesine- Eh sonrasında biraz söylenip, senaristlere küfür edebilirsiniz. Hakkediyorlar. :D Ve son olarak, bu dizinin soundtrack'ına hayranım. Her bölümde bağımlayıcı müzikler çalıyorlar. Mp3'üm de bol bol TVD müzikleri var zaten. Dizi, double yarar sağlıyor bana. :D

White Collar : Polisiyelere takmış olduğumu söylemiştim. Alın size miss gibi bir polisiye dizisi. Başrolde Matt Bomer var desem... Onu izlemekten alt yazıyı kaçırıyorum hep. Bu bir yan etki tabii. Ama dizinin kurgusu çok iyi. Sürükleyici ve heyecan verici. İlk 2 sezonu TV'den izledim. Sonrasını internetten izlemeye devam ediyorum. Gelecek aylarda 5.sezonu başlayacak. Sağlam bir polisiye dizi isterseniz öneririm. İzlemem canım benim derseniz de Matt Bomer'la aşk yaşamaya aynen devam ederim. :D 

Sonny With A Chance : Disney'in eski dizilerinden biri. Aslında bunu önerip önermemek konusunda biraz kararsız kaldım. Çünkü dizi öyle bir yerde bitiyor ki... Bunun sebebi ise başroldeki Demi Lovato'nun (İdollerimden biri, ona bu konuda kızmam imkansız.) rehabilitasyon'a gitmek için diziden ayrılmasıydı. 2 sezonluk bir dizi. Devamını getirebilirlerdi ama dediğim gibi başroldeki sağlam oyuncu çıkınca reytingler düştü ve dizi kaldırıldı. Disney'in her filmini izlerim ama her dizisini kolay kolay izlemem. Çünkü konuları çoğu zaman benzer oluyor ve belirli yaşa hitap ediyorlar. Fakat, bu diziyi gerçekten kaç yaşına gelirsem geleyim sıkılmadan izlerim. Komedi tavan yapıyor. Aşk, elbette var. Eğlence, müzik, heyecan... Her şey var. Bu yaz, sezonları yeniden izledim. Diziyi izlerken zaten aptal aptal sırıtıyorsunuz. Bazı yerlerde kahkaha atmak için videolarını durduğum zamanları bilirim ben. Ya da bir yere fena halde takıp, geri sar geri sar derken 20 dakikalık bölüm yarım saati geçer. :D Beni çok güldüren ve eğlendiren bir dizi. İzleyin derim. İnternette alt yazılısı yok fakat çok güzel dublajları var. 2 sezonun değerini bilin. O.o

Jane'den şimdilik bu kadar. Daha bende ne ganimetler var ileride göstereceğim. Umarım önerilerim bir işe yarıyordur. Çünkü ben dizi, film, müzik ve kitap önerilerine bayılırım ve her zaman insanlardan istekte bulunurum. Eğer benim gibiler varsa, diye böyle yazılar hazırlıyorum. Jane'i yakından tanıyın ve aslında ne kadar 'sosyal' biri olduğunu görün. :P

Sevgiler, öpücükler ; Jane

21 Eylül 2013 Cumartesi

Film Önerileri : Haftasonların Tadını Çıkarın !


 21 Jump Street -Liseli Polisler- : Aksiyon, Komedi, Suç / Filmi, ilk çıktığı zamanlar izlemiştim. Channing Tatum başrolde olunca yerimde duramadım. :D Aksiyon ve komedinin olduğu her film güzeldir bence. O yüzden bu filmi çok sevdim. 2012'nin en güzel filmlerinden biriydi.

Honey : Drama, Müzikal, Romantik / Step Up serisi bittikten sonra habire müzikal ve dans dolu filmler izlemek isteyebilirsiniz. Honey'de de bol bol dans, eğlence ve aşk var. Jessica Alba'yı bir de dans ederken görün. :D

Maske : Fantastik, Komedi, Macera / Jim Carrey'in eski filmlerinden biri. Eminim ya ismini duymuşsunuzdur ya da mutlaka bir yerlerde fotoğraf, replik falan görmüşsünüzdür. İşin içinde Carrey olunca eğlenmemek, gülmemek imkansız. Mutlaka izleyin derim. :D

Son Durak Serisi : Korku / Bu seriye bayılıyorum ! Bir yaz, sadece korku ve gerilim filmleri izlemiştim. Son Durak'ta izlediğim filmlerden biriydi. Beş filmini de bıkmadan seyrederim. Gerçekten korku ve gerilim severler bu seriyi izlesin. Her filmde konu farklı fakat mantık aynı. Yine de insan izlerken heyecanlanmadan ya da bir gözünü kapatıp, diğer gözüyle korkuyla izlememek mümkün değil. :D

Bir Gün : Dram, Romantik / Bir Gün'ün ilk önce kitabını duydum fakat okumadım. Okuyan bir kaç arkadaşım pek tatmin olmadığı için bende pek ilgilenmedim. Derken, filmi çıktı. Anne Hathaway başrolde olunca, izlenmeye değer buldum. Ve izledim. Çok çok çok etkilenmiştim. O kadar güzel bir filmdi ki... Yeniden izlemeye korkuyorum. Çünkü filmin son sahnesinde canım acımıştı. İçimi burkan, beni hüzünlendiren filmleri ayıla bayıla izlerim ama içimde koca bir boşlukta oluştururlar.
Dear John - Sevgili John : Dram, Romantik / Channing Tatum ve Amanda Seyried başrolde ve ben izlemeyecektim ? Tanrım, bu iki oyuncuya bayılıyorum. Her filmlerini ön yargısız izleyebilirim. Bu filmlerini de izledim. İçimi burkan bir filmdi, yine. Bazen hüzünlendirse de bazende aptal aptal sırıtmama sebep oldu. :D
The Last Song - Son Şarkı : Bir ara Miley Cyrus'ın filmlerine takıntı olmuştum. Bu filmini de o zamanlar izledim. Aslında bu da bir kitaptan uyarlama film. Dear John'ın yazarıyla aynı. Adam nerede hüzünlü, can acıtı konular var hepsini kitap olarak yazmış ve yapımcılarda filme çevirmiş. Film sonunda ağlamadan duramadım. Eğlendiğim sahnelerde vardı. Bkz : Miley ve Liam Hemsworth'ün eğlenceli sahneleri. (Ve film müziklerini çok sevdim.)

Diğerleri : Dram, Gerilim, Korku, Gizem / Sanırım izlediğim ilk korku filmlerinden biri. Bir gün ablamla evde dvd'sini bulunca açıp izledik. Bana bir şeyler oldu sanki. :D İlk izlediğim de fena halde korkmuştum. Sonra her haftasonu bıkmadan izleyince, aslında korkudan çok gizemin ön planda olduğunu farkettim. Yıllar geçse de hala etkisinden çıkamadım filmin. Eh, Nicole Kidman'nın yan etkileri...

Part Of Me - Katy Perry : Belgesel, Dans, Müzikal / Katy Perry'nin hayatını anlatan, belgesel niteliğinde bir film. Açıkçası bu filmi çok merak ediyordum. Dünyaca ünlü, büyük başarılar kazanmış biri olan Katy'nin hayatını çok merak ediyordum. Ve filmi izleyince, gerçekleri anladım. Dünyaca ünlü bile olsa sadece kameralar önündeki mutlu hallerini görüyoruz. Kamera arkasında, yalnız kaldıklarında neler yaşadıklarını kimse bilmiyor. Katy, bu anlarını çok güzel yansıtmış. Zaten kendisini ve müziğini seviyordum, saygı duyuyordum. Şimdi gözümde bambaşka bir Katy Perry var. İzlemenizi öneririm.

Aşkın 500 Günü : Romantik, Komedi, Dram / Zooey Deschanel ve Joseph Gordon-Levitt ikilisine bayılıyorum ! Onları aynı filmde izlemek mükemmeldi. Değişik ve hayatın içinden bir konusu vardı. Bu sefer aşkı, erkeğin gözünden izleyin. Bazı erkekler odun olmayıp, delice sevebiliyorlar. Gerçekten çok anlamlı bir filmdi. O yüzden en sona sakladım. Çünkü bu filmden bol bol replik paylaşmak istiyorum! :D 
Umarım okul dışındaki zamanlarınızı önerdiğim filmlerle değerlendirip, beğenirsiniz. Bir sonraki film önerilerimde görüşmek üzere !!!  :D

Sevgiler, öpücükler ; Jane

18 Eylül 2013 Çarşamba

Kitap Yorumu : Gül Tanrıçası - PC Cast


    Uzun zamandır Tanrıça serisini okumuyordum. Yeni çıkan kitapları elimde ama nedense bir türlü okuyasım yoktu. Ve en sonunda Gül Tanrıça'sını okudum. PC Cast okumayı özlemişim dedim.
Gül Tanrıçası, bana biraz Bahar Tanrıçası'nı hatırlattı. Kurgu ve konu hemen hemen aynı diyebilirim. Tabii farklılıklar da vardı ama sanırım Gül Tanrıçası biraz daha ağır işledi. Bu da biraz sıkılmama neden oldu ama en azından kitabı bitirdim. :D Eğlendiğim yerler oldu mu ? Elbette. PC Cast bu ! İnce bir espri anlayışı var yazarımızda.

"Bir dengenin kurulması gerek, Mikado. Işığa karşı karanlık, iyiye karşı kötülük, yaşam karşı ölüm. Denge olmazsa hayat döngüsü iflas eder."

Ve bu kitap bana çok fazla bir şekilde Gece Evi serisini anımsattı. Ritüeller ve dört ana element ; ateş, su, toprak ve hava, kitapta yer alınca "yanlış kitabı mı okuyorum yoksa" diye şüphelenmeme sebep oldu. Serilerin yazarları aynı olunca benzerlik kaçınılmaz oluyor.
Bu seferki Tanrıça'mızın konusu ise ; Mikki -Mikado- Empusai, hastanede çalışan genç bir kadındır. Fakat tuhaf rüyalar görmektedir. Rüyalarındaki adam ise pek normal biri değildir.Boynuzları olan, sert yapılı biridir. Canavar-erkek karışımı. En yakın ve psikolog olan arkadaşı Nelly'e bundan bahseder ama arkadaşı bunu bilinç altı oyunu olduğunu söyler. Fakat Mikki, diğerleri gibi sıradan biri değildir. Anne tarafından gelenek haline gelen gül yetiştirme işinde çok ustadır. Bazı zamanlar kanıyla gülleri besler. Bir gün yanlışlıkla bir ritüel yapar ve kendini Gül Diyar'ında bulur. Gül Diyarı, yıllardır bir lanete mahkum kalmıştır. Çünkü Tanrıça Hekate, diyarın Koruyucu Asterius'u Gül Diyarı'nın Empusa'sı ile yakalayınca herkesi lanetler. Ve bu laneti ancak başka nesildeki Empusa kaldırabilecektir. Şansa bakın ki bu kişi Mikki Empusai'dir. 
Yeni bir dünya, yeni bir ortam ve yeni kişiler elbette Mikki için zor bir durum olur. Nedimeleri olan Ateş, Su, Toprak ve Hava temsilcileri sayesinde ortama ayak uydurur ve Gül Diyarı'ndaki, lanetten dolayı solmuş olan gülleri yeniden canladırmaya çalışır. Bir gün Koruyucu Asterius ile karşılaşır. Ve bilin bakalım bu Asterius aslında kimmiş ? Mikki'nin "tuhaf" rüyalarını süsleyen, boynuzlu ve canavarımsı yaratık olan adamdır. 

"Tek bir sözle ruhuma dokunabiliyorsun, Mikado."

Aralarındaki çekim, kitapta bariz hissediliyor ama Koruyucu bu sefer Diyarın Empusa'sından uzak durmaya yeminli. Mikki ise yıllardır aradığı aşkı, onda bulduğu için onu bırakmamaya kararlıdır. Eh, artık bu imkansız ve çekim gücü fazla olan aşkı siz düşünün.

Mikki karakterini sevdim çünkü ; ruhsal olarak çok güçlü ve cesur biri. Edebiyat bilgileri açısından da hayran kaldım. Çok iyi bir okuyucu. :D 

"Ve işte sana son dakika haberi : O beş para etmez dediğin romantik kitaplar diğer türlerdeki bütün kitaplardan çok daha fazla satılıyor. İhtiraslı ve güçlü kadınlarla birlikte onurlu, kahraman erkeklerin olduğu dünyalar yaratıyorlar. Onları okumayı denemelisin. Bu hor gördüğün kadın yazarlar, sana gerçek bir erkek olmak için nelere ihtiyaç duyduğunu rahatlıkla öğretebilirler."

Ayrıca, canavar-erkek ve korkutucu,sert görünümüyle Koruyucu'ya aşık olması onun ne kadar ön yargısız olduğunu da göstermiş oldu. 
Koruyucu karakterini sevdim mi ? Evet, çünkü çok anlayışlı biri. Etrafındaki herkes ona tiksindirici ve küçükseyici bakışlar atsa da o dimdik ayakta durup, görevini gerçekleştirdi.

Bir kadının dokunuşu... Aslında ne kadar da küçük ve basit bir şeydi. Evet, sıradan bir şeydi... Eğer yasaklanmış değilse.

Kitabı sevdim mi ? Diğer Tanrıça kitaplarına göre biraz sönük ve sıkıcı olmuş. İlk 200 sayfa neler oldu, neler geçti pek anlamadım. Sonrasındaki olaylar güzeldi. Özellikle Diyar'daki bazı kadınların, dünyadaki insanların rüyalarını, hayallerini ve dileklerini gerçekleştirme biçimleri çok hoşuma gitti. Yazar bu konuda hayal gücünü sonuna kadar kullanmış ve bana da çok mantıklı geldi. Bir fırsatım olsa rüya ya da hayal gerçekleştirme işlemini yapabilirdim. :D (Milyon kere, rüyalarımın gerçekleşmesini dilemişimdir. O yüzden bu işe çok özendim.) Bunun dışında... yazarın hayal gücüyle, mitolojiyi harmanlaması sonucunda ortaya çıkan bu kitabı sevdim. :D 
Bir sonraki Tanrıça kitabında -Aşk Tanrıçası- görüşmek üzere !

Sevgiler, öpücükler ; Jane


13 Eylül 2013 Cuma

Kitap Yorumu/Önerisi : Yüreğe Söz Geçmiyor - Julia Quinn


Pek çok kadın, tek bir öpücükle masumiyetini yitirmiştir. - Lady Whistledown

   Büyük büyük büyük bir belaya bulaştım. Tarihi Aşk Romanları ! Elimdeki kitabı yiyip, bitirmemek için kendimle çok savaştım ama artık sonlara doğru bende ipler koptu ve bir de baktım ki kitap bitmiş...
Bu aralar kendimi çok şanslı hissediyorum. Çünkü çok eğlenceli, sürükleyici ve beni resmen içine gömen kitaplar okuyorum. Umarım aynen böyle devam ederim. :D

Yavaşça dudaklarını geri çeken Simon, başını yana doğru çevirdiğinde, antrede beklemekte olan Anthony, Benedict ve Colin'i gördü. Anthony, tavana bakıyor, Benedict tırnaklarını inceliyor ve Colin de utanmadan onları seyrediyordu.

Julia Quinn, tarihi aşk türünde çok okunan ve çok sevilen bir yazar. Uzun zamandır yazarın kitaplarını okuyacağım deyip duruyordum sonunda bir kitabını bulup,aldım ve gömüldüm. Aslında okuduğum kitap bir seri. Bridgerton Serisi. Ve turnayı gözünden vurmuşum. Tarihi aşk romanlarına başlangıç için süper bir tercih yapmışım. İki yıl öncede bir kaç tarihi aşk romanı okumuştum ama bu kitap gibi mükemmel değildi. 
Kitabı okurken o kadar çok eğlendim ki... Bunu tarif etmek imkansız. Bazı yerlerde durup "bunu kesinlikle bir yerlerde paylaşmalıyım, çok komik" dediğim oldu. Tabii hangi birini paylaşsam bilemedim, kafam karıştı. Öyle kuru kuru alıntılar okumakla da olmaz. Kitabı alıp, içine gömüleceksiniz. Anca öyle tadı çıkar. :D
Neyse, Yüreğe Söz Geçmiyor'un -The Duke And I- konusundan bahsetmek gerekirse ; olaylar Londra'nın 1800'lü yıllarında geçiyor. Kitabın başlangıcı, erkek karakterimiz Simon Arthur Henry Fitzranulph Basset'ın -yani kısacası Simon Basset - doğumuyla başlıyor. Hastings Dükü, yıllar sonra bir oğlana sahip olmuştur ve fakat Düşes'ini -eşini- kaybetmiştir. Simon, dadısı sayesinde çok sağlıklı bir şekilde büyür ve gelişir. Ama bir sorun vardır. Dört yaşında olmasına rağmen konuşamamaktadır. Hastings Dükü bu durum karşısında dadısını suçlar ve konuşmasını sağlamasını emreder. Dadısı, Simon'a konuşmayı öğretir ama bu sefer de başka bir sorun vardır. Simon Basset, kekeleyerek konuşmaktadır. Hastings Dükü buna daha fazla katlanamaz ve oğlunu terkederek Londra'daki bir başka evine taşınır. Simon, bu durum karşısında çok üzülür ve hırslanır. Kekelemeden konuşmaya başlar. Fakat bu zaman boyunca babasına mektuplar yollar. Ne yazık ki cevaplar alamaz. Simon, o gün bir karar verir. Eğer babasının istediği gibi bir evlat olamıyorsa, onun istemediği bir türde evlat olmaya karar verir. Ve Londra'nın en çapkın, en karizmatik ve en etkileyici Dükü, Simon Hastings ile tanışın !

"Ne yapacağım şimdi ?"
Simon ona baktı ve gülümsedi. "Beni sevebilirsin. Beni sevdiğini söylemiştin ya." Kaşlarını çattı. "Bu sözünü geri almayacaksın, değil mi ?"

Daphne Bridgerton, evlenme çağına gelmiş, saf, komik ve üç büyük abisi sayesinde artık erkekleri çok iyi tanıyan bir genç kızdır. Annesi Violet'te bunun farkındadır ve habire onu Düklerle tanıştırmaya devam eder. Balolarda kızını peşinde sürükleyerek damat arayışına kapılmıştır. Bu sevimli, sempatik kadının Daphne'den sonra daha evlendirecek üç kızı daha vardır. Ah bir de feci yakışıklı dört oğlu... Bridgerton ailesiyle tanıştırmadım mı sizi ? Sosyete de oldukça tanınmış olan bu aile de dört erkek dört kız olmak üzere sekiz çocuk vardı. İsimlerindeki ironeyi yakalayın ; Anthony, Benedict, Colin, Daphne, Eloise, Francesca, Gregory ve Hyacinth. Bu kardeşler birbirlerine gerçekten çok benzemektedir. Saç ve ten renkleri hepsinin aynıdır. Koyu kahverengi saçları ve etkileyici tenleri... Erkekleri - ilk üç erkek kardeş- uzun boylu, kaslı, geniş ve gösterişli birer beyfendiler. Kızları ise -özellikle Daphne, çünkü diğerleri daha küçük- oldukça güzeller. Colin ve Daphne dışında hepsinin göz renkleri de kahverengi. Daphne'nin de gözleri kahverengi ama hafiften yeşil tonları da var. Colin'in ise yemyeşil... Ona daha sonra geleceğim. :D

"Sen en yakın arkadaşımın kardeşiydin. Bana tam anlamıyla yasaklanmıştın. Ne yapabilirdim ki ? Hiçbir şey yapamıyordum," dedi "Hayal etmenin dışında."

Çılgın Bridgerton ailesini, kısaca tanıttıktan sonra anneleri Violet'in maceralarını anlatıyım. Kadıncağız, evlenme çağına gelen kızını evlendirmek için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Fakat Cemiyet Haberler gazetesindeki esrarengiz yazar Lady Whistledown, Bridgerton'lara takıntılıdır ve her fırsatta Daphne'yi ele alır.Lady Whistledown'u, kitapta okurken kim olduğunu çok merak ettim ki hala merak ediyorum. Kadının her yerde gözü var. Her sırrı biliyor ve gözünden hiçbir şey kaçmadan yazılarına ekliyor. Herneyse, şimdi Simon ve Daphne hikayesini kısacık ve merak uyandırıcı bir şekilde anlatayım da aklınız kitapta kalsın. :D 

Simon, Daphne'in en büyük abisi Anthony'nin çok yakın bir arkadaşıdır. Londra'ya geri dönünce arkadaşıyla görüşür ve mecburiyetten bir baloya katılmak zorunda kalır. Ve o baloda elbette Bridgerton ailesi de yer almaktadır. Daphne, peşindeki yılışık Dük'ten kurtulmaya çalışırken, balodaki kadınlardan kaçmaya çalışan Simon'la karşılaşır. İkiside birbirinden çok etkilenir ama Simon, Daphne'nin en yakın arkadaşının kardeşi olduğunu öğrenince aralarına mesafe koyar.
Erkekler arasındaki kural 1 : Birbirlerinin kız kardeşlerine yan gözle bakmak yok !

"Güldüğün zaman, ağzın neredeyse yüzünün yarısını kaplıyor."
"Simon ! Bu çok kötü bir şey!"
"Bence çok çekici."
"Kötü bir görüntü."
"Arzulanacak bir şey."

Ki Anthony çok korumacı bir abi. Her neyse, bir gün yine aynı baloda 
Daphne'yle karşılaşan Simon, ona bir teklifte bulunur. Daphne, acilen bir Dükle evlenip, dedikodulardan kurtulması gerekiyor ; Simon'da etrafındaki Lady'lerden uzak kalmak istiyor. Eğer birbirleri berabermiş gibi rol yaparlarsa Simon, Lady'lerden kurtulur, Daphne ise artık ulaşılmayan bir kadın gibi görüneceği için kısmetleri daha çok artacaktır. Bu antlaşma sayesinde amaçlarına elbette ulaşırlar. Violet zaten mutluluktan havaya uçacaktır. Fakat Anthony sinir krizlerine girmeye başlar. En yakın arkadaşını öldürmeyi bile düşünür. :D Aslında bu kadar korumacı ve sert göründüğüne bakmayın. Hem Anthony hem Benedict hemdee Colin çok ama çok komik ve eğlenceli kardeşler. Okurken beni en çok onların komik halleri güldürdü. Özellikle Colin, çok rahat, eğlenceli, çapkın, esprili ve yakışıklı biri. :D  Anthony'de çok yakışıklı ama fazla korumacı bir abi. Benedict ise... sert görünümlü ama bu kitapta onu pek analiz edemedim.
Konuya geri döneyim. Simon ve Daphne bu durumdan çok mutlular elbette. Hem rahatlar, hem arkadaşlıkları çok iyi gidiyor. Sonra işler ciddiye binince ortalık karıştı. Simon, hayatında asla evlenmeyeceğine dair yemin etmiştir. Çünkü evlenirse unvanı devam edecektir ve babasının olan bu unvanı devam ettirmemeye kararlıdır. Ama, Daphne bir yolunu bulur ve Simon'ı kapar. Ki daha bir çok olaylar oluyor. Onları söylemeyeceğim. Kitabı az merak edin. :D Gerçekten çok eğlenerek ve zevk alarak okuduğum bir kitaptı. Tarihi aşk romanlarına takıntılı olmamı sağladı. Seriye devam etmek için sabırsızlanıyorum. Yazarın yazı dili zaten mükemmel, hiç sıkmıyor. Ya da "burası çok saçma ve gereksiz olmuş" dedirten bir tür değildi. Simon'ı kaptırdığımıza göre Colin'i gözüme kestirdim. :D Kitaplığımdan elime sık sık alıp, okuyabileceğim bir kitap mı ? Kesinlikle, kocaman bir evet ! 


"Colin Bridgerton, yemin ederim ki bazen senin üç yaşından büyük olmadığını düşünüyorum."
Colin "İlginç bir fikir" derken gülüyordu. "Bu da seni, bir buçuk yaşında küçük bir bebek yapar sevgili kardeşim."

Son olarak -gerçekten- eski tarzdaki aşkları okumayı sevdiğimi farkettim. Zaten 'Cehennem Makineleri' sayesinde bunu anlamıştım. Bu kitap sayesinde de kesinleştirmiş oldum. Eskilerde aşklar daha saf, daha dolu dolu ve daha zormuş. Eh bu da aşkı daha çok ulaşılmaz yapmış. 1800'lü yıllarda Londra'da yaşamak isterdim. Ya da bir mucize olup o yıllara dönmeyi dilerdim. Evet, daha çok saçmalamadan yazıyı bitiriyorum. :D
İşte böyleee, bir diğer Bridgerton macerasında görüşmek üzere !

Sevgiler, öpücükler ; Jane

Not : Size Simon'ın dış görünüşü hakkında bilgi vermedim di mi ? Sarsılmaya hazır olun ; uzun boylu, cüsseli, kaslı, hipnoz edici mavi gözler ve ellerinizi aralarına sokup karıştırmak isteyeceğiniz türde koyu kahve saçlar !

12 Eylül 2013 Perşembe

Kitap Yorumu / Önerisi : Göçebe - Stephenie Meyer


    Stephenie Meyer, benim en sevdiğim yazarlardan biridir. Çünkü Alacakaranlık serisi sayesinde bir kitap kurdu olduğum gerçeği var. Bazı okuyucular her ne kadar o seriyi yerden yere vursalarda benim gözümde hala elmas değerinde bir seri. :D Bu yüzden, Meyer'ın bir diğer kitabı olan Göçebe'yi nasıl büyük bir hevesle aldığımı siz düşünün.
Kitabı tam liseye başlarken almıştım. İlk 50 sayfayı okudum ve o kadar sıkılıp bırakmıştım ki... Aradan 2 yıl geçtikten falan sonra tekrar okudum. Sonuçta en sevdiğim yazarın kitabı. Bir şans daha vermeden onu bırakamazdım. Ki kitap bitince "ben bu kitaba aşık oldum" dedim. Tamam ilk 150 sayfasında falan olayları anlamıyorsunuz, neler oluyor, nasıl bir şey bu diye söyleniyorsunuz. (Ya da ben baya söylenmiştim. Çünkü 'ağır' bir kitaptı. Belki şuan okuyor olsaydım daha iyi kavrar, daha çabuk bitirirdim.) Çünkü Stephenie, bu kitabında çok farklı ve etkileyici, anlaması biraz zor olan bir konu işlemiş. Şimdi kitabın konusundan bahsedeceğim. Ama umarım konuyu, kafanızı karıştıracak bir şekilde anlatmam. :D 

"Önemli olan yüzün değil, yüzündeki ifade; sesin değil, söylediklerin; bedeninin görünüşü değil, bu bedeni nasıl kullandığın. Sen kendin güzelsin."

Gezegenleri düşünün. Bu gezegenlerde serbest ruhlar var. Bu ruhlar, bir bedene girip, hayatını yaşamaya mecbur. Ve girdiği bedendeki kişiyi ele geçirmelidir. Yoksa 'ruh' yaşayamaz. Gezegendeki herkes de bu ruhların varlığının farkındalar ve onlardan kaçmaya çalışıyorlar. Gerektiğinde ya kendilerini ya da ruhları öldürüyorlar. Melanie ise sıradan bir genç kızdır. Ve sıradaki kurban Melanie'dir. Kitabın başında Göçebe adını verdikleri ruha beden aramaya başlıyorlar. Bu ruha Göçebe denmesinin sebebi ise şimdiye kadar 8 gezegende yaşaması ama hiçbir bedeni ele geçirememesidir. 
Göçebe, Melanie'nin bedenine yerleştirildikten sonra bir tuhaflık sezer. Ruh, bedene girdiği zaman o bedenin sahibinin varlığı resmen silinir, kaybolur. Ama Göçebe, hala Melanie'yi duymaktadır. Şöyle düşünün ; bir beyinde iki farklı ses. Aslında ne kadar zorlayıcı. Biraz empati kurup, düşününce ne kadar zor olduğunu farkediyor insan. Ben kitabı okurken resmen çıldırcaktım. :D Her neyse,  tabii Göçebe hem Avcısına hemde doktoruna bu konuyla ilgili bir şey demez. Ve Göçebe, gerçekten çok sempatik ve alçak gönüllü bir ruhdur. Melanie'yi duymak istemese de ona kulak verir ve onunla konuşmaya başlar. Tabii bizim asi kızımız Melanie, Göçebe'ye çok kötü davranır. Bazen bedeni ele geçirip, yönlendirir. Bu durumlarda Göçebe her ne kadar zor durumda kalsa da Melanie'yi anladığı için bir şey demiyor. Eğer, Göçebe şifacısına, hala Melanie'nin varlığını hisettiğini söylerse yine o bedenden başka bir bedene aktarılacak ve bunu istemiyor. Ayrıca bu durumda Melanie ya öldürülecek ya da başka bir avcı onu ele geçerecektir. 
Göçebe, bedeni ele geçirdikten sonra tuhaf rüyalar görmeye başlar ve birilerini özlediğini farkeder. Aslında rüyasında görüp, özlediği kişiler Melanie'nin erkek kardeşi Jamie ve erkek arkadaşı Jared'dır. Bir süre sonra Melanie, Göçebe'yi ikna ederek küçük kardeşini ve erkek arkadaşını bulmasını ister. Bu tek bedendeki çılgın ikili yola koyulur. Bir şekilde ruhların bulunduğu mekandan kaçarlar. Melanie, hafızasında yer alan anıları Göçebe'ye göstererek nereye gidiceğini gösterir. Uzun ve zorlayıcı bir çöl yolundan sonra Melanie'nin ailesinin izini bulur fakat Göçebe, içinde olduğu için onu tamamen ele geçirilmiş sanan Jared, onu saklandıkları mağarada bir yere kapatır. Ve gerçekten çok,çok kötü davrandı. Bir kızı vurup, öldürmediği kaldı. Göçebe her ne kadar asıl durumu anlatmaya çalışsa da Jared onu dinlemez. Jared'ı da anlıyorum. Sevdiği kızın bedeni, görüşü tam karşısında ama içinde başka biri var. Boş gözlerle bakan başka bir ruh...

"Yedi hayat tamamladım. Bu yedi hayat boyunca onun için bir gezegende kalmak isteyeceğim ya da gittiğinde peşine düşeceğim biriyle hiç karşılaşmadım. Hayatı paylaşabileceğim birini hiç bulamadım. Niçin şimdi ? Niçin sen ?" -Göçebe

Tabii bir süre böyle devam eder. Melanie, kahrolur Göçebe daha çok üzülür. Ve Göçebe'yi öldürmek isteyen tek Jared yoktur. Ian, diye bir piskopat var ki... Kızı neredeyse suda boğarak öldürecekti. 
Küçük kardeşi Jamie ise Göçebe'ye rağmen, hala ablası Melanie'ye ulaşmak için Göçebe'yle konuşup, sohbet eder.
Tabii Göçebe'nin kayıp olduğunu öğrenen Avcı ve ekibi onu aramaya koyulur. Sonrasında olaylar gerçekten baya karışıyor. Kitap baya kalındı ve yaklaşık iki yıl önce falan okudum. Sonlarına doğru olaylar karışsa da mutlu son ve bir sürprizle bitiyor. O sürprizi söylemek istemiyorum. Okuyunca bir şaşırıp, kalın. :D 
Kitabı gerçekten çok severek okudum. Konuyu kavrayınca hele çok zevk aldım. Stephenie Meyer'ın hayal gücüne hayran kaldım. Çok enteresan, değişik, ve etkileyici bir konu bulmuş. Gerek karakterler gerek olayların işleyişi kitabı dört dörtlük yapmış. Kitap tekrar elime geçince yine okumayı düşünüyorum. (Şuan da kitap küçük teyzemde. Konusunu ona da anlatınca dayanamayıp,aldı okuyor. :D) 

Gelelim kitabın, filmine. Şahsen bu filmden çok umudum vardı. Neyse ki hayal kırıklığına pek uğramadım. İlk günden gidip sinemada izledim. Kitap çok kalın olduğu için bazı yerleri atlamışlar ama bunlar çok gözüme batmadı. Çünkü kitaptaki ana hatlar aynen filmde de vardı. Melanie/Göçebe karakterini canlandıran oyuncuya bayıldım zaten. Karaktere cuk diye oturmuş. Jared'ı oynayanı hiç sevmemiştim ama ben zaten Team Ian'cıyım. :D Bunun dışında... filmi de çok güzeldi. İzlemenizi tavsiye ederim. Tabii öncelik kitap derim ama okumak istemeyip, filmi öncelik alırsanız da o sizin tercihiniz. :D
Geçen sene yazarımız, Göçebe'yi  üç kitaplık bir seriye çevirdiğinin müjdesini vermişti. Kitapların taslakları hazırmış. Hala da yazıyor sanırım. Şahsen devam kitaplarını çok ama çok merak ediyorum. Ama ne zaman çıkar, hiçbir bilgi yok. Bizde sabırla bekliyoruz. :D Kitabı okumanızı şiddetle, filmi izleminizi de mutlaka öneriyorum. :D

Sevgiler,öpücükler ; Jane

9 Eylül 2013 Pazartesi

Film Önerisi : Iron Man Serisi


   Kafamı yine duvarlara sürtmek istiyorum, bu mükemmel film serisini geç keşfettiğim için. Hep aynı hatayı yapıyorum zaten. Gündemde çok konuşulan bir filmi görmezden gelip, sonra ne zaman bittiğini öğreniyorum o zaman oturup arka arkaya izleyip "ben bunu nasılll kaçırmışım sinemada !!??" diye isyanlara bağlıyorum. Iron Man'le de durum aynen böyle. Hayır, filmin tüm repliklerini, giflerini orada burada görüp, "vay be, işte bu çok iyiydi" diyorum sonrada film vizyondan kalkınca ve devam filminin çekilmeyeceğini öğrendiğim zaman izlemiş oluyorum. Her neyse, pişmanlıklarımı bir kenara bırakıp, filmi anlatmak istiyorum. :D 

Pekala, süper kahramanlardan Batman'e aşık olabilirim... (Hatta blog'da ilk süper kahraman film serisi olarak Batman'ı yazmayı düşünüyordum.) Iron Man'de yedek süper kahramanım olabilir... Superman'in lafını hiç etmiyorum bile. Şimdiki gözdem Iron Man - Tony Stark !
Eh, çok geç oldu onu tanıyalı ama olsun. Artık canım sıkıldıkça tekrar tekrar açıp, izleyebileceğim bir filmim daha oldu ! 
Tony Stark,  milyoner ve mucit bir karizmalı adamdır. Biraz çapkın, orta derece de serseri, ve oldukça esprili biri. Eh biraz da umursamaz biri. Çünkü düşmanlarına açık adresini bile verebiliyor. İşler ciddi olsa bile onu espri yaparken görebilirsiniz. Iron Man serisinde üç kere karşımıza çıkıyor. (Keşke daha fazla olsaaa) Üç filmde de düşmanlar, aksiyon, macera, komedi ve Tony Stark'ı görmemiz mümkün. :D Şaka bir yana, şimdi ciddi olup bu üç filmin kısaca konularından bahsedip, neden mükemmel ve eğlenceli olduklarını, özellikle son filmin neden milyon defa izleseniz de bıkmayacağınız bir türde olduğunu falan açıklayacağım.


Iron Man - Tony, babasından miras kalan 'Stark Endüstrileri' adlı şirketin başına geçer ve silah üretimine başlar. Ki kendisi zaten teknolojiyle çok içli dışlı biridir. Evinin bir bölümünde teknoloji çılgınlığıyla karşılaşmanız mümkün. Silah üretimi yüzünden başı belaya girer ve Afganistan'da bir terör örgütü Tony'e suikast düzenler. Bu suikasti düzenleyenler arasında iş ortağı olan Obadiah Stane'de işin içindedir. Suikast sırasında Tony'in vücuduna bir çok şarapnel parçaları girmiştir. Özellikle kalbi büyük bir hasar görmüştür. Tony'nin ölmemesi için Yinsen adındaki bir cerrah, onun göğsüne bir tür mıknatıs yerleştirir ve hayatını kurtarır. Tony, kendine geldiğinde doktorla beraber oradan kaçabilmek için bir zırh hazırlar. Bu zırhı kendisi teknoloji sayesinde yönetebiliyordur. Oradan kaçmayı başarır fakat yaptığı ilk zırh çok ilkeldir. Yardımcıları sayesinde evine tekrardan döner. Sonrasında olaylar hızlanır zaten. Eve geri dönünce daha çok modern bir zırh yapar. Her şeyiyle kendisi ilgilenir ve mükemmel bir sonuç ortaya çıkar. Iron Man'le tanışma zamanı ! Mükemmel zırhı sayesinde o artık bir kahramandır. :D İlk film, çekildiği yıldaki teknolojiye rağmen çok güzel yapılmış. Zaten Tony Stark'ın mimikleri, replikleri sayesinde film sıkıcı değildi. Aksiyon sahneleri de fena değildi. Ve evet, ikinci filme geçmek için sabırsızlanacaksınız. 



Iron Man 2 - İlk filmin sonunda çılgın Tony, Iron Man olduğunu söyler ve düşmanlar alarma geçer. Evet, resmen kendini ipi çekilmiş bombaya atan bir adam bu. :D Bu filmde ise gerçekten ama gerçekten zorlayıcı bir düşmanı vardı. Düşmanlar yetmiyormuş gibi devletten baskı görür. Teknolojisini orduyla paylaşmasını ısrar eden hükümet karşısında olumsuz cevap verir çünkü bilginin yanlış ellere geçmesinden korkutuğu için Iron Man zırhının sırrını açıklamak istemez. Her neyse, Ivan Vanko adındaki Rus düşmanı zaten her şeyi solda sıfır bırakıyor. Yıllar öncesinde Tony'nin babasının yanında çalışan bir adamın oğlu olan Ivan, televiyonda Iron Man'i görünce yerini belirler ve işe koyulur. Kendisi de müthiş bir zırh hazırlar ve bizimkinin başına büyük bir bela olur. Gerçekten çok zorlayıcı bir düşmandı. Tony tek başına olsa bu işin altından kalkar mıydı, bilemiyorum. Arkadaşı Rhodey'de bir zırh sahibi olarak sırt sırta savaşırlar vee mutlu son. Ama bu filmdeki en şaşırtıcı ve mükemmel sürpriz ise Scarlett Johansson'du. Bu kadına hayranımdır. Zaten filme çok ayrı bir renk katmış. Tamam, Tony'nin sadık yardımcı -hatta sevgilisi- Pepper'ı da seviyorum ama Scarlett süperdi ! Aksiyon sahneleri bu filmde çok daha iyiydi. Tony'nin esprileri yine havada uçuştu. Gayet güzel bir filmdi.


Iron Man 3 - Sinemada olduğu zamanlar ilgilenmeyip, vizyondan kalktığı zaman seriye merakımın artması... Pişmanlığımı bir kenara bırakıp, favorim olan filmimi doyasıya anlatmak istiyorum. Bu sefer ki konumuz ise ; Filmin başında Tony, yıllar önce bir yeni yıl partisinde karşılaştığı sakat bilim insanı Killian'ı hatırlar. O partide, Killian ona bir teklifte bulunur ama bizimki onu alaycı bir şekilde reddeder. Ve bilin bakalım yıllar sonra karşısına süper güçlü düşman olarak kim çıkar ? Killian !  

"Masum bir şeye başlarsın. Heyecan verici bir şeye. Ardından hatalar ve verdiğin ödünler gelir. Kendi iblislerimizi kendimiz yaratırız."

Şimdiki zamanda ise Tony bir yandan Pepper ile ilişkisini dengede tutmaya çalışırken diğer yandan hobisi olan zırhlara aynen devam eder. Birden fazla zırh yapar ve zırhları giymeden de onları kontrol edebileceği şekilde ayarlar. (Kesinlikle mükemmel bir şey.)  Bir gün terörist Mandarin tarafından New York bombalı bir saldırıya uğrar ve Tony'nin yakın adamlarından biri olan Happy Hogan feci bir şekilde yaralanır. Tony'de bu durum karşısında basın yoluyla Mandarin'i tehdit eder.  Hatta resmen açık adresini verir. Ve yine bilin bakalım bir gün sonra kimin evi helikopter saldırısına uğrar ? Tony, saldırı karşısında Pepper'ı korur. Ardından kendini Tennessee'de bulur. Orada tanıştığı 10 yaşında olan ve yaşından olgun davranan Harley ile bir takım olur. Elbette düşmanları onu orada da bulur. Bir süre sonra işler gerçekten çığrından çıkar. Pepper, Killian tarafından kaçırılır. Killian'ın özel olarak hazırladığı "ateşli" insanlar ise Tony'nin başını belaya sokar. Ateşli diyerek dalga geçmiyorum. Bu insanlar gerçekten ateş püskürtebiliyor ya da dokundukları yerleri yakabiliyorlar. Tony yine arkadaşı Rhodey ile düşmanlara karşı savaşır. Ne savaş ama ! Resmen ağzım açık izledim. Teknolojiyi son noktasına kadar kullanmış adamlar. Aksiyon sahnelerine bayıldım ! Müthişti. Zaten filmde beni bu kadar etkileyen şeylerde bunlardı. Aksiyon dur durak bilmedi. Tony ve Rhodey mükemmel bir iş çıkardılar. Son dakika da Pepper'da beni baya şaşırttı. Tony'le aralarındaki bağı çok sevdim. :D Filmin sonu elbette mutlu son. Hatta Tony'i son kez görürken üzüldüm bile. Keşke devam etse falan diyeceğim ama seriyi mahvetmelerini de istemiyorum. En azından içim rahat, çoook memnun kalarak seriyi bitirdim. :D Bu filmi milyon kere, sıkılmadan izler miyim ? Kocaman bir evet ! Gerek aksiyon sahneleri gerek Tony'nin şebeklikleri... gerekse Tony'nin evindeki süperötesi teknoloji. Açıkçası o yaşamını çok kıskandım. Bende bir tane istiyorum. :D  Bayıldım bu seriye.

Tony Stark, seninle tanışmak büyük bir zevkti. Bana aksiyonu dolu dolu yaşattığın için teşekkürler. Iron Man'i özleyeceğim. "Yenilmezler" de görüşmek üzere !

Sevgiler,öpücükler ; Jane

8 Eylül 2013 Pazar

Kitap Yorumu : Güneyli Vampir 2 - Şehir Ölüsü

    Ve Sookie Stackhouse'a yeniden merhaba ! Açıkçası Sookie'nin çılgın, eğlenceli düşüncelerini okumayı çok çok özlemişim. Her ne kadar ikinci kitabı ilk okuyuşum olmasa da büyük bir merakla ve olayların bazılarını hatırlamadan okudum. Gündüz Ölüsü'nden sonra bu kitap daha durgun geçti sanki. Kısa film gibiydi. Ne ara okudum ne ara bitirdim bilmiyorum. Amaaa bu kitapta Bill kadar en az Eric'de başroldeydi. Ki onu okumak için sabırsızlanmıştım zaten. Kesinlikle Team Eric. Bill'e ısınamadım bir türlü. Zaten konusundan bahsederken bazı detaylara gireceğim.

Vampirler arasından stand-up komedyenleri çıkmazdı ve insanca espriler karşısında vampirler buz keserdi, ha ha. Onların bazı esprileri ise insana bir hafta boyunca kabus gördürebilirdi.

Bu kitapta karakterlerimiz başka bir mekandaydı. Buna çok sevindim çünkü Bon Temps dışında, başka bir mekanda olayların gerçekleşmesi daha ilgi çekiciydi. Bu seferki durağımız Dallas'dı. Amerika'nın bazı şehirlerini özellikle merak ediyorum. Bunların içinde Teksas-Dallas baş sıralarda diyebilirim. Sookie ve Bill'in oraya gitme sebebi ise Eric yüzünden. İlk kitapta Sookie yanlışlıkla Eric'le geri dönüşü olmayan bir antlaşma yapmıştı. Sookie gerektiğinde insanların akıllarını okuyup, vampirlere yardım edecekti. Bunun karşılığında ise akıllarını okuduğu insanları sağ bırakacaklardı. Bunu duyan Dallas'taki lider vampir Stan, Eric'ten bir ricada bulunur ve bizimkiler Dallas'a uçar. 
Stan, yanındaki vampir Farrell'ı bulması için bazı insanları Sookie ile tanıştırır. Stan'in yardımcısı Isabel ve onun insan sevgilisi Hugo ile Farrell'ı bulmak için bir plan yaparlar. Vampirler gündüzleri tabutlarında oldukları için (evet,serimizde eski vampir tasvirleri yer alıyor) Sookie ve Hugo beraber yola çıkarlar. 

Asansörden çıktığımızda Isabel tam karşımızda, tıpkı bir heykel gibi duruyordu. Şapkınızı ona asabilirdiniz. Sonra sizi buna pişman ederdi tabii ama bu ayrı bir mesele.

Eskiden bir kilise olan ama artık toplanma yeri olarak gözüken Yoldaşlık'a giderler. Bu Yoldaşlık yerinde insanlar, vampirleri dışlıyorlar ve gerektiğinde hakkettikleri cezaları almalarını sağlıyorlar. Farrell'da burada tutulmaktadır. Çünkü yanındaki bir diğer vampir olan Godfrey, vampir olduğundan beri çocukların kanları içip,öldürmüştür ve bu vicdandan sonra ölmeyi hakkettiğini düşünür ve peşinde Farrell'ı da sürükler. Neyseki Sookie tam zamanında yetişir ama olaylar baya bir karışır.
Sookie ve Eric'in karikatürü. 
Kitaptaki bir diğer konu ise Maenad türü. Maenad'lar, Tanrı Baküs'ün bazı kadınları şehvetiyle öldürdüğü ya da ölümsüz yaptığı bir varlık türü. Alkol tüketimiyle ortaya çıkan şiddetin kendilerine ait olduğuna inanırlar ve bu yüzden gurur ve kibirden beslenirler. Maenad'lar kitapta nasıl işin içine girdi ? Yaşadıkları ormanda, ordaki liderlerden haraç alırlar. Eric'de kendi bölgesinde yaşayan Maenad'a gerektiği kadar haraç vermeyince cezasını Sookie çeker. Çünkü Eric'e yakın tek insan Sookie'dir. Tabii kitabın sonunda Maenad Kallisto, bizimkilere epey yardımcı oluyor. Çünkü Sookie'nin çalıştığı bardaki aşçı Lafayette öldürülüp, kasaba şefi olan Andy'nin arabasına bırakılmıştır. Bu gizemli olayı çözmek için Sookie, bir seks partisine katılmak zorunda kalır. Ne yazık ki yanında Bill yoktur çünkü Stan'la beraber Dallas'taki şekil değiştiricilerle antlaşma sağlamaya çalışıyordur. Eh Sookie'de sanki benim dediklerimi duymuş gibi yanına Eric'i alıp gider. Seks partisi gerçekten berbattı. Maenad sayesinde katiller bulundu ve mutlu son !

-Eric ve Sookie'nin arasında geçen bir diyalog-
" Bu arada, hala senden bir özür duymuş değilim."
"Maenad sana saldırdığı için üzgünüm."
Ona öfkeyle baktım. "Bu yeterli değil."
"Sevgili melek Sookie, o adi ve kötü ruhlu Maenad bana bir mesaj vermek amacıyla senin o pürüzsüz ve güzel bedenine zarar verdiği için, içinde bulunduğum esefi tarif edemem."
"Bu daha iyi."

Ama kitabın sonunda Bill'in geçmiş yaşamıyla ilgili minik bir bilgi öğrendim. Hem şaşırtıcı hem kafa karıştırıcı. Açıkçası yazarın amacını pek anlamadım. Her neyse, kitabı okurken zevk aldım mı ? Eveeeet, özellikle Eric'in olduğu sahnelerde. Şahsen, Bill tam olması gereken yerlerde yoktu ve onun yerine Eric vardı. Eh bu durumda Eric, tüm fırsatları iyi değerlendirdi diyebilirim. :D Sookie'nin aklını başından aldı. Umarım Eric, başrole geçer ve Sookie'de akıllanıp teslim olur. :D 

Kulüp Ölüsü'nü okumak için sabırsızlanıyorum !

Sevgiler, öpücükler ; Jane

Atışlar yavaşlamaya başladığında kafamı kaldırıp, Eric'e baktım. İnanılmazdı ama heyecanlanmıştı. Bana gülümsedi. "Bir şekilde senin üstüne çıkacağımı biliyordum." dedi.
"Ne kadar korktuğumu unutayım diye mi beni öfkelendirmeye çalışıyorsun ?"
"Hayır, sadece fırsatçılık ediyorum."

7 Eylül 2013 Cumartesi

Yabancı Dizi Önerisi : Supernatural


     Bir dünya düşünün. İçinde her türlü doğaüstü varlık ve güç var. Cadılar, vampirler, kurtadamlar, büyücüler, şeytanlar, melekler, kahinler ve daha adlarını hatırlamadığım çok ilginç ve mitolojik yaratıklar... Ve bu doğaüstü varlıkları avlayan iki kardeş var. Dean ve Sam Winchester'a merhaba deyin ! Günlerinizi, saatlerinizi hatta tüm hayatınızı ele geçirme gibi yetenekleri var bu iki kardeşin. Winchester Bağımlılığı diye bir şey var kesinlikle !
Sanırım en eğlenceli ve en zorlayıcı yazım bu olacak çünkü bu diziye, oyuncularına, konusuna, kamera arkalarına ve müziklerine resmen aşığım. Yaklaşık iki senedir takip ediyorum ve hala bende sıkılma gibi bir durum yok. Nasıl olsun ki ? Dean ve Sam Winchester gibi avcılar, Castiel gibi eşsiz melekler, bağımlayıcı müzikler olduğu sürece bu dizi daha çok devam eder. (Ki zaten şuan neden 9.sezonun çekildiğinin kanıtıdır.)
Amerikan yapımı diziler denince aklıma ilk Supernatural geliyor. Çünkü hayatımı kaplıyor resmen. Sezon finali olduğu zaman kamera arkası videolarına ya da fotoğraflarına gömülüyorum. Öyle etkileyici bir dizi ve ekip işte. Şuan 8 sezonluk olan diziyi nasıl anlatsam bilemedim. Konusu, çok farklı ve başka dallara kadar genişleyen bir türde. Genel olarak bahsedersem ; Sam, üniversitede okuyan zeki ve yakışıklı biridir. Dean ise serseri tipli, nerde kız, içki, yemek var o da oralarda takılan biri. Bir gün Dean, ava çıkan babasına uzun bir süre ulaşamayınca Sam'in yanına uğrar ve babalarının izini bulabilmek için onlarda ava çıkar. Sonrasında geri dönüşü olmayan bir yola sapmış olurlar. Yıllar önce anneleri, tavana yapışık bir şekilde yanarak ölmüştü. Bunu yapanın iblis olduğunu savunan babaları ise o günden sonra her zaman ava çıkar. Ve işte yıllar sonra bu ölüm şekli Sam'in kız arkadaşının da başına gelir. Ve bizimkiler sırt sırta verip, hem babalarını aramaya hemde aile geleneği olan doğaüstü varlıkları avlama dönemine başlarlar.
Avlanırlarken bir çok kasabaya uğrarlar, araştırma yaparlar ve sık sık kılık değiştirirler. Onları çoğu zaman FBI'dan biri olarak görsekte bazen üniversite öğrencisi, bazen de barda takılan boşu boş biri, rahip ya da kovboy olarak görmemiz mümkün. :D Tabii 8 sezon boyunca Winchester'ları habire avlanırken görmüyoruz. Başlarına neler neler geliyor. İblisler sadece başlangıç. Dizi, macera ve korku olduğu kadar duygusal, çok komik ve romantik sahneler de var. Ne yazık ki bizimkiler aşkta pek şanslı değiller. Hele ki peşinizde listesi bitmeyen bir düşman ordusu varsa... Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bu dizi gerçekten sıkmıyor ve çoğu yerde öğretici ile olabiliyor. Bkz : intikam almaya gelen hayaletlerden tuz çemberi yaparak kurtulabilirsiniz. :D Şaka bir yana kardeşliğin ve beraberliğin önemi Winchester'lar sayesinde çok iyi anlıyoruz. Her ne kadar Dean umursamaz biri gibi görünse de her fırsatta küçük kardeşi Sam'i, kanatlarının altına alıp, koruyor. (Tabii Sam'in küçük kardeş olduğuna bin şahit ister. Dean onun yanında küçük duruyor. :D)
Dizi de sayamadığım kadar çok karakter var. Bazıları ölüyor, bazıları ölse bile geri dönüyor, bazılarıda bizi tatlı bir tebessümle başbaşa bırakıyor. Dean ve Sam dışında favori karakterlerim ; Cehennemin Kralı (?) Crowley ( ünlü repliği "hello boys"), kendileri bir melek olan Castiel, bizimkilerin babası gibi olan yaşlı, huysuz Bobby, 8.sezonda karşımıza çıkan ve kendini çoook sevdiren Charlie. Bunların dışında Jo'yu hala çok seviyorum. O da avcılardan biriydi. Lucifer ise melek görünümlü şeytan, yine de kendini çok sevdirdi.Sempatik insan. :D İlkten bizimkilere düşman olan ama sonradan yardım eden şeytan Ruby, kaçakçılık işiyle uğraşan Bela,  ve bir diğer şeytanımız Meg. Evet, baya sevdiğim karakter varmış. Hepsi yavrularım gibi ayrım yapamıyorum işte. :D
Soldan sağa ; Crowley,Castiel,Bobby,Charlie,Jo,Lucifer,Rubby,Bela,Meg
Neden Supernatural ? Çünkü baş karakterlerde hem komik hem çekici hemde çok eğlenceli olan Dean ve Sam Winchester var. Onun dışında... fantastik konusu çok ilgimi çekiyor. Bu dizide gerçekten bir çok şey öğrendim ama tabii gerçek hayatta denemeye kalkmadım. İşe yarayacaklarını pek sanmıyorum. :D Gözüm kapalı şeytan kapanı çizebilirim, karşıma tehlikeli yabancılar çıkarsa kutsal su fırlatabilirim, eh, melek ve şeytan bıçaklarını da kullanabilirim sanırım, melek işaretleri de hala aklımda. Bakın, gördünüz mü bende artık bir avcıyım. :D 
Dizi "doğaüstü" olan her şeyi kavradığı için bu kadar sezon devam etmiş ve ediyor da. O yüzden dizimiz de hiçbir sınırlama yok. Sezonları arka arkaya izleyince kafa karışıklığı olabilir ama ilk 3 sezon boyunca her şey normal. Sonrasında işler çok değişiyor. Zaten yavaş yavaş izleyin. Benim gibi birden izleyip, sabırsızlıkla 9.sezonu beklemeyin. :D



Diziden bu kadar bahsettim, gelelim oyuncularına. Dean'i canlandıran Jensen Ackles ve Sam'i canlandıran Jared Padalecki, gerçek hayatta da kardeş gibiler. Her etkinlikte beraber takılıp, ne kadar eğlenceli olduklarını gösteriyorlar. Zaten dizinin kamera arkası videolarını izlerseniz bu ikiliye bayılırsınız. :D Castiel'i canlandıran Misha Collins ise gerçekten çok çılgın bir adam. Bu üçlüye tapıyorum. Neyse ki gerçek hayatta da çok yakınlar. 
Bunların dışında... Dean Winchester'ın tarzını çok seviyorum. Bir Impala takıntısı var ki... sormayın. Sam'i bile gözden çıkarır o mükemmel,eski moda araba için. Müzik tarzı zaten... diziye beni bağlayan bir neden daha. Dizinin efsane şarkısı Kansas - Carry On Wayward Son. Milyon defa dinleyip, bıkmadığım bir şarkıdır. Ki dizinin diğer sezonlardaki soundtrack'ına mutlaka göz atın. Elmas değerinde şarkılar var. Tabii eski tarz müzik zevkiniz varsa.
9.Sezonu beklerken böyle bir yazı hazırlamak istedim. İçimdeki Supernatural aşkı bambaşka. Kafam estikçe favori bölümlerimi açıp, izliyorum. İnanın bana bu dizi sayesinde gerçekten bir avcı oldum !

Son olarak, Supernatural'ın kitapları da var. Ülkemizde de Artemis Yayınlarından bir kaç kitabı çıktı. Ama alıp,okumadım. Kitaplarının, dizideki bazı bölümlerin genişletişmiş versiyonları olarak duydum. O yüzden okumak gelmedi içimden. :D
Winchester'lara Sevgi ve Öpücüklerle ; Jane  

Dean'e Not : Dostum, sayende hamburger delisi oldum. Her bölümde sanki aşk yaşıyormuş gibi hamburger yemek zorunda mısın ? Senin yüzünden artık hamburgerlere, Dean diye hitap ediyorum. "Hadi bir Dean yiyelim." Turta aşkına hiç girmiyorum bile...